“KİM”LİK (3)
Hüseyin MÜMTAZ
“Bu yurda her belâ içinden gelir.
Hepleri hep hiçin hiçinden gelir.
‘Allah birdir’ dersin, sorarlar niçin?
Sonra tokat ‘puta niçin’den gelir.
Genç Osman’ı lif lif yolan o güruh,
Kahpe devşirmenin piçinden gelir.”
(Kısakürek)
Yine aldı sözü Türkdoğan;
“Karahanlıların önderi Saltuk Buğra Han ‘İslam dinine girmiş’, Arapça’yı yazı dili olarak kabul etmiştir. Oysa bir dini sistem olarak İslamiyet, bu tür bir radikal değişime ışık yakmış değildir. Çünkü Kur’an: ‘Sizi kavimlere ayırdık ki birbirinizi tanıyasınız’ buyuruyor. Aynı şekilde, Hadis de: ‘Kişi kavmini sevmekle suçlandırılamaz’ veya ‘Kavminin efendisi kavmine hizmet edendir’ tarzında ‘kavim bağlılığını’ önermektedir. Kur’an’ın bu yaklaşımı, insan psikolojisinin harikulade bir niteliğini ortaya koymaktadır. Ana sevgisi, aile bağlılığı, vatan aşkı Allah’ın yarattığı ve kuluna ihsan buyurduğu eşsiz yüceliklerdir. Bunlar olmadan sosyal birlikteliğin ve hayatın anlamı olamazdı. Bu nedenle, millet sevgisi düşünülmeden ümmet sevgisine geçilemeyeceği gibi, bu iki evrensel değer birbiri için de feda edilemezdi. Millet özelliğinden yoksun bir ümmetçilik kadar, ümmet idealinden uzak düşen bir millet sevgisi (milliyetçilik) de İslami dengeyi bozabilirdi. İslam, aslında evrende ezeli armoniyi temsil eden bir dindir.
Yeniliğe açık bir mizaca sahip bulunan Türk kavimi (budunu) bu hassas dengeyi koruyacağı yerde, Arap ve İran kültür unsurlarını benimsemiş, kavim asabiyesini koruyamamıştır. Oysa bu iki kavim, İbn Haldun’un tarih felsefesinin özünü teşkil eden asabiye bilincine bağlı kalmak suretiyle kimliklerini korumuşlardır. Hatta Fazlur Rahman’ın belirttiği gibi, ‘Emevi ve Abbasi politikası, aslında Arapçılığın İslamileştirilmesi’ veya Seyit Hüseyin Nasr’ın yerinde teşhisiyle, ‘İslam’ın millileştirilmesi’ anlamına geliyordu. Gerçekte, ‘Araplar, İslam dinini adeta Araplaştırmışlardır’. Bu nedenle, İranlılar ve Araplar, İslam şemsiyesi altında milli kültürlerini korumuşlar, Türkler gibi kimlik kaybına uğramamışlardır. Bilindiği üzere, bir Türk boyu olan Afşinliler, bu süreçte Araplaştırılmışlardır.
Son yıllarda ele geçirilen İngiliz Gizli Servisi M15’in tespitleri bile: ‘İslam’ın milli özellikleri yok edici etkisi, Osmanlıların doğudaki akrabalarını unutmalarına yol açmış, bunun neticesi olarak da Asya’dan uzak düşmüşlerdir’ tarzındadır. Bu yargılar, aslında Türk toplumunun İslam’ı algılama biçimi kadar, mizaç ve kişilik yapısından da kaynaklanmaktadır. Bu da, Bernard Lewis’in deyimiyle her şeyden önce, ‘Türk toplumunun milli benliğini İslam içinde eritmiş olmasında aranmalıdır’.” (age. Kasım 2016.Sayfa14)
“Oğuz-Türkmen ikiliği, Edward Shills’in merkez-çevre (center-periphery) modeliyle daha iyi anlaşılabilir. İran Selçuklu devletini kuranlar, kendilerini Oğuz kabul ederek merkeze yerleşirken, Türkmenleri dışlamış ve çevreye itmişlerdir. Selçuklulardan itibaren devam eden bu zihniyet, Osmanlı’da daha sistematik bir biçim kazanmıştır.
