Türk tarih yazımı savaş sonrası hareketi beş yıl sonraki cumhuriyetin kuruluşuna öncülük etmiş gibi gösterse de, rejim değişikliği bu koalisyonun gündeminde yoktu. Gerçekte mesele yeni bir devletin kuruluşu değil, eskisini mümkün olabildiğince kurtarmakla alakalıydı.
Aykırı Adam veya
Birinci Dünya Savaşı Sonunda Osmanlı İmparatorluğu’nda Neden Rejim Değişikliği Olmadı?
Erik-Jan Zürcher
Birinci Dünya Savaşı’nın sonucunun Avrupa’nın siyasi haritasını değiştirdiği yaygınca söylenir. Savaşın yarattığı en kapsamlı sonuç şüphesiz ki Avrupa’nın büyük kıtasal imparatorluklarının ortadan kalkmasıydı: Romanov, Habsburg, Hohenzollern ve Osmanlı imparatorlukları. Alman İmparatorluğu hariç, ki özünde Bismarck tarafından Prusya iktidarını konsolide etmek için terkip edilmiş bir yapıydı, üçü gerçek, tipik imparatorluklardı: coğrafi olarak geniş bir alana yayılmış, derin tarihsel köklere sahip hanedanlıklar tarafından yönetilen kompozit siyasal sistemler. Moskof’un hükümdarları, 1547’den beri “Tüm Rusyaların Çarı” imparatorluk unvanını taşıyorlardı. Habsburglar 1438’den 1806’ya dek Kutsal Roma İmparatorluğu’nun, sonrasında ise Avusturya’nın imparatorları oldular. İmparatorluk orijinal olarak Roman İmparatorluğu’nun devamcısı olma iddiasından kaynaklanan bir Ortaçağ Avrupa’sı geleneği olduğundan, Osmanlı devletinin ne zaman bir imparatorluğa dönüştüğünü söylemek kolay değil. Ancak 1453’te İstanbul’un fethi itibariyle, Osmanlının imparatorluk statüsü taşıdığını kesinlikle söyleyebiliriz.Fatih Sultan Mehmed’in (başka birçok unvanının yanı sıra) “Kayser-i Rum” unvanını benimsemesi, Sultan’ın Bizans imparatorlarının halefi haline geldiği mesajını verme amacını taşıyordu.[1] Başka bir deyişle, bu imparatorluklardan üçü, 350 ila 450 yıldır imparatorluk olarak mevcuttular. Alman İmparatorluğu’nun aksine, hanedana ilişkin ve dini bileşenlere sahip hegemonik bir ideoloji ile bir arada tutulan bileşimde çok dilli, çok etnisiteli ve çok dinli olmaları anlamında da gerçek imparatorluklardı.[2] Birinci Dünya Savaşı bunların tümünü değiştirdi. Habsburg ve Osmanlı İmparatorluklarının yerini ulus devletler aldı (ulus, yeni devletin sınırlarına pek karşılık gelmese de) ve Rus İmparatorluğu’nun yerini nihayetinde teorik olarak bağımsız ulusal cumhuriyetlerin bir birliği olan Sovyetler Birliği aldı.
Ancak savaşın hemen ertesindeki döneme baktığımızda, farklı bir tablo ortaya çıkıyor: Romanov İmparatorluğu Mart 1917’de ve Habsburg ve Hohenzollern imparatorlukları on sekiz ay sonra sona ererken, Osmanlı İmparatorluğu 1922 yılına kadar mevcudiyetini sürdürdü ve ardından gelen devlet, Türkiye Cumhuriyeti, Ekim 1923’e kadar ilan edilmedi – Almanya, Avusturya, Macaristan ve Rusya’daki denklerinden beş ila altı yıl sonrasına dek. Bu nedenle, Birinci Dünya Savaşı’nın mağlup güçleri arasında savaşı sona erdiren barış antlaşmasını halefin değil de eski rejimin imzaladığı bir tek Osmanlı İmparatorluğu hükümeti oldu. Versailles, Trianon ve St. Germain imparatorluklarının halefi olan devletler tarafından imzalandı, tıpkı Almanya ve Rusya arasında Mart 1918’de savaşı bitiren Brest-Litovsk antlaşmasında olduğu gibi (en azından Rus tarafı açısından). Sèvr Antlaşması Osmanlı sultan-halifesinin elçilerince imzalandı. Formel siyasal düzenin ve imparatorluktan ulus devlete geçişin ötesine baktığımızda da Osmanlı/Türk örneğinin son derece istisnai olduğunu görürüz. Diğer örneklerin her birinde hakiki bir rejim değişikliği de söz konuydu. Yeni cumhuriyetlerde iktidarı elinde tutanlar ayırt edilebilir şekilde farklı insanlardı, farklı siyasal akımlardan geliyorlardı ve imparatorluklarınkinden farklı sosyal arka planlara sahiptiler (Macaristan’da kraliyetçi bir restorasyon 1919’da eski rejimden bazılarını geri getirse de). Osmanlı Anadolu’sunda yani sonrasında Türkiye Cumhuriyeti olacak alanda, böyle bir rejim değişikliği gerçekleşmedi ve Birinci Dünya Savaşı sırasında yönetimde ve silahlı kuvvetlerde önde olan insanlar 1950’ye kadar iktidarda kalmaya devam ettiler.[3]
Osmanlı örneği ile diğer dördü (Rusya, Almanya, Avusturya ve Macaristan) arasındaki farkı açıklamak için, önce Birinci Dünya Savaşı sonunda bu imparatorlukların çöküşüne neden olan etmenlere bakmayı öneriyorum. Böyle bir inceleme, etmenlerin ne derece benzer veya benzemez olduğunu ortaya çıkaracaktır. Ardından aralarında bir karşılaştırma yapmak için bu ülkelerin her birinde iktidarın yeni rejimlere transfer edilişine bakacağım.
İmparatorlukların çöküşünün sebepleri
İmparatorlukların (ve Macaristan’ın durumunda kraliyetin) çöküşünün ilk sebebi olarak savaşın ve özellikle de savaştaki mağlubiyetin rolünün incelenmesi gerektiği açık. Paradoksal şekilde, her bir durumda yenilgiye stratejik dengeyi değiştirmeyi beceremeyen büyük çaplı taktik askeri başarılar sebep olmuştu.
Ortadan kalkan ilk imparatorluk Romanovlarınki oldu. Savaş yüksek can kaybı oranlarına sebep olmuş ve son derece yüksek sayıda askerin de esir düşmesine yol açmıştı. Sayının 3,3 milyon olduğu tahmin ediliyor,[4] Britanya, Fransa veya Alman ordusununkinden kat kat fazla. Rusya’nın “son eğlencesi,” Avusturya-Macaristan’a karşı ilk başta spektaküler bir zafer olan ama aynı yılın sonbaharında durma noktasına gelen 1916 yazındaki Brusilov taarruzu idi. Rusya’nın yeni müttefiki Romanya Alman güçleri tarafından o yılın sonunda yenildi ve işgal edildi. Savaşı lehte koşullarla sona erdirecek bir atılım umutları böylece altüst oldu ve moral bozukluğu çöktü.
