Demokrasinin vaz geçilmez koşulu ve onun ayrılmaz bir parçası olan gösteri ve de yürüyüş hakkı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) içtihatlarına göre 10. madde ile korunan ifade özgürlüğüyle birlikte, demokratik toplumun temelini oluşturmaktadır.
Bir hukukçumuz yazısında çok güzel açıklamış.
Toplanma ve gösteri yapma hakkı kullanılırken, ulaşılmak istenen amaç ve kullanılan ifadeler ne kadar rahatsız ve şok edici olursa olsun, devlet makamlarının bu hakka müdahaleden kaçınmaları gerekmektedir.
Özellikle göstericilere karşı tazyikli su sıkma, kaba dayak atma, gaz bombaları kullanma ve zorla dağıtma ve gözaltına alınma işlemleribaşta olmak üzere, polis tarafından orantısız güç kullanımı vekamu makamlarının bu konudaki yaklaşımları Avrupa İnsan HaklarıSözleşmesi’nin (AİHS) bazı hükümlerini ihlal edebilmektedir.
Ne güzel anlatmış değil mi?
Bu sözleşmeye atılan imza ne yazık ki sadece kâğıt üzerinde kalmış.
***
Kelime anlamıyla “halkın yönetimi” demek olan demokrasi bu gün ülkemizde can çekişmektedir.
Birleşik Kamu İş Görenleri Sendikaları Konfederasyonu ve Eğitim-İş üyelerinden oluşan grubun, ’Laik Eğitim ve Emeğe Saygı’ eylemi kapsamında Yatağan’dan başlatılan yürüyüşlerine bakalım.
Tandoğan Meydanı’nda polisin orantısız saldırısı ile 100’ün üzerinde öğretmeniz gözaltına alındı, yaralananlar, hastanelere kaldırılanlar oldu.
Bunlar düşman mı, yoksa bu ülkenin halkı mıdır?
Nedir bu kin ve acımasızlık?
Uluslararası toplumdan gittikçe uzaklaşan ülkemiz henüz adı resmileşmemiş bir dikta rejimi ile yönetilmektedir.
Evet, bunun adı resmen diktatörlüktür. Halka hainliktir. İntikam almaktır…
***
Basına düşen habere göre Erdoğan başbakanlık döneminde 11 yılda 7 katrilyon örtülü ödenekten para harcamış.
Bu paralara cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ve sarayına, uçaklarına harcanan paraları da katarsak Türkiye’nin gittikçe neden yoksullaştığını anlamamak mümkün müdür?
Özgürlüğü kısıtlanmış, işsiz, adaletsiz kalan halkın isyanı ancak polis saldırıları ile bastırmaktadır.
Yineliyorum, bunun adı diktatörlüktür.
Diktatörlerin genelde zor kullanarak bu kavramı elde ettikleri bilinir oysa Erdoğan demokratik yoldan seçilmiş olmasına rağmen özgürlük, demokrasi aldatmacaları ile Türkiye’yi her gün adım adım despotik bir diktatörlüğe doğru götürmektedir.
Tarihe baktığımızda faşist diktatörlerin birinci aşamalarında debdebelerini, yükselişe geçtiklerini ama ikinci aşamada ise hep çöküşe geçtiklerini ve yok olduklarını görürüz.
Musolini, Hitler sadece iki örnektir.
Halkına silah doğrultmakla iktidarını sürdüreceğini zannedenlerden biri olan Romanya diktatörü Çavuşesku’yu da unutmamak gerek.
Bugün olanlar, AKP iktidarının yaptırdığı korunmasız halkın üzerine vahşice polis saldırıları da benzer eşdeğerdedir.
İnsanlarımız coplanıyor, plastik mermiler sahicilere karışıyor, kulakların diplerinde uçuşuyor, yerlerde tekmeleniyorlar, biber gazları ve tazyikli sularla sakat kalıyorlar, ölüyorlar.
Ne için, insanca yaşayabilmek ve haklarına sahip çıkabilmek adına tabi.
Ben sandıktan çıktım istediğimi yaparım moduna giren Erdoğan iktidarının çöküşü karşısında gittikçe daha da zalimleşiyor.
Elbet bu günlerin sonu gelecektir ve gelmelidir.
Neyse, ne demişler Zulüm ile abat olanın ahiri berbat olur!
Ben isterim ki Erdoğan diktatörlüğe soyunan, halkına bunca eziyet eden birisi olsa da sonu asla diğerlerine benzemesin ve demokratik yollarla gitsin.
FIKRA
İki sene önce bir arkadaşımdan gelen fıkrayı biraz gülelim diye size aktarıyorum.
Bir inek, bir beygir, bir eşek, dağılıp insanların ne yaptıklarını öğrenmeye ve beş yıl sonra buluşmaya karar verdiler. Her biri başka yöne yola çıktılar.
Beş yıl sonra buluşma yerine önce inek ile beygir geldi.
İkisi de perişan bir halde, zayıflamış, dişleri dökülmüş, kamburları çıkmış, adeta çökmüşlerdi.
Beygir sordu: ‘Nedir bu halin inek?..’
İnek iç çekerek anlattı: ‘Bu insanlar merhametsiz. Beni durmadan birbirlerine sattılar. Alan sütümü sağdı. Bir inek daha varmış, onu yanıma koyup çifte koştular, aç bıraktılar. Canımı zor kurtardım be kardeş…’
Sonra beygir anlattı:
‘Benim de ağzıma bir demir parçası geçirdiler, ağzımı açamadım. Üzerime bindiler. O indi öbürü bindi, o indi öbürü bindi…
Binmedikleri zamanlar zincire vurdular… Belim çöküp de onları taşıyamaz bir hale geldiğimde arkama kocaman bir araba bağladılar, bu sefer birçoğunu birden taşımaya başladım. Ben onları taşıdıkça kırbaçladılar. Canımı zor kurtardım yav inek kardeş…’
Ve uzaktan eşek gözüktü. Eşek; ıslık çala çala, taşlara tekme ata ata geldi. Mutluydu. Şişmanlamıştı, tüyleri parlıyordu, gözlerinin içi gülüyordu, üzerinde
lacivert takımlar vardı.
İnek ile beygir, ‘Nedir bu halin, neler oldu’ diye merakla sordular,
Eşek anlattı:
‘Bir memlekete vardım, birisi bağırdıkça insanlar onu alkışlıyordu. Ben de yüksekçe bir yere çıkıp bağırdım. Benim bağırmamı bilirsiniz, duyan benim yanıma koştu, duyan koştu. Onlar geldikçe ben daha çok bağırdım…
”Sonra?..’
‘Sonra beni başkan seçtiler…
”Yani sen başkan mı oldun ?..’
‘Evet… Bir şey yapmama gerek kalmıyordu, ben bağırdıkça onlar ‘Memleket seninle gurur duyuyor’ diye alkışladılar. Yiyecek birçok şey vardı. Ben ise yedim ve bağırdım, yedim ve bağırdım…
”Pekiii … Senin eşek olduğunu anlamadılar mı?..‘
Eşek yanıtladı: ‘Yarısı anladı ama diğer yarısına anlatamadı…’
TC.Tünay Süer
21.12.2014