Osmanlı zihniyetine göre, Karamanlılar da Türkmen olarak kabul ediliyorlardı. Fatih’in ‘Avni’ mahlasıyla yazmış olduğu bir şiirinde: ‘Hakkımızda saltanat iddia edermiş ol Karamani-Hüda fırsat vire gidem kıram ani’ tarzındaki serzenişlerinde, merkezin çevreye olan sert tepkilerine tanık olmaktayız. Merkezin çevreye, yani Oğuz’un Türkmen’e bu bakış açısı, aynen Yeniçerilere de yansımıştır. Otlukbeli Savaşı’nda, Yeniçeriler ve Rumeli Beyleri: ‘Hey uğursuz hain Türkmenler’ demek suretiyle Karamanlılar ordusuna saldırmışlardır. Aynı şekilde, Oruç Beg tarihinde Babailer de, Türkmen grubundan kabul edilmişlerdir. Bu yüzden Anadolu Selçuklularının da Babailere bakış açısı dışlayıcıdır. Nitekim Selçukluların Moğol istilası karşısında, Babailer Moğolları desteklemişlerdir. İnalcık’a göre, ‘Fatih’ten sonra Osmanlılar Türkmenliğe cephe almışlardır’. Hatta, Akkoyunlu-Türkmen rekabeti ortaya çıkınca Osmanlı bürokrasisi kendi Türkmenlerini Yörük adıyla Doğu Anadolu Türkmenlerinden ayırmıştır. ‘Türkmenler, Osmanlılarca Alevi-Kızılbaş olarak ayırt edilmiştir’.” (S.14)
“Halil İnalcık’ın isabetli teşhisiyle: ‘İlkin devletin sırf kullara (devşirmelere) dayanan bir hanedan imparatorluğu haline gelmesi, öbür yandan Türkmenlerin dışlanması sonucu, saray ve bürokrasi artık Türklük kimliği üzerinde durmamıştır. Osmanlı’nın, kendini Türk’ten ayrı tutması, bu tarihi ve siyasi şartlarla açıklanabilir’. Yine, İnalcık’ın belirlemesiyle: ‘Türklük, halk şairleri tüm hayat tarzı, yani dili ve kültürü ile (halkta) yaşamakta ve kendi ayrı etnik varlığının bilincinde idi’. Bu durum, bize, Osmanlı toplum yapısında yönetici sınıf veya aydın-halk farklılaşmasının kesin çizgileriyle belirlendiğini gösteriyordu.
Osmanlı düzeni, gerek Saraylı veya Enderun, gerekse Yeniçeri adı altında oluşturulan modellerle, hem bürokrasisini hem de ordusunu, küçük yaşlarda kazanılmış Hıristiyan çocuklarla teçhiz ederken, çiftçi veya reaya (köylü-halk) sınıfı kendi asli unsurunu oluşturuyordu. Robert Martin’e göre, yönetici aristokrasi: l) Eski ahiler (padişahın çevresinde bulunanlar); 2) Yöneticiler (Kapıkulu’ndan gelenler); 3) Taşralı memurlar olmak üzere üçlü bir farklılaşmayı ortaya koyuyordu. Robert Martin’in bu değerlendirmesine bir de askeri (military) sınıfı, yani Yeniçerileri ekleyebiliriz. Böylece, yönetici sınıf, en geniş anlamda bürokrasi ve militarist kadro doğrudan Ermeni, Rum, Slav, Boşnak, Arnavut ve Hırvat gibi ayrı etnik kökenlilerden oluşuyordu. Orhan Gazi (1326) tahta geçince, sarayda Rikâbdar adıyla bir memuriyet ihdas ederek maiyetinde bulunan Molla Ayas’ı ilk olarak Rikâbdar tayin etmiştir. Ancak, Enderunlu Atabey, Molla Ayas’ın devşirme suretiyle toplanan gönüllü çocuklarını, saraya ve Acemi oğlanları kışlasına yerleştirilerek, nizamları üzere hareket ettirilmesi hizmeti verildiğini yazmaktadır. Bu durum, devşirme geleneğinin Orhan Gazi döneminde ele alındığını bize açıklamaktadır. Bazı batılı araştırmacılar daha ileri giderek, Osmanlı’da rastladığımız Enderun modelinin Selçuklular’daki Harem yani Odalık geleneğine dayandığını ileri sürmektedirler. Özellikle, Osmanlı beyliği üzerine bir inceleme yapmış bulunan V. Dimitriadis bu görüştedir. Bu duruma göre, Devşirme modelinin geleneksel kimliğinin 1383-1387’lerden öncelere uzanmış olması gerekir. Yalnız, Enderun tarihçileri, kuruluşun bu dönemlerde Gazi Evrenos tarafından uygulandığını ileri sürmektedirler. Gerçekte, Selçuklu sultanlarının saraylarında, hükümdar için satın alınıp, terbiye görerek yetişen ve saray (enderun) hizmetlerine atanmış memurlar arasında Hacıbülhicab gibi hizmetlere rastlamaktayız.