O sıra ekonomik altüstlük çok ciddiydi. Sanayinin silah üretimi için seferber edilmesi, Rusya savaş devam ettikçe daha donanımlı hale geldiğinden kendi açısından başarılı olmuştu ama sivil sektör yaşamsal üretimden yoksun kalmıştı. İlkel durumdaki lojistikle birleştiğinde açlık 1916-17 kışında Rus kasabaları ile şehirlerini vurdu. Şubat itibariyle ekmek ayaklanmaları baş göstermişti ve başkentteki sanayi işçileri greve çıktı. Mart başı itibariyle ise Petrograd’daki devasa Putilov silah fabrikasının işçileri greve çıktılar ve hükümet çaresiz kaldı.
Savaş Avusturya ve Macaristan’da da benzer bir etki yarattı. Burada da savaşa yönelik halk desteği, zafere olan inancın yitirilmesi ve artan ekonomik altüstlüklerin bir birleşimi ile eridi. Zafer ümitlerini yükselten (ve bu anlamda Brusilov Taarruzunun Avusturya-Macaristan dengi olan) son büyük Avusturya taarruzu, İtalyan ordusunu kısa sürede çökerten 1917 Ekim-Kasım’ındaki Caporetto Muharebesiydi. Ancak taarruz, esasen Avusturya-Macaristan ordusunun lojistiği kendi hızlı ilerlemesi ile başa çıkamadığı için, Piave nehrinde bir pata kalma durumu ile sona erdi. Atılımın başarısızlığa uğraması, savaştan başarılı bir sonuç elde edileceği inancını yok etti, tam da Rusya’daki gelişmeler (Bolşevik Devrimi) İttifak Devletlerine yeni umut vermişken.
Rusya’da olduğu gibi Avusturya-Macaristan’da da gıda durumu 1916-17’de daha da ciddileşti ve büyük şehir merkezlerinde gıda ayaklanmaları baş gösterdi. Bolşevik Devrimi sanayi işçileri arasında radikal sosyalist aktivistlerin bir “ekmek ve barış” programı getirmeleri için elini güçlendirecekti. Ocak 1918’de hükümet ailelerin un tahsisatını azalttığında Budapeşte’de işçiler greve çıktılar. Bu grevler yangın gibi başkent Viyana da dahil Avusturya ve Macaristan’ın tüm şehir ve kasabalarına yayıldı. Toplamda 700.000 kadar işçi katılmıştı.
Almanya’daki gelişmeler de benzer bir seyir izledi. Ludendorff tarafından 1918 Mart’ında başlatılan büyük Kaiserschlacht taarruzu taktik bir başarı ancak stratejik bir başarısızlık oldu. Nisan sonu itibariyle bir Alman ilerlemesi şansının boş olduğu ve İtilaf Devletlerinin taarruza devam etmeye yeterli Amerikan askeri ile güçlenmesinin an meselesi olduğu net hale geldi.
Ludendorff taarruza geçtiğinde Almanya’daki gıda tedariki kısmen Britanya’nın etkili ablukası sebebiyle zaten kritik durumdaydı. Ukrayna’dan çok ihtiyaç duyulan tahıl ancak Mart 1918’de Brest-Litovsk Antlaşması’nın imzalanması sonrasında gelmeye başladı. Beslenme yetersizliği yaygın hale geliyordu (1917 sonu itibariyle 250.000 insan açlıktan ölmüştü) ve Ocak 1918 sonunda kötü yaşam koşulları Berlin’deki mühimmat ve silah fabrikalarında bir grev dalgasına yol açtı ve hızla Almanya’nın kuzeyine yayıldı. On gün önce Avusturya’da olduğu gibi, Bolşevik Devrimi’nden ilham alan radikal sosyalist aktivistler bu grevlerde kilit rol oynadılar. Ancak dört milyon kadar işçinin katıldığı bu grevler hızla ve acımasız şekilde bastırıldı. Yüz elli elebaşı kurşuna dizildi ve 50.000 işçi cepheye gönderildi.[5]
Büyük kıta imparatorluklarının her birinde iki etmen bir araya gelmişti: tıkanma noktasını aşmak ve zafere ulaşmak için topyekûn bir askeri çabanın hayal kırıklığı ile sona ermesi ve yaygın bir toplumsal huzursuzluğa sebep olan kritik bir gıda sorunu. Gıda kıtlıkları enflasyon, düşen hayat standartları ve karaborsanın ortaya çıkışından oluşan daha büyük bir tablonun parçasıydı. Rusya’nın 1917 başında, Avusturya-Macaristan’ın Ocak 1918’de ve Almanya’nın 1918 ortasında yüz yüze olduğu durum buydu.
Peki ya Osmanlı İmparatorluğu? Osmanlı Ordusu gerçek askeri başarısını Nisan 1916’da Kut-ül Amare’de 6. Britanya Hindistan’ı tümenini teslim alarak elde etmişti. 1917’de ise Mart’ta Bağdat’ın, Aralık’ta ise Kudüs’ün kaybı ile ciddi yenilgiler yaşadı. Bu kayıplar moral bozucuydu çünkü Ortadoğu’nun iki tarihi merkeziydiler ve 1916’da kutsal şehir Mekke’nin Arap asilere kaybedilmesinin hemen ertesinde geldiler. Ancak 1917 sonu itibariyle Osmanlılar Ortadoğu’da İngilizleri durdurmayı başardılar ve Bolşevik Devrimi’ni takiben de 5 Aralık 1917’de Rus ordusu Erzincan’da Osmanlılar ile ateşkes imzaladı. Osmanlı güçleri Brusilov, Caporetto veya Kaiserschlacht gibi topyekûn bir taarruza girişmek için çok zayıftı ama büyük bir karşı taarruz ciddi şekilde düşünülüyordu. Suriye’de 1917 yazında Altıncı ve yeni kurulan Yedinci Ordudan oluşan ve bir Alman tugayını da içeren yeni bir ordu grubu oluşturuldu. Almanlar tarafından “Heeresgruppe” olarak adlandırılan bu Yıldırım ordusu, İngilizleri Mezopotamya’dan püskürtmeyi ve Bağdat’ı kurtarmayı amaçlıyordu. Fakat grup Mezopotamya cephesine hareket etmeden önce Filistin’deki durum o denli tehdit edici hale geldi ki, orası yerine buraya gönderildi.[6]
Enflasyon, düşen hayat standartları ve gıda kıtlıkları 1917-1918’de Osmanlı İmparatorluğu’nda da gündemdeydi. 1918 başı itibariyle fiyatlar resmi pazarda savaş öncesinin dört katıydı, karaborsada ise bundan kat kat yüksekti.[7] 1915-1916’nın büyük kıtlığı Suriye ve Filistin’i etkiledi ve hem çekirge istilasından hem de askeri hükümetin politikalarından kaynaklanıyordu.[8] İstanbul ve İzmir gibi şehirler Suriye’deki durumdan etkilenmediler ancak İtilaf Devletlerinin ablukası daha önce Ukrayna ve Romanya’dan gelen buğdaya güvenen Osmanlı şehirlerinin artık Anadolu’nun buğdayına dayanmak zorunda olduğu anlamına geliyordu. Buğday üretimi alanları ile büyük şehirler arasında ulaşım yetersizliği savaş boyunca ciddi kıtlıklara ve yüksek fiyatlara sebep oldu.
