AKPM’nin son kararına ilişkin görüşleri, dış politika yürütücülerine uyarı niteliğinde. Dış politika alanını iç siyasetin ayrışma başlıklarının dışında tutmak gerek. İktidar; Sayın Öymen’in aşağıda paylaştığım yazısını onun siyasette durduğu yerden çok, deneyimleri ve birikimleri ile değerlendirerek dikkate almalıdır:
“Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin Türkiye’yi yeniden gözetim altına alma kararı ülkemizin dünyadaki itibarını zedeleyecek ve ulusal çıkarlarımıza zarar verecek bir gelişme olmuştur.
Demokrasi ve insan haklarının üstünlüğünün korunması amacıyla 1949 yılında kurulan Avrupa Konseyi bu alanda Avrupa’nın en saygın kuruluşlarının başında gelmektedir. Türkiye’nin de kurucu ortaklarından olduğu Konsey, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini hazırlayarak bu alanda uyulması zorunlu olan kuralları saptamış, daha sonra, Konsey’in öncülüğünde kurulan ancak bağımsız bir hüviyete sahip olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bu kurallara üye ülkelerin uyumunu denetleyen ve güvence altına alan bir kurum olmuştur. Yani Avrupa Konseyi’ne üye ülkeler açısından insan hakları bir iç mesele sayılamaz. Nitekim Türkiye, diğer Konsey üyeleri gibi, vatandaşlarının AİHM’e bireysel başvuruda bulunmasını ve AİHM kararlarına uyulmasının zorunluluğunu kabul etmiştir.
Soğuk savaş sona erdikten sonra Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin Batı Avrupa kurumlarına katılması söz konusu olduğunda Avrupa Konseyi 1993 yılında bir gözetim mekanizması kurmuş ve bu ülkelerin demokrasi ve insan hakları alanındaki standartlarını yükseltmelerine katkıda bulunmuştur.
Ne yazık ki, Türkiye 1996 yılında demokrasi ve insan hakları alanlarındaki eksikleri nedeniyle gözetime alınan ülkelerden biri olmuş, ancak bu alanlardaki yoğun yasal düzenlemeler ve uygulamadaki iyileştirmeler sonucunda 2004 yılında bu statüden çıkabilmiş, bu sayede de Kopenhag Kriterleri’ne uygum sağladığı kabul edilerek Avrupa Birliği ile üyelik sürecini başlatabilmiştir.
Şimdi Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin kararıyla ülkemiz maalesef yeniden gözetim altına alınmıştır. Türkiye gözetim statüsünden çıktıktan sonra yeniden gözetim altına alınan ilk ülke olmuştur. CHP ve AKP milletvekillerinin Strazburg’daki oylamada karşı çıkmalarına rağmen karar büyük çoğunlukla aleyhimizde sonuçlanmış, sadece 45 üyenin aleyhteki oyuna karşı 113 üyenin oyuyla kabul edilmiş, 12 üye de çekinser kalmıştır. Türkiye şimdi, gözetim altında bulunan Rusya, Ermenistan, Gürcistan, Azerbaycan, Sırbistan, Bosna Hersek ve Moldavya ile aynı kategoriye girmiş bulunmaktadır.
Aslında Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyelik başvurusunda bulunduğu 1987 yılından sonra çeşitli nedenlerle üyeliğimize karşı olan devletlerin ve çevrelerin ülkemize yönelik haksız ve ölçüsüz eleştirilerde bulundukları, zaman zaman insan hakları alanındaki eleştirilerinde de çifte standartlar uyguladıkları bilinmektedir. Benim “Türkiye’nin Gücü” kitabımda bunun birçok örneğine yer verilmiştir. Bununla birlikte insan hakları ve demokrasi alanlarında ülkemize yönelik bütün eleştirilerin ve alınan bütün kararların maksatlı ve kötü niyetli girişimlerin ürünü olduğunu söylemek de gerçekçi değildir. Nitekim Avrupa Konseyi’nin dışında da insan hakları alanındaki saygın pek çok uluslararası kuruluşun demokrasi, insan hakları, özgürlükler, özellikle basın özgürlüğü, kadın erkek eşitliği gibi alanlardaki sıralamalarında Türkiye’nin çok gerilerde yer aldığını göz ardı etmek mümkün değildir.