Görülüyor ki, Osmanlıların kuruluşundan 1493’e kadar devşirmenin adı ‘pençik oğlu’ idi. 1565’den sonraki belgelerde ise Acem Oğlanları olarak geçiyordu. Bu kuruma, 17. yüzyılda verilen ad genellikle ‘Oğlan Cemi’ (1607-1608) ya da 1622’de gözlendiği üzere ‘Yeniçerilik için oğlan alınmak’ veya 1638, 1646’da rastlandığı gibi ‘Devşirme’ idi. ‘Pençi Oğlanı’ ise, kurumun ilk ortaya çıktığında kullanılmıştır. On altıncı yüzyıl tarihçisi Mustafa Âli’nin (1541-1600) -ki kendisi de Boşnak asıllı bir devşirmedir- ‘kul’ sözcüğünü ‘Devşirme’ anlamında ifade ettiğini, bundan da ‘Hıristiyan devşirme kökenini’ kastettiğini Cornell H. Fleischer açıklamaktadır. Yukarıda belirtildiği üzere, pençik sistemi I. Murat’ın 1377’de Edirne’yi başkent yapmasıyla başlatılmış, ancak I. Selim tarafından kaldırılmış, o zaman her savaş esiri için 20 akçelik vergi ihdas edilmiş olması bir gelenek halini almıştır.
Osmanlı’da kurumlaşan ve kökleşen devşirme veya Enderun sistemi, aslında militarist kadro ile bürokrasinin Türk olmayan unsurlara devri anlamını taşıyordu. Ancak, İnalcık, gayri müslimlerin on altıncı yüzyıla kadar, Osmanlı yönetici sınıfına devşirme sisteminin dışında da -yani dinlerini değiştirmeden- katıldıklarını açıklamaktadır. Böylece, memleketin sahibi ve devletin kurucusu Türk unsurlarının devreden çıkarılması, üretici ve vergi yükümlüsü tebaa yani reaya durumuna düşürülmesi, Osmanlı kimlik yapısındaki önemli sosyal yarılmayı oluşturur. Saraylı (Enderun) karşısında yer alan reaya aynı zamanda Yeniçeri ve Enderun gruplarının da vergilerini ödemekle yükümlü bir etrâktır. İnalcık’a göre, artık ‘16. yüzyılda Osmanlılarda Türklük kimliği silinmiştir’. Bu kavramın yerine Osmanlı, Anadolu Selçuklularından beri devam eden ‘Etrak’ sözcüğünü kullanmayı tercih etmiştir”. (S.15)
“Görülüyor ki, Türk devlet geleneğinde İslamiyet’in kabulü ile kimlik değişimi gündeme gelmektedir. Bu oluşumu, Karahanlılar, İran Selçukluları, Memluklar, Anadolu Selçukluları ve nihayet Osmanlılarda kesin çizgileriyle gözleyebilmekteyiz. Öyle ki, Türkçe bir kenara itilerek, yerini Farsça ve Arapça’ya terk etmiş; yönetim de İranlılara veya başka unsurlara bırakılmıştır. Osmanlı, atalarından intikal eden ve dini yaşantıyı belirleyen bu kültürel mirası, İslam dininin taşıyıcı unsuru olarak kabul ettikleri Arapça’nın etkisiyle birleştirerek, Osmanlıca denilen yapay bir dilin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Böylece, Türk toplumunda, bir yanda saray veya aydın dilini temsil eden divan edebiyatı, öte yanda halk edebiyatı olmak üzere, ikili bir kültür biçimlenmesiyle karşılaşıyoruz. Artık, Farsça saray ve edebiyat dili, Arapça ise ya hukuk ya da din ve millet dili durumuna geliyordu. Bütün eserler bu iki dilden çevriliyor, Türkçe asla kaale alınmıyordu.