Dolayısıyla Osmanlı’nın 1917-18’deki durumu yaşam koşullarının ve gıda tedarikinin en az onlar kadar kötü olmasıyla diğer imparatorluklardakine benziyordu ve imparatorluk, askeri olarak hiçbir zafer olasılığı olmaksızın savunma pozisyonundaydı. Osmanlı örneğinde askeri durum savaşın gidişatını topyekûn bir taarruz ile değiştirme girişiminin önüne geçse de, böyle bir taarruz aslında planlanmış ve hazırlığı yapılmıştı.
Üç imparatorluk için son bir ortak unsur ise elbette ki nihai yenilginin kendisi. Rusya’daki yeni Bolşevik hükümeti Mart 1918’de Brest-Litovsk Antlaşması ile yenilgiyi kabul etmek zorunda kaldı. Avusturya, Macaristan ve Osmanlı İmparatorluğu içinse askeri yenilgi onları sırasıyla 3 Kasım ve 30 Ekim’de ateşkesi kabul etmeye mecbur etti. Almanya 1918’in on birinci ayının on birinci gününün on birinci saatinde imzaladı ateşkesi. Her örnekte, yenilgi o denli kapsamlıydı ki galiplerin cezalandırıcı barış şartları dayatmasını mümkün kıldı.
Ancak benzerlikler burada bitiyor çünkü 1917 başında Rusya’da ve 1918 başında ve sonunda Almanya, Avusturya ve Macaristan’da olanın aksine, Osmanlı İmparatorluğu’nda yaygın bir toplumsal huzursuzluk, hiçbir protesto, hiçbir grev olmadı. Bu bizi, rejim değişikliklerinin gerçek mekanizmalarını ele almaya götürüyor. Açlık, demoralizasyon ve yenilgi Avrupa’nın kıtasal imparatorluklarının sonunu getirdiyse eğer, iktidarın el değiştirmesi nasıl gerçekleşti ve bu süreç Osmanlı İmparatorluğu’ndaki gelişmelerle nasıl karşılaştırılabilir?
Rejim değişikliği mekanizmaları
Değişim işçi ayaklanmasının doğrudan bir sonucu olarak önce Rusya’ya geldi. İşçiler Şubat’ta Petrograd’da greve çıktılar ve grevler yangın gibi yayıldı. Çar’ın hükümeti hareketi bastırmayı denediğinde bunu yapmak için Petrograd garnizonuna güvenemeyeceğini gördü. İşçileri bastırma girişimleri nedeniyle Nicholas II kalan desteğini de yitirdi ve cepheden başkente dönmeye çalışırken, 2 Mart’ta tahttan inmek zorunda bırakıldı. Önce Lvov, ardından da ılımlı sosyalist Kerenski yönetiminde iktidarı devralan geçici hükümet, devletin biçimi konusunda en başta belirsiz bir tutum aldı. Rus cumhuriyeti resmen 15 Eylül 1917’de, “Kornilov krizinin” veya General Kornilov’un St. Petersburg’da devrimi bastırma girişiminin zirve noktasında ilan edildi. Bildiğimiz üzere, kısmen Kerenski’nin Troçki’nin Kızıl Muhafızlarına dayanması nedeniyle, bu cumhuriyet kısa ömürlü olacaktı, Kerenski hükümeti Kasım’da Bolşevikler tarafından iktidardan indirildi.[9]
Savaşın sonunda, Avusturya ve Macaristan da rejim değişikliğine sahne oldu ancak çok farklı şekillerde. İmparatorluğun tüm Almanları adına konuştuğunu iddia eden bir “Alman Avusturya Devleti,” 30 Ekim 1918’de Viyana’da resmen kuruldu. 3 Kasım’da Avusturya genelkurmayı İtilaf Devletleri ile ateşkes imzaladı ve 11 Kasım’da İmparator Karl I siyasal yetkilerinden feragat ettiğini açıkladı. Karl I resmen tahttan inmeksizin önce Viyana’yı, sonra da Avusturya’yı terk etti. Açığa çıkan iktidar boşluğu dolduruldu ve sonraki gün Sosyal Demokrat lider Karl Renner Alman Avusturya Cumhuriyeti’ni ilan etti. Başlangıcından itibaren bu suni bir devletti çünkü Alman Avusturyalıların büyük çoğunluğu Almanya ile birleşme fikrinden yanaydı. Bu arzu Avusturyalıları yeni devletin isminden “Alman” kelimesini çıkarmaya zorlayan İtilaf devletlerince engellendi. Savaşın hemen ertesindeki zorlu dönemde (1919-1920), Avusturya’nın Sosyal Demokrat Partisi SPÖ, Katoliklerle birlikte çalışarak, bir derece istikrar sağlamayı başardı.[10]
Macaristan’daki gelişmeler daha dramatikti. 31 Ekim 1918’de sözde “Aster Devrimi” Macaristan’da liberaller ile demokratların bir koalisyonunu iktidara getirdi. Eski kraliyet Başbakanı Kont Tisza askerler tarafından öldürüldü ve bir liberal ve pasifist bir zengin iş adamı olan yeni Başbakan Károlyi, Macar ordusunun silahsızlandırılması ve dağıtılması ve ardından jandarma ve polisin de tasfiyesi emrini verdi. 16 Kasım’da Károlyi hükümeti hemen ardından Çek, Sırp ve Romanya güçlerinin saldırısına uğrayacak Macaristan Halk Cumhuriyeti’ni ilan etti. Kaos sürdü ve 21 Mart’ta iktidar Béla Kun’un komünistlerinin hâkim olduğu yeni Sosyalist Parti’ye devredildi. Ağustos başına kadar sürecek ve gücünü bir silahlı fabrika işçileri milisi olan Macar Kızılordusu’ndan alan Macaristan Sovyet Cumhuriyeti’ni kurdular. Ağustos’ta Cumhuriyet doğuda işgalci Romanya ordusu, batıda ise Amiral Horthy idaresindeki muhafazakârlar tarafından yıkıldı. Horthy Macaristan’ın iki savaş arası dönemdeki güçlü adamı haline gelecekti ve farazi bir Macaristan Krallığı’nın naibi olarak hükmetti.[11]
Sosyalistler Rusya, Avusturya ve Macaristan’da olduğu gibi Almanya’da da monarşiden cumhuriyete geçişte kritik bir rol oynadılar. Ordunun başı Erich Ludendorff’un ısrarı ile Almanya 8 Kasım’da ateşkes görüşmelerine başladı. Sonraki sabah Kayser, kendi hükümetinden gelen bir ültimatom üzerine sınırı geçerek Hollanda’ya kaçtı. O vakte kadar Almanya’daki eski düzen çoktan sallanmaya başlamıştı bile. Kiel deniz üssündeki denizciler, kraliyet yanlısı donanma subayları filoyu İngiliz donanması ile Almanya’nın onurunu kurtarmak amacıyla tasarlanmış son bir hesaplaşma için denize çıkarmayı planlarken isyan çıkardılar.
