Alaeddin Yalçınkaya
İdlip’te kimyasal gaz deposunun bombalanması veya kimyasal gaz bombası atılması ile yüzlerce sivil, kadın, çocuk hayatını kaybetmiş veya sakat kalmıştır. Olay üzerine başta Şam yönetimi ve Rusya olmak üzere Esed rejimi destekçileri büyük tepki almış ve Şayrat’taki Suriye hava üssüne ABD tarafından 59 Tomahawk ile füze saldırısı gerçekleşmiştir. Bundan rahatsız olan Rusya ise bir başka bölgeye füze yağdırmış, ancak burada da ölenler veya yaralananlar Rusya nezdinde suçlu durumundaki ABDliler değil sivil Suriyeliler olmuştur. Gelişmeler sıcaklığını korurken yeniden Üçüncü Dünya Savaşı endişeleri batı medyasında gündeme gelmiştir.
ABD, Şayrat’ı vurmadan Rusya’ya bilgi vermis, üste bulunan Suriye’nin işe yarar uçakları korunaklı yerlere çekilmiş, saldırı sonunda hangarda bulunan bazı eski savaş uçakları tahrip edilmiştir. Bir anlamda, rejimin gaz bombası kullanmasına karşı dünya kamuoyunun gazı alınmıştır. Suriye rejimi ile askeri işbirliği içinde olan Rusya’nın bölgedeki mevcut füze savunma sistemi, ABD tomahawklarını havada imha etme kabiliyetine sahipken buna başvurulmamış, sertleşen mesaj teatileri ile durum idare edilmiştir.
Öte yandan İngiltere dışişleri bakanı, Rusya ziyaretini iptal etmiş, sert mesajlarla Rusya’nın karşısında ABD’nin yanında olduğunu deklare etmiştir. Böylece İngiltere, Brexit süreci bunalımları içinde iken kamuoyu nezdinde üste çıkmayı başarmıştır. Bütün bunlara karşın Suriye’de gerek son saldırılarda gerekse öncekilerde hayatlarını kaybeden, sakat kalan, acilen tedavi görmesi gereken, günlük yiyecek bulamayan insanların derdine deva olmak üzere herhangi bir tedbir veya program bilinmemektedir.
Trump yönetimi, Suriye’de Esed’in en azından pasif hamisi görüntüsü veren Obama yönetimine tepki olarak gönderdiği füzelerle dünya kamuoyu nezdinde bir miktar olumlu puan almıştır. Halbuki 2013’te Esed rejiminin kimyasal saldırısı üzerine Trump, o zamanki başkan Obama’nın Şam rejimine yönelik askeri hareket düzenlememesi gerektiğini söylemişti. Rusya ise Esed’ın terör örgütü IŞİD ile mücadele ettiği, dolayısyla ABD’nin terörle mücadele eden Suriye yönetimine karşı silah kullanmaması gerektiğini söylemektedir.
ABD’nin Şayrat’ı göstermelik de olsa vurmasının Türkiye’den de büyük destek bulması, Suriye iç savaşının başından beri uygulanan hatalı politikanın devam ettiği anlamına gelmektedir. İdlip’te yaşanan vahşet, şüphesiz gerek sözleşmelere dayanan bugünkü pozitif Uluslararası Hukuk kurallarına (Savaş şartlarında sözkonusu olan İnsancıl Hukuk’a, bu bağlamda önemli düzenlemeler getiren Cenevre belgelerine) gerekse insanlık vicdanına karşı iğrenç bir saldırıdır. Bununla alakalı her türlü kınama, suçluların cezalandırılması ile mağdurların zararlarının giderilmesi yolundaki girişimler her devletin görevidir ve gereklidir. Önceki yazımda sözkonusu olan Halep’te cami bombalanması sonucu ibadet etmek üzere mabede toplanan yüzlerce sivilin hayatını kaybettiği veya yaralandığı olayın sorumluluğunu da ABD hemen kabul etmişti. Buna karşı gerek Türkiye’den gerekse dünya kamuoyundan bu konuda gerekli tepki gösterilmemiştir. Halbuki belirttiğimiz belgeler ve insanlık vicdanı, tıpkı siviller, çocuklar ve yaşlılar gibi mabetleri de korumaktadır. Camide ibadet esnasında mabedin enkaza çevrilmesinin siviller üzerine kimyasal bomba atmaktan daha masum bir tarafı yoktur.
Tıpkı terör saldırılarından sonra sorulduğu gibi İdlip’teki kimyasal saldırıyı yapan veya yaptıran gücün nihai hedefi ne olabilir suali gündeme getirilmelidir. Ve Türkiye ona göre politikasını belirlerken ABD’nin hesaplarına peşinen teslim olmamalıdır. Esasen bugün Suriye ve Irak’taki manzara Washinton’daki başkanlardan bağımsız olarak Yahudi lobisi, Pentagon, CIA ile İsrail’in kendisine göre tutarlı, kararlı ve sürekli ilerleyen bir programının sonucudur. Ne yazık ki bu sonuca gelinceye kadar Türkiye’nin hataları sözkonusu olmuştur.
Türkiye, ABD’nin saldırgan politikasına destek va’d ederken bir adım sonrasını, İsrail’in stratejisi ile kendi çıkarlarının ne derece uyumlu olabileceğini hesap etmelidir. Parçalanması istenen devletler arasında Türkiye’nin de bulunduğu, bu yönde büyük yatırımlar yapıldığı herkesçe malumdur. Terör örgütleri PKK, PYD, IŞİD ile şehir savaşları da bu stratejinin parçasıdır. Bu gerçekler ortada iken ABD’deki Yahudi lobisinin son sözü söyleyeceği politikaya Türkiye’nin destek vermesi mümkün değildir.
Bunun yerine güvenlik temelli, mülteci akımına son verecek, mevcut mültecileri kendi ülkesinde huzur ve barış içinde yaşatacak şartların hazırlanması, bu yönde diplomatik gayretlerin yoğunlaştırılması gerekmektedir. Bu bağlamda Ankara’nın öncelikle komşularıyla doğrudan muhatap olması, Rusya veya ABD güdümünde sınırdaş ülkelerle çatışmaya girmemesi gerekmektedir.
Trump, Obama’nın eleştirilen pasif tutumuna karşı alkışlanan bir girişimde bulunmuş, Rusya ve İngiltere ise gerilimi tırmandırarak oyunun yeni aşamasında daha güçlü pozisyon edinmeye çalışmıştır. Bu sürecin devamında ABD-Rusya veya bir adım sonra dünya savaşı beklenmemektedir. Belirtmek gerekir ki Soğuk Savaş’ın en şiddetli yılları kabul edilen Dehşet Dengesi döneminde dahi ABD ile SSCB karşı karşıya gelmemiş, ara aktörler üzerinden vekalet savaşı görüntüsüne karşın sürekli kazanan, zemin genişleten taraflar olmuştur. Esasen 11 Eylül sonrası Afganistan’a veya Irak’a müdahale, en azından Arap Baharı sürecinde yaşananlar metamorfozik (değişime uğramış) bir dünya savaşı olarak görülebilir. Bununla beraber İsrail merkezli büyük strateji ABD’deki yeni yönetimin gereklerine göre yürütülmektedir. Başta Türkiye olmak üzere felaket mahallinin yanıbaşındaki ülkeler ise, alevler daha fazla kendilerine sıçramadan yangını bir an önce söndürme ve enkazı kaldırma projelerine kafa yormalıdır.
alaeddinyalcinkaya@gmail.com
Öncevatan, 10.04.2017
Yazıları posta kutunda oku