Örneğin Freedom House’un sıralamasında Türkiye özgür, hatta kısmen özgür ülkeler arasında yer almamakta, demokrasilerle otoriter rejimler arasındaki karma (hibrit) ülkeler arasında sayılmaktadır. Türkiye Wikipedya’nın demokratik ülkeler sıralamasında 97, Economist Intelligence Unit’in sıralamasında 87. sırada yer almaktadır. Guardian’ın Kadın-Erkek eşitliği sıralamasında ise 69. sırada yer aldığımız bildirilmektedir. Bazı basın örgütlerinin raporlarında ise Türkiye’ye çok daha gerilerde yer verilmektedir. Bu gerçekler ortadayken Avrupa’ya karşı önlemler alacağımızı söylemenin, bu eleştirileri önlemenin en etkili yol olacağı kanısında değilim.
Konseyin kararının Avrupa Birliği’nin ülkemize karşı tutumunu ve AİHM’in kararlarını da olumsuz biçimde etkilemesi beklenmelidir… Daha şimdiden AB’ye üyelik sürecimizin askıya alınmasını önerenler çıkmıştır.
Gelecek yıl Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin bu konuda yeni bir oylama yapacağı anlaşılmaktadır. Bence, şimdi yapılması gereken şey, haksız ve gerçeklerler bağdaşmayan suçlamalar varsa onlara cevap verirken ve özellikle terörle mücadelemizi güçleştirecek yasal düzenlemeler yapmamızı isteyen önerilere karşı çıkarken Türkiye’de de pek çok hukuk ve insan hakları uzmanının da öteden beri eleştirdiği yasal düzenlemelerin, Kanun Kuvvetinde Kararnameler’in ve bazı uygulamaların gözden geçirilmesi, yanlışların düzeltilmesi ve gelecek yılki oylamada ülkemizi gözetim altında ülke statüsünden çıkartmaya çalışılması en doğru yol olacaktır.
Örneğin; OHAL’in mümkün olan en kısa zamanda kaldırılması, basının gerçek demokrasilerdeki özgürlük standartlarına kavuşturulması, referandum sırasında yapılan kural değişikliğinin geçersiz kılınmasının sağlanması için gerekli yasal ve hukuki çarelerin bulunması, özellikle Avrupa’da ciddi eleştirilere yol açan idam cezasının yeniden yasalaştırılacağı yolundaki söylemlerden vazgeçilmesi bence doğru yolda atılmış adımlar olacaktır. Unutulmasın ki, idam cezasının savaş halinde bile uygulanmasının yasaklanmasını öngören Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 13. Protokolü AKP iktidarı zamanında imzalanmış ve onaylanmıştır.
Unutulmaması gereken bir nokta da Avrupa Konseyi’ndeki kararın farklı siyasi partilere mensup, farklı eğilimdeki milletvekillerinin oylarıyla alınmış olduğudur. O nedenle bu karara karşı bazı ülkeleri cezalandırmaya çalışmanın isabetli ve sonuç alıcı olacağını düşünmek zordur.
Şimdi serinkanlı düşünmenin, ülkemizin çıkarlarına daha da fazla zarar verecek adımları atmaktan kaçınmanın ve sorunlarımıza daha az değil, daha çok demokrasiyle çare bulunabileceğini kabul etmenin zamanıdır.
Öfkeyle kalkanın zararla oturacağını söyleyen atalarımızın tavsiyesine kulak verilmelidir.”
Sayın Onur Öymen’in bu tespitlerine kulak verilecek mi?!… Isınan iç politika ve olası bir erken seçim bu ihtimali zayıflatıyor. “Isınan” derken; 2019’u uzak gören sabırsız, tüm takvimleri öne alan iktidar odaklı, toplumsal tepki ve eleştirilere kapalı siyasetten söz ediyorum. Yanılmak dileği ile!…
Bir yanıt yazın