Takip eden hafta boyunca işçiler Berlin’de protesto gösterileri yaptılar. Spartakistler grevler organize ettiler ve Rus Sovyetleri modeline dayalı işçi ve asker konseyleri kurdular. 8 Kasım’da bağımsız bir sosyalist olan Kurt Eisner, Bavyera Cumhuriyeti’ni ilan etti. 9 Kasım’da Sosyal Demokrat Friedrich Ebert, şansölye olarak Prens Max von Baden’in yerine geçti ve Sosyal Demokrat politikacı Phillipp Scheidmann Alman cumhuriyetini ilan etti. Bu cumhuriyetin hükümeti 11 Kasım’da ateşkes anlaşmasını imzaladı. Ateşkesin sonuçlandırılmasının ardından iki ay boyunca radikal solun mu – 1917’de savaşa karşı çıkmaya başlayan Bağımsız Sosyal Demokratlar ve Spartakistler – yoksa çoğunluk Sosyal Demokratların mı kazanacağı belirsizdi ama Ocak ayında yapılan Weimar meclisi seçimleri ılımlı Sosyal Demokratlar için kesin bir zafer oldu. İki gün sonra Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht Berlin’de katledildiler, tıpkı Eisner’in Münih’te bir ay sonra katledileceği gibi. Weimar Cumhuriyeti Sosyal Demokratlar ile ılımlı burjuva partileri arasında işbirliği temelinde ve ordu liderliği ile düzenin sağlanacağına ve ordunun “onurunun” korunacağına dair örtülü bir uzlaşmaya dayalı olarak sağlam şekilde kurulmuştu.[12]
Osmanlı İmparatorluğu için, Bulgar ordusunun Eylül 1918’de Makedonya’da çöküşü ve Ekim’de Megiddo muharebesindeki İngiliz atılımı nihai yenilginin sinyalini vermişti. Ülkeyi Ocak 1913 darbesinden (Bab-ı Ali Baskını) bu yana yönetmekte olan İttihat ve Terakki Komitesi’nin savaş dönemi liderleri kabineden çekildiler ve 17 Ekim’de yeni ama halen İttihatçı hakimiyetinde bir kabine göreve geldi. Bu kabine, 31 Ekim’de yürürlüğe giren Mondros ateşkes anlaşmasını imzaladı. 2 Kasım’da, Ermeni soykırımı ile doğrudan ilişkili olanlarla birlikte İttihadın savaş dönemi liderleri, bir Alman denizaltısı ile ülkeden Odessa’ya kaçtılar. 11 Kasım’da İttihatçı ağırlıklı kabine istifa etti ve yerine diplomat Ahmed Tevfik Paşa’nın idaresinde politik olarak tarafsız bir kabine geldi. İttihat karşıtı akımların bir koalisyonu olan İtilaf Hürriyet hakimiyetinde yeni bir hükümet ancak Ocak’ta kuruldu. Fakat İttihatçılar hem ordunun hem de bürokrasinin denetimini ellerinde tutmayı sürdürdüler ve Kasım’dan başlayarak konumlarını hem Trakya hem de Anadolu’da siyasi ve askeri mücadeleyi devam ettirmek için hazırlıkları başlatmak amacıyla kullandılar.[13]
İmparatorluk rejimlerinin düşüşünün sebepleri dört imparatorluk için de ortak ise, savaş sonrası dönemdeki siyasi gelişmeler bir yanda Almanya, Rusya ve Avusturya-Macaristan, öte yanda ise Osmanlı İmparatorluğu arasında bir dizi önemli farkı ortaya çıkarıyor gibi görünüyor. Dört örneğin tümünde imparatorluk yapısı derhal ilk aşamasında ılımlı ve radikal sosyalistler tarafından domine edilen bir cumhuriyet düzeni ile değişse de, Osmanlı İmparatorluğu’nda monarşi yerinde kaldı. Savaş dönemi liderliği, konumundan ancak aşamalı olarak tasfiye edildi ve nihayetinde yerlerini sosyalistler değil İttihat karşıtı ama saray ile yakın bağları ve çok az halk desteği olan çoğunlukla [İttihat harici] Jön Türk grupları ve bireyler aldı.
Siyasal gelişmelerdeki bu farkları açıklamak için siyasetin kendisine bakmalıyız. İlk dikkat çekici fark işçilerin kitlesel eylemlerinin rolüne ilişkin.
Grevler ve isyanlar
Rusya’da Şubat 1917’de, Almanya ve Avusturya-Macaristan’da Ocak 1918’de ve ardından Ekim 1918’de tekrar Almanya’da fabrika işçileri kitlesel protestolar yaptılar ve greve çıktılar. Bu grevler imparatorluk rejimlerinin çöküşünde ve savaş çabalarının altını oymada önemli bir rol oynadı. Almanya’da Ocak 1918’deki grev dalgasına bir milyonun üzerinde işçi katıldı ve Avusturya ve Macaristan’da da katılım çok yüksekti, 700.000 kadar işçi greve çıkmıştı. Ancak düşük sanayileşmesi ve cılız sanayi işgücü ile Osmanlı İmparatorluğu’nda bu çapta bir şey hiç gerçekleşmedi. Kolektif eyleme geçebilme kapasiteleri ile büyük şehir merkezlerindeki örgütlü sanayi işçileri rejim değişikliğinde kilit bir etmendiler ve Osmanlı İmparatorluğu’nda neredeyse hiç yoktular.
Sanayi grevlerine yakından benzeyen özel bir kitlesel protesto durumu, ittifak devletleri ve Rusya ordularının isyanları şeklinde 1917-1918’de yaşandı. İsyanlar Brusilov taarruzu sonrası 1916-1917 kışında Rus cephe hattında yaygınlaşmış görünüyor. Şubat ve Mart isyanları Petrograd garnizonuna kadar yayıldı, erler subaylarını vuruyorlardı ve Haziran 1917’deki başarısız Kerenski taarruzu başka isyanların da önünü açtı. Eylül 1917’de Fransızlar batı cephesi ardındaki La Courtine üssündeki Rusya tümeninin bir isyanını bastırdılar[14] ve Şubat 1918’de Cattaro’daki (Kotor) Avusturya donanma üssünde kırk geminin mürettebatını saran bir isyan Viyana’da paniğe neden oldu.[15] Alman donanmasının Kiel’de ve Wilhelmshaven’de Ekim 1918’deki isyanı Almanya’da imparatorluk rejiminin devrilmesini getiren yaygın huzursuzlukları tetikledi. Günler içinde denizciler Köln, Hannover ve Berlin’deki grevci işçilerle güçlerini birleştirdiler. İsyanlar ve grevler böylelikle tek bir büyük hareket haline geldi.