Bunların da ötesinde, Osmanlıda, yönetici ve askeri tabakanın -Türk olmayan güçlerin eline geçmesiyle- artık Türk’ten dışlanmış bir toplumsal piramit, kültür yaşantısının bir parçası haline geliyordu. Bu nasıl oluyordu? Bu hususa kısaca değinmek istiyorum. Bilindiği üzere, Osmanlı toplum yapısında erkek kölelerin sadece askeri bir rolden fazlasını oynamaya başladıkları sıralarda, büyük ölçüde aynı nedenlerle, dişi kölelerin de hükümdarların hanesinde önemli bir varlık göstermeye başladıklarına tanık olmaktayız. Bu zihniyetin sonucu olarak, I. Mehmed’in annesi Devlet Hatun aslında bir köle idi. Devlet Hatun’un ilk adı ‘Binti Abdullah’ (İslamiyet’i sonradan kabul edenlere verilen lakap) idi. Ancak, Fatih’in babası II. Murad’ın annesi Dulkadir oğullarından Süli Bey’in kızı Emine Hatun’dur. Kısacası, Kanuni öncesi dönemin cariye valide sultanları şöyle sıralanabilir: I. Mehmed’in annesi Devlet Hatun, II. Mehmed’in annesi Hüma, II. Beyazıd’ın annesi Gülbahar, I. Selim’in annesi bir başka Gülbahar, Süleyman’ın ise Hafsa’dır. Peirce’ye göre: ‘Cariyelik sistemi Osmanlı siyasasının temel bir özelliğidir. Yönetici elit içinde (kadın-erkek) kölelerin artan önemi, aynı zamanda yönetimin güçlenmesine destek sağlamıştır. Osmanlı geleneğinde, yasal eşler varken bile sadece ve sadece cariyeler kanalıyla çocuk yapılması ve her bir cariyenin sadece tek bir çocuk yapması ve her bir cariyenin sadece tek oğul sahibi olmasına izin verilmesi bir devlet siyaseti olarak kabul edilmiştir. Böylece, hanedana kimin geçeceği denetim altına alınmıştır.’ Osmanlı’da, soylu hanedanla evliliğe ilk örnek Orhan Gazi’nin bir Rum Tekfuru’nun kızıyla evlendirilmiş olmasıdır. Orhan Gazi, ikinci kez, sonradan Bizans imparatoru olan, Kantakuzen’in kızı Theodora ile evlenmiş, ancak Theodora, din değiştirmeyi reddetmiş ve Bizans imparatorluk töreni diye bilinen (prokypsis) de, kutlamalara katılan Rum ve Türk davetliler önünde ihtişamlı bir şekilde gerçekleştirilmiştir. Harry Luke ve Paul Wittek, Osmanlı Devleti’nin sadece İslami değil bir dereceye kadar da Hıristiyan olan, hatta I. Beyazıt’ın oğulları arasında Mehmet ve Mustafa’nın yanı sıra, bir Süleyman, bir Musa ve bir İsa’nın bulunmasının sadece bir rastlantı olabileceği görüşünü de reddetmişlerdir. Daha sonraki padişahların da, harem vasıtası ile Hıristiyanlarla yakın ilişkilerde oldukları Speros Vryonis gibi araştırmacılar tarafından ileri sürülmüştür. Elbette ki, bu görüşlerin tamamı ile tutarlı olduğu tezi savunulamaz. Ancak, Osmanlı modeli, bu tür komplo teorilerinin üretilmesine kapıyı açık tutar görünmektedir.