İlginç bir şekilde Osmanlı ordusu hiçbir büyük isyana tanık olmadı, oysa Osmanlı askerlerinin savaşmak zorunda olduğu koşullar muhtemelen tümü arasında en kötüsüydü, özellikle de kumanya konusunda. Osmanlı askerleri isyanlar şeklinde direnmediler, daha çok askerden kaçarak gösterdiler direnişlerini. Avusturya-Macaristan ve Rusya orduları ile birlikte Osmanlı ordusu çok kitlesel askerden kaçmalar ile yüz yüzeydi.[16] Avusturya-Macaristan ordusunda birçok asker kaçağı (Sırplar, Lehler, Çekler ve Rumenler) diğer tarafa geçiyordu, özellikle de Brusilov taarruzu başladıktan sonra ve dolayısıyla aslında taraf değiştirmiş oluyorlardı. Rus ve Osmanlı örneğinde ise asker kaçakları çeteler kurup savaşın son yıllarını taşrada arazi olarak veya evlerine ulaşmaya çalışarak geçirdiler. Avusturya-Macaristan ordusu da savaşın son yıllarında bu tür kaçaklarla uğraştı. Asker kaçakları en çok “Yeşil Ordu” adıyla haydut çeteleri kuran Hırvatlardı. Yeşil Orduya 50.000 kadar asker kaçağının katıldığı tahmin ediliyor[17] ama bu sayı Rus ve Osmanlı ile karşılaştığında çok küçük kalıyor. Savaşın sonunda Osmanlı ordusunda cephedeki her asker başına dört kaçak vardı; Rusya’da Haziran 1917’deki “Kerenski Taarruzunun” felaketle sonuçlanması ardından dik bir şekilde artan kaçaklara rağmen bu oran Rus ordusununkinden bile çok çok yüksek. Devrimden önce ayda 34.000 askerin cepheden kaçtığı tahmin ediliyor.
Siyasal sebeplerle taraf değiştiren Slav askerleri haricinde savaşın sonunda Almanya ve Avusturya-Macaristan’da daha az asker kaçağı söz konusuydu. Ancak ciddi isyanlar gerçekleşti. Rus ordusunda hem yaygın isyanlar hem de büyük çaplı askerden kaçmalar yaşandı ve Osmanlı örneğinde hiç isyan yoktu ama asker kaçaklarının sayısı çok yüksekti. Osmanlı ordusunda isyan olmamasının sebepleri üzerine yapılan spekülasyonlar ilginç ve sanayileşme azlığının bir rolü olduğuna dair değerlendirme uygun görünüyor. Sanayi işçisi arka planına sahip askerlerin sanayi ortamında grev deneyimine sahip olacağını ve dolayısıyla ordudaki taleplerini desteklemek için de “greve” gidebilecek olduklarını söylemek pek de yersiz değil. Birinci Dünya Savaşı sırasında Avusturalya kuvvetleri üzerine yapılan çalışmalar da bunu gösteriyor.[18] Bir başka gösterge ise, La Courtine isyanından çıkarılabilir. Büyük oranda işçilerden oluşan Birinci Rus Tugayı isyan ederken büyük oranda köylülerden oluşan Üçüncü Tugay isyan etmedi. Tarihsel sosyolog Charles Tilly’nin terminolojisini kullanırsak, “grev, işçi askerin repertuarının bir parçasıydı.” Köylüler ise hem Rusya’da hem de Osmanlı İmparatorluğu’nda baskıya her zaman topraklarını terk ederek tepki vermişlerdi. En kötü durumda bile yaptıkları basitçe orduyu terk edip dağa çıkmak oluyordu, tıpkı daha önce çiftliklerini bırakarak yaptıkları gibi.
Milliyetçiler
Avusturya-Macaristan örneğinde (ve daha az oranda da Rusya’da), toplumsal hareketlerin yanı sıra milliyetçi hareketler imparatorluk rejimlerinin devrilmesinde kilit rol oynadılar.[19] Ekim 1918 itibariyle Hırvatlar Sırplarla kader birliğine gitmişlerdi ve 29 Ekim’de Yugoslav cumhuriyeti Zagreb’de ilan edildi. Eylül 1918’de İtilaf devletleri Masaryk’in ulusal konseyini geleceğin bağımsız Çekoslovakya’sının de facto hükümeti olarak tanıdılar. Çekoslovak Cumhuriyeti’nin kendisi 28 Ekim’de Prag’da ilan edildi. Rusya’da imparatorluktan ayrılmayı hedefleyen milliyetçi hareketler Baltık Devletleri’nde, Ukrayna’da ve Transkafkasya bölgelerinde (Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan) önemli bir faktördüler. Milliyetçi ayrılıkçılığın, Avusturya-Macaristan “İkili Monarşisi” gibi etnik olarak karma olan Osmanlı İmparatorluğu’nda eşit derecede önemli rol oynamış olduğu beklenebilir ama böyle olmadı.
İki etmen burada önemli görünüyor. Birincisi Osmanlı İmparatorluğu’ndaki en gelişmiş milliyetçi hareketler 1918’de artık bir rol oynamıyordu. Osmanlılar en aktif milliyetçi ajitasyonun hüküm sürdüğü bölge olan Makedonya’yı 1912’de zaten kaybetmişti. Yunan ve Ermeni milliyetçi hareketleri, göç ettirmeler ve Ermenilerin durumunda da kitlesel katliamlarla savaş sırasında etkili şekilde susturulmuştu. Avusturya ve Macaristan ordularının bütünsel bir parçası olan silahlı Çek, Slovak, Sloven veya Hırvat askerlerinin Osmanlı’da bir dengi yoktu. Neredeyse tüm Yunan ve Ermeni askerler, 1915 soykırımının öncesinde bile silahsız ve ağır şekilde gözetim altında tutulan amele taburlarına verilmişti.[20] Savaşın son aşamasında Yunan ve Ermeni milliyetçileri dışarıdan çok fazla yardım bekleyemiyorlardı. Yunanistan Haziran 1917’de İtilaf devletlerinin yanında savaşa girdi ve ordusu başından itibaren Bulgarlara karşı Makedonya’da yoğunlaştı. Doğuda Çar’ın ordusundaki dört Ermeni taburu, Rus ordusu 1917’de dağılmaya başladığında Ermeni gönüllü gücünün temelini oluşturuyordu ama kendi başına Osmanlı güçlerine direnmek için çok zayıftı.
Milliyetçi hareketlerin 1918’de imparatorluğun çöküşünde rol oynamasının önüne geçen ikinci etmen, en önemli Müslüman azınlıklar olan Kürtler ile Araplar arasında ayrılıkçı milliyetçiliğin gelişmemiş olmasıydı. Kürt milliyetçiliği embriyon aşamasındaydı ve İstanbul’daki küçük öğrenci ve aydın grupları ile sınırlıydı.[21] Arap milliyetçiliği Cemal Paşa tarafından savaş sürecince Suriye’nin kent merkezlerinde ve Filistin’de etkili bir şekilde ezilmişti. Hicaz’daki Arap devrimi bir tehdit olmaktan ziyade baş ağrısından ibaretti ve Bağdat, Şam veya Halep gibi yerlerde görece az takipçisi vardı. Asilerle işbirliği yaptıklarından şüphe edilen Suriyeli ayanlar ve aydınlar ise derdest edilip bazı durumlarda asıldılar.[22] Ateşkesin sonuçlandırılması ardından Arap milliyetçiliği Osmanlılardan ziyade İngiliz ve Fransızlar için sorun haline geldi çünkü ateşkes hattı Arap nüfusunun çok az bir kısmını Osmanlı idaresinde bırakmıştı. Kürt milletçiliği ise elbette sorun haline gelecekti ama ancak yirmilerin ortasından itibaren.
Siyasi alternatifler
Rusya, Avusturya-Macaristan ve Almanya’da, monarşinin düşüşünün eski imparatorluk merkezinde iktidarın solun sağlam siyasal örgütlerine devrine yol açması bana son derece kayda değer geliyor. Almanya’da, Çoğunluk Sosyal Demokratları 1912’de yüzde 34’ün üzerinde oyla Almanya’da en büyük parti unvanını almışlardı bile[23] ve daha radikal Bağımsız Sosyal Demokratlarla birlikte savaş sonrası geçici hükümetini Aralık 1918’e kadar domine ettiler. Ilımlı Çoğunluk Sosyal Demokratları Ocak 1919 seçimlerinden yüzde 38’e yakın oyla en büyük güç olarak çıktılar. Sosyal Demokratların 1911’den bu yana ikinci en büyük siyasi parti olduğu Alman Avusturya’da[24], Sosyal Demokrat Karl Renner ilk cumhuriyet hükümetinin başı olarak seçilirken, Macaristan’da liberal Károlyi Sosyal Demokratlar ve Komünistlerle birlikte yönetti. Rusya’nın geçici hükümeti liberallerin (Kadetlerin) ve artan şekilde de farklı sosyalist partilerin kontrolündeydi. Bolşeviklerin hâkim olduğu işçi ve asker konseyleri ile iktidarı paylaşıyordu. Yani bu örneklerin her birinde, gelişmiş bir programa ve yerleşik bir önderlik ve kadro yapısına sahip olan sosyalist veya sosyal demokrat kitle hareketleri monarşilere ve gözden düşmüş savaş zamanı rejimlerine doğrudan alternatif teşkil ediyorlardı. Bu örneklerin her birinde, her zaman sorunsuz olmasa da bu partiler ile işçi hareketleri arasında mevcut olan yakın bağlar, imparatorluk rejimlerinin sanayi eylemleri ile devrilmesini tetikledi.
Osmanlı’da durum kesinlikle bu değildi. İmparatorluğun en önemli sosyalist hareketi Ermeni Devrimci Federasyonu Daşnaktsutyun idi ama o da 1915-1916 katliamlarından kurtulamadı. 1913 öncesinde aktif olan İstanbul Yunan Sosyalist Merkezi[25], benzer şekilde susturuldu. 1910 yılında kurulan Osmanlı Sosyalist Partisi çok küçüktü ve İttihatçı hükümetlerin sürekli saldırısı altındaydı. Ocak 1913 darbesi ardından parti yasaklandı ve lideri Hüseyin Hilmi Anadolu’ya sürgüne gönderildi. 1919’da geri dönen Hilmi partiyi Türk Sosyalist Partisi olarak yeniden kurdu ve İstanbul tramvay ve tersane işçileri arasında bir dizi grev örgütlemeyi başardı. Ancak parti hiçbir gerçek kitle desteğine veya istikrarlı bir örgütlenmeye sahip değildi ve başkentteki diğer sosyalist grupçuklar için de aynısı geçerliydi. Hilmi 1922’de bir faili meçhule kurban gitti.[26] Sosyalist ve sosyal demokrat akımların Osmanlı İmparatorluğu’ndaki zayıflığı esasında sanayi işgücünün azlığı ile bağlantılıydı. Sözde Osmanlı Liberalleri iktidarı etkili şekilde ele alacak bir durumda değildi. İtilaf Hürriyet, İttihada olan nefretlerinden başka çok az ortak noktası olan ve Ocak 1913’ten bu yana ülke içinde siyasi olarak aktif olmamış bireylerin ve grupların bir toplamıydı. Bir geçiş döneminin ertesinde, “Liberaller” Mart 1919’da iktidara geldiler gerçekten de ama iktidarda kalabilmek için sarayın ve İngiltere’nin desteğine muhtaçtılar. Mart 1920’den sonra resmi İngiliz işgali altında görev yaptılar. Kendi başlarına seçmen tabanları yok gibiydi ve başkent İstanbul dışında ise kesinlikle sıfırdı. Bu, Liberallerin Anadolu’dan tek bir sandalye bile kazanamadığı 1919 genel seçimlerinin sonucu ile de ortaya çıkacaktı.
Siyasal alternatiflerin yokluğunda, ülkede iktidar büyük oranda savaş yıllarının egemen koalisyonunun elinde kaldı: İttihatçı parti şefleri ile ordu subayları, Anadolu taşrasındaki merkezlerde Müslüman tüccar çıkarları ile ittifak yapmıştı. Anadolu’daki rejimin omurgasını Osmanlı imparatorluk ordusunun kalıntıları oluşturuyordu. Türk tarih yazımı savaş sonrası hareketi beş yıl sonraki cumhuriyetin kuruluşuna öncülük etmiş gibi gösterse de, rejim değişikliği bu koalisyonun gündeminde yoktu. Gerçekte mesele yeni bir devletin kuruluşu değil, eskisini mümkün olabildiğince kurtarmakla alakalıydı.
1919-1922: Osmanlı İmparatorluğu’nun savunulması
Osmanlı Anadolu’sunun herhangi bir şekilde bölünmesine karşı hem silahlı hem de siyasi direnişin hazırlıkları daha Kasım 1918’de başlamıştı ve hareket 1919-1920’de tutarlı bir direniş örgütüne dönüşmüştü. 1920 başında imparatorluğun en yüksek siyasal organı olarak Milli Meclis’in kurulmasını çevreleyen olaylar incelendiğinde, direnişin aslında eski imparatorluğu ve eski rejimi savunmaya hizmet ettiği net hale geliyor.
İtilaf devletleri Mart 1920’de İstanbul’u işgal etmeye karar verip Osmanlı temsilciler meclisinin önde gelen üyelerinden bazılarını tutukladığında, meclis tatile girdi. Hemen sonrasında, 1919’da ulusal direnişin lideri olarak ortaya çıkan Osmanlı tuğgenerali Mustafa Kemal Paşa, meclisin kalan üyelerini Ankara’ya gelip “Milli Meclis”te yer almaya davet etti. Aynı zamanda tüm Anadolu illerinden de bu meclis için temsilciler seçmeleri istendi. Müslüman olmayanların bu seçimlere sokulmaması o zaman neyin “milli” sayıldığının tanımını gösteriyor.[27] Meclis 23 Nisan Cuma günü ilk kez toplandığında, üyeler Hacı Bayram camisinde namaz için toplandılar ve ardından bir törene katıldılar. Etkinlik boyunca yalnızca Kuran değil, peygamberin sakalından bir kıl da taşındı. Bir başka dua ve kurban kesme turunun ardından, meclis binası (İttihatçıların eski kulübü) açıldı.[28] Mustafa Kemal Paşa açılış konuşmasında yeni meclisin İstanbul hükümetinin yerini almadığını ve Halife Sultan’ı esaretten kurtarmak için geçici bir tedbir olduğunu vurguladı.[29] Sonraki günkü ilk hitabında, ulusal hareketin hiçbir şekilde sultan ve halifenin hükümetine karşı isyan içinde olmadığını vurguladı.[30] Ankara’daki önderliğin kullandığı söylem ve semboller, İttihatçı önderliğin Birinci Dünya Savaşı sırasındaki söylemi ile güçlü bir devamlılık gösteriyor. İkisi de [İttihatçılar ve M. Kemal’in çizgisi], Müslümanlardan oluşan bir millet olan ve halife sultana sadakatin milleti olan Osmanlı milletini savunma amacını güdüyordu.