Gerçekte, cariyelik sistemi, saraya devşirme akışını hızlandırmış, ordu ve yönetici sınıf giderek, Osmanlı toplum yapısında Türk olmayan unsurların eline geçmiştir. Böylece, yönetici tabaka -ki bir toplumun kültür yaratıcı kuşağını oluşturur- tümü ile Osmanlının ‘avdeti’ dediği dönme grubunun eline geçmiş oluyor, reaya veya halk tabakası ise, gelenekli Türk kültürünü yaşatan kaynağın odak noktasını belirliyordu. Kuruluşundan kısa bir süre içinde, bu tür ikili bir örgütlenme biçimi, toplum düzenine yansıyacak olan birliktelik şuurunda derin yarılmalara yol açacaktır. Daha ziyade mistik, kaderci ve içe dönük bir bakış açısını temsil eden halk edebiyatı ve kültürü karşısında, sürekli hayattan zevk almaya çalışan, hedonist ve dışa dönük Epikürien bir ‘Ben’ imajının temsil ettiği saray edebiyatı, Osmanlı kimliğindeki ikili (dikotamik) yapıyı ortaya koyar. Dil ve edebi üsluptan, sanat ve estetik anlayışına varıncaya kadar, hayat felsefesini temsil eden değer ve inanç sistemlerinde beliren bu farklılaşma, aynı zamanda iki kültürlü bir toplum modelinin de yaratıcısıdır. Osmanlı kültürünü derinden etkileyen bu ikili oluşumda, Enderuni aydın ile reaya diye belirlenen halk tabakasının ayrışımı, Türk toplumunun kader çizgisini belirleyecektir. Bu farklılaşmanın temel felsefesi de, yukarıda belirtildiği üzere tarihsel kökenlerden gelen Oğuz-Türkmen ikiliğinden kaynaklanmaktadır. Oğuz, merkezi temsil ederken ve yerleşik düzenin bilincini taşırken, Türkmen çevreye itilen, dışlanan karşıt bir unsur olarak algılanmıştır. Osmanlı da, Oğuz-Türkmen ikiliğinin süreklilik kazanmasına gayret göstermiş, yapısal yarılmalarda bütünleştirici ve uyumcu hiçbir fonksiyonel rol oynamamıştır. Tersine, kanalların daha da genişlemesi için her çeşit komplo teorilerini gündeme getirmekten çekinmemiştir. Özellikle, 16. yüzyılda Türkmenlerin Şialaşmasına, Karamanların ise Hıristiyanlaşmasına adeta seyirci kalmıştır. Toplum yapısında, ‘Ben ve öteki’ türü bilinçaltı yarılmaların içine itilmiş olması, Osmanlı’nın sonraları zuhur edecek olan birçok kültürel gerginliklerin de teşvikçisi olmuştur. Babai ve Şah Kulu ayaklanmaları, Şeyh Bedrettin ve Şah İsmail türü sosyal hareketler, hatta Celali olarak bilinen reaya eylem biçimleri de aslında çevrenin veya Türkmen’in, merkeze -Oğuz’a- yönelik önemli tepkileridir. Çevreyi temsil eden grupların bu baş kaldırıları, temel felsefe olarak, merkezin devşirme zihniyetine yönelik kimlik savaşından kaynaklanmaktadır. Hatta, Şah İsmail’in Güneydoğu ve Orta Doğu Türkmenlerinden yüz binlerce göçebe insanı İran’a kaydırmak suretiyle Safevi Devleti’ni kurması, merkez-çevre gerginliği sonucu ortaya çıkan çatışmaların ürünüdür”. (S.16)