Mustafa Kemal Paşa daha sonra Milli Meclis’in toplanmasını bir cumhuriyet hükümetinin başlangıcı olarak gördüğünü iddia etti. Bu meseledeki şahsi görüşü ne olursa olsun, hareketin öncülerinin çoğunluğu, asker kademesinin ise tamamı için, hareketin, açıktan ne ilan ediyorsa o olduğu fazlasıyla açık görünüyor: Osmanlı Müslümanlarına Wilson’un On Dört Maddesi’nde verilen kendi kaderini tayin hakkına (“sağlam bir egemenlik”) referansla Osmanlı Anadolu’sunun parçalanmasını önlemek için bir girişim. Kurtarılacak olan devlet Osmanlı devleti idi ve Mustafa Kemal Paşa’nın onu bir cumhuriyet ile değiştirme planları olmasının bir bütün olarak harekete dair anlayışımızla bir alakası yok.[31]
İstanbul’un işgal altında olması sebebiyle Ankara’daki önderlik bir imparatorluk hükümetinin yokluğunda ülkeyi etkili bir şekilde yönetmenin yollarını bulmak zorundaydı. Milli Meclis Ocak 1921’de Teşkilatı Esasiye Kanununu çıkardığında bir idari çerçeve oluşturulmuş oldu. Bu kanun bir cumhuriyet anayasası değildi. Birinci madde açık bir şekilde egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğunu ve Milli Meclis’in milli iradenin tek temsilcisi olduğunu belirtir. Böyle bir beyan Fransız Devrimi geleneği ile biredir uyumlu fakat tartışmalara katılan temsilciler kanunu açık bir şekilde geçici bir tedbir olarak görüyorlardı. Daha muhafazakâr temsilciler ise halife kurtarıldıktan sonra hilafetin kanuni konumunu yeniden kazanacağını belirten bir madde sokmayı denediler ama bu öneri Mustafa Kemal ve grubu tarafından başarıyla püskürtüldü. Ancak Mustafa Kemal’in bu maddeye karşı çıkarkenki argümanı, Ankara’daki de facto yönetimin eski imparatorluk ile devamlılığına işaret etmektedir: “Efendiler, mevzubahs olan mevaddı kanuniye vakıa mevaddı kanuniyemizin bir kısmıdır. Kanun bugün için tespit edilmek lâzım gelen bazı nikatı nazarı ve bilhassa teşkilâtı dâhiliyeye ait bazı hususatı ihtiva ediyor. Fakat bununla bütün kanunlarımızı elde mevcut olan Kanunu Esasimizi külliyen ilga etmiyoruz. ………. Hilâfet ve saltanat mahfuziyeti zaten birinci esasımızdır.”[32]
Uygulamada gidişat Ankara yönetiminin giderek artan şekilde gerçek ve ayrı bir hükümet haline gelmesi olsa da, ulusal bağımsızlık savaşı boyunca resmi pozisyon bu oldu. Milli Meclis saltanata ve hilafete sadakat ilkesini korusa da, bu kurumlar ile makamı işgal eden kişi olan Sultan Mehmet Vahdettin arasında dikkatli bir ayrım yapıldı. Vahdettin, 10 Nisan 1920’de Şeyhülislam’ın milliyetçi “asilerin” öldürülmesi fetvası sonrasında hain ilan edildi.
Teşkilatı Esasiye Kanunu bağımsızlık mücadelesinin olağanüstü koşulları altında idare için yasal bir çerçeve oluşturdu ve devletin niteliğine ilişkin tartışma ancak zaferden sonra tekrar gündemleşti. 16 Ekim 1922’de, Mustafa Kemal halife-sultanın (henüz ayrılmamış makamlar) Milli Meclis’in otoritesini kabul etmesi şartıyla hilafet makamını muhafaza etme niyetini açıkladı. 30 Ekim 1922’de temsilci Rıza Nur tarafından verilen bir önerge, Milli Meclis tarafından kabul edildi ve Osmanlı saltanatını geriye dönük olarak 16 Mart 1920’de (İstanbul’un İngilizler tarafından işgal edildiği tarih) kaldırdı. Aynı meclisin 18 Kasım tarihli 313 nolu kararnamesi Mehmet Vahdettin’i görevden indirerek Halife olarak Abdülmecit’i atadı.
Türkiye Cumhuriyeti neredeyse bir yıl sonra, 29 Ekim 1923 günü ilan edildi. Bu yıl boyunca Mustafa Kemal Paşa, kurulan yeni devletin ne monarşiye ne de cumhuriyete benzediğini söyleyerek çok ihtiyatlı hareket etti. Ocak 1923’te İzmit’teki uzun basın konferansı sırasında hilafet konusundaki tartışmalarda örneğin, ana kaygısı halifenin siyasi bir rolü olmadığının altını çizmekti. Halifenin milletler üstü dini rolü ile Türk hükümetinin milli rolü arasında ayrım koymaya çalıştı.[33]
Lozan Antlaşması’nın sonuçlandırılması ve 1923 yazında ikinci Milli Meclis için yapılan sıkı kontrol altındaki seçimlerin ardından, hem halkın direniş için seferber edilmesi ihtiyacı hem de muhafazakâr veya monarşist görüşlere sahip temsilcilerin hassasiyetlerine özen gösterilmesi ihtiyacı geri plana düştü. Türkiye Cumhuriyeti, bu koşullar altında, 29 Ekim 1923’te ilan edilebildi.
Türk tarih yazımında, bağımsızlık savaşı döneminin (1919-1922) cumhuriyet tarihinin bir parçası olduğunu iddia etme yönünde tutarlılıkla sürdürülen bir çaba var: milliyetçilerin Sivas’taki ilk kongresinin (Eylül 1919), dört yıl sonra kurulan Halk Partisi’nin ilk parti kongresi olduğu ve Ocak 1921 Teşkilatı Esasiye Kanununun ilk cumhuriyet anayasası olduğu iddia ediliyor. Ancak bu yorum sorunlu: Anadolu’daki direniş hareketi, Birinci Dünya Savaşı sırasında üst rütbelere gelmiş ve istisnasız neredeyse tümü 1908 meşruti devrimi öncesinden beri İttihat ve Terakki Komitesi üyesi olan Osmanlı imparatorluk ordusu tarafından örgütlendi ve kazanıldı. Bu subaylar, eski İttihatçı idareciler ve politikacılar ile, Ermeni soykırımından ve Batı Kıyısı Rumlarının kovulmasından devasa kazançlar elde etmiş olan birçok toprak sahibi ve müteşebbis tarafından desteklendiler. Bu siyasi elit 1950’ye dek iktidarda kaldı. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin iki dünya savaşı arası dönemin yeni ulus devletleri arasında yerini en sonunda Ekim 1923’ten itibaren, diğerlerinden beş sene sonra aldığını söyleyebiliriz, ancak Alman, Avusturya, Macaristan ve Rus cumhuriyetlerinin ilanının aksine, Türkiye’de monarşinin sona ermesi bir rejim değişikliği teşkil etmiyordu. Esasında, Birinci Dünya Savaşı sırasında iktidarda olan siyasi elit bir kuşak daha iktidarda kaldı. Bu, 1920’lerin ve 1930’ların Kemalistlerinin, İttihatçılarınkinden çok daha radikal modernleşme ve sekülerleşme politikaları geliştirmediğini söylemek değil elbette. Bunu gerçekten de yaptılar. Burada vurgulamak istediğimiz, bu yeni ve cüretkâr politikaların Birinci Dünya Savaşı sırasında iktidarda olan aynı koalisyon tarafından geliştirilmiş olduğu.