“Stanford Shaw’a göre: ‘Genç Osman belki de annesi ve lalası Ömer Efendi’nin yerleştirdiği düşüncelerle imparatorluğu çöküşe götüren adem-i merkeziye, akraba kayırma ve rüşvet gibi olayları etkileyen gücün devşirmeler olduğunu düşünüyordu. Bu durumu düzeltmenin tek çaresi hem sarayı, hem de yeniçeri ocaklarını ‘Türkleştirmek’ olduğuna inanmaktaydı’. Zaten, Kısakürek bu gerçeği yukarıdaki şiirinde dile getiriyordu. Orhan Gazi’den itibaren yabancı soylu kadınlarla evlenme geleneği, bazı Batılı araştırmacıları ‘Osmanlı hanedanının safkan Türk olmaktan uzak bulunduğu’ sonucuna götürmüştür. Özellikle, A.D. Alderson, ‘hanedanlığın 1/16 oranında Türk kimliklerini korudukları’ kanısındadır. İnalcık’a göre, ‘bu sürecin devamlılığı 16. yüzyıldan itibaren Osmanlı’da artık Türklük kimliğinin silindiği’ anlamını taşır. Çünkü, kuruluşundan kısa bir süre sonra, Osmanlı dışı (devşirme) unsurlar, yönetimin üst kademelerinde kilit noktaları ellerine geçirmişlerdir. Tayyib Gökbilgin’in isabetli teşhisiyle ‘devletin en yüksek mevkileri artık devşirmelerin elinde idi’. Böylece, İnalcık’ın ‘patrimonyal Osmanlı’ devleti, Kindley’in ‘patrimonyal devşirme’ diye belirlediği bir yönetim biçimine dönüşmüştür. Fatih döneminde, kabile ve Oğuz geleneği yerine saray kullarına, Yeniçeri devşirme ordusuna yönelik bir devlet-i âliyye bilinci üstün gelmiştir”. (S.17)
“Mustafa Ali, Ahmedi, Aşıkpaşa ve Neşri tarihlerini tamamlayan nitelikte olan Oruç Beğ tarihi de bize, bu devşirme soylularının zaman zaman saray entrikalarına yönelmek suretiyle, fesat kaynağı haline geldiklerini açıklamaktadır. Nitekim Fatih’in veziri Rum Mehmet’in ‘Karamanoğlu ile anlaşması, hatta İstanbul fethinin intikamını Lârende’ye vardıktan sonra, şehrin kadınlarını ve oğlanlarını soyundurulması, babasının evi gibi harap ettirmesi; Ereğli’ye çıktığında Ereğli ilini ve köylerini yakıp yıkması’, 1613’de kaleme alınan Oruç Beğ tarihinde önemli bir yer tutar. Devşirme veya Osmanlı terminolojisiyle Avdetilerin, Enderun Mekteplerinin Küçük Oda, Orta Oda ve Büyük Odalarında yetişenlerin çoğunluğu, yönetimin sadrazamlıktan itibaren tüm kademelerini işgal etmelerine neden oluyordu. Çoğu Rum, Ermeni, Slav, Arnavut, Boşnak, Hırvat ve Yahudi soyluları (İspanya, Portekiz-Sephard grupları ve Eşkenaziler yanında Sabatay Sevi toplulukları da bu kategoride düşünülebilinirler) Osmanlı modernleşme batılılaşma standartlarına yeni kimlik kazandırmada katalizatör rol oynamışlardır. Özellikle, Sefarad Yahudileri, İspanya ve Portekiz Avrupası’ndaki deneyimlerini Selanik ve İstanbul gibi yenilik odak noktalarında Türk toplum yapısına şırınga etmeyi başarmışlardır”. (S.17)
Yüzleşmek tamam da, üç bölümdür okuduğu(m)nuz bu yüzlerce yıllık “muhteşem” tarihten sonra bende hâl kalmadı.
Ey okuyucu! Seni bilmem ama beni (h)afakanlar bastı. Kafamı toparlayabilmem için dışarı çıkıp, güneş batmadan; “Kısakürek’in” yukarıya aldığım mısralarını da unutmaya çalışarak şöyle bir saat kadar yürümem lâzım.
Sonra yine buradayız efendim, devam edeceğiz. 27.04.2017