Sonuç: sebepler aynı, sonuçlar ayrı
Karşılaştırmadan çıkan tablo, Osmanlı İmparatorluğu’nun askeri yenilgiden, yüksek ölü sayılarından, ekonomik altüstlükten, gıda kıtlıklarından ve demoralizasyondan en az diğer büyük imparatorluklar kadar kötü etkilendiği, ancak diğer imparatorluklarda siyasal değişimi tetikleyen kilit unsurların burada mevcut olmadığı. Greve çıkacak militan işçi yoktu ve hiçbir ordu isyanı yaşanmadı. İmparatorluk içinde hiçbir etkili milliyetçi hareket ve hiçbir elle tutulur alternatif siyasi yapı yoktu. Bu koşullar, savaş zamanı liderlerinin en önde gelenleri (Enver, Talat, Cemal ve Sait Halim) artık tablonun parçası olmasa bile, savaş zamanı koalisyonunun savaş sonrasında da fiilen iktidarı elinde tutmasına imkân verdi. Monarşinin 1922’ye dek yerine kalması, hem İngilizlere hem de Türk direnişine kullanışlı bir amaç olarak hizmet etti. Temel olarak, sonuç açısından ortaya çıkan fark, Almanya, Avusturya-Macaristan ve Rusya’nın aksine, Osmanlı İmparatorluğu’nun, eski rejimi alaşağı eden toplumsal hareketleri doğurabilecek sanayi sektöründen ve eski rejim çöktükten sonra devralabilecek türde kitlesel siyasal partilerden yoksun olması gerçeğinden kaynaklanıyordu.
Çeviri: Serap Güneş
[1] Osmanlı imparatorluk sisteminin yakın tarihli mükemmel bir analizi için bkz. Karen Barkey, The Ottomans in Comparative Perspective, Cambridge: Cambridge UP, 2008.
[2] İmparatorluğun çok etnisiteli niteliğini çok net şekilde ortaya koyan bir çalışma için bkz. Andreas Kappeler’ın çalışması Russland als Vielvölkerstaat. Entstehung, Geschichte, Zerfall, München: Beck, 1992.
[3] Erik-Jan Zürcher, “Who were the Young Turks?” in The Young Turk Legacy and Nation Building, London: I.B. Tauris, 2010, 95-109.
[4] Niall Ferguson, The Pity of War, London: Penguin, 1999, 368-9.
[5] Stephen Bailey, “The Berlin strike of January 1918”, Central European History 13 (1980), 158-174.
[6] Ed Erickson, Ordered to Die. A History of the Ottoman Army in the First World War, Westport: Greenwood, 2001,166-173.
[7] Ahmed Emin [Yalman], Turkey in the World War, New Haven: Yale UP, 1930, 151.
[8] Linda Schilcher, “The Famine in Syria 1915 1918,” in: John Spagnola, ed, Problems of the Modern Middle East in Historical Perspective. Essays in Honour of Albert Hourani, St. Antony’s Middle East Monographs 26, Reading: Ithaca Press, 1992, 229-258.
[9] Bu kısa özet için başvurduğum çalışma: Richard Pipes, The Russian Revolution, New York: Knopf, 1990.
[10] Bu özet için başvurduğum çalışma: Karl Stadler, The Birth of the Austrian Republic 1918-1921, Leiden: Sijthoff, 1966.
[11] Bilgiler şu çalışmaya dayanmaktadır: Rudolf F. Tökes, Béla Kun and the Hungarian Soviet Republic: the origins and role of the Communist Party of Hungary in the revolutions of 1918-1919, New York: Praeger, 1967.
[12] Bu özet için biraz partizan ama ikna edici olan şu çalışmaya başvurdum: Sebastian Haffner, Die deutsche Revolution. Wie war es wirklich? München: Kindler, 1979.
[13] Erik-Jan Zürcher, The Unionist Factor. The Role of the Committee of Union and Progress in the Turkish National Movement 1905-1926, Leiden: Brill, 1984, 68-105.
[14] adresinde aksi halde pek nadir sözü edilen bu ayaklanmanın ve nasıl bastırıldığının olağandışı şekilde ayrıntılı bir anlatımı var.
[15] Paul G . Halpern, “The Cattaro Mutiny, 1918” in Bruce A. Elleman and Christopher M. Bell, ed, Naval Mutinies of the Twentieth Century. An International Perspective, London: Routledge, 2003, 54-79.
[16] Erik-Jan Zürcher, “Refusing to Serve by Other Means: Desertion in the Late Ottoman Empire” in: O.H. Çınar en Coşkun Üsterci (ed.), Conscientious Objection. Resisting Militarized Society, London: Zed, 2009, 45-52.
[17]
[18] Nathan Wise, “The lost labour force. Working class approaches to military service during the Great War”, Labour History 93 (2007), 161-176. Nathan Wise, “Industrial relations in the AIF during World War I”, Labour History 101 (2011), 161-176.
[19] Bkz. Aviel Roshwald, Ethnic nationalism and the fall of empires: central Europe, Russia, and the Middle East, 1914-1923, London: Routledge, 2001.
[20] Erik-Jan Zürcher, “Ottoman labour battalions in World War I,” in: Hans-Lukas Kieser and Dominik J. Schaller (ed.), Der Völkermord an den Armeniern und die Shoah. The Armenian genocide and the Shoah, Zürich: Chronos, 2002, 187-196.
[21] Robert Olson, The Emergence of Kurdish Nationalism and the Sheikh Said Rebellion, 1880-1925, Austin: University of Texas Press, 1989, 15-16.
[22] Hasan Kayalı, Arabs and Young Turks. Ottomanism, Arabism and Islamism in the Empire, 1908-1918, Berkeley: University of California Press, 1997, 192-200.
[23] (01.03.2012)
[24] (01.03.2012)
[25] Panagiotis Noutsos, “The role of the Greek community in the genesis and development of the socialist movement in the Ottoman Empire, 1876-1925,”in: Mete Tunçay and Erik J. Zürcher (ed.), Socialism and Nationalism in the Ottoman Empire 1876-1923, London: British Academic Press, 1994, 77-88.
[26] Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar, Vol. 1, Ankara (?): BDS, n.d., 89-91.
[27] Kazım Karabekir, İstiklal Harbimiz, Istanbul:Türkiye, 1960, 544.
[28] Mahmut Goloğlu, Üçüncü Meşrutiyet 1920, Ankara: Başnur, 1970, 157.
[29] Stanford J. Shaw, From Empire to Republic. The Turkish War of National Liberation 1918-1923 A Documentary Study, Vol. III Part 1, Ankara: Türk Tarih Kurumu, 2000, 972.
[30] Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri IV (1917-1938), Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi, 1964, 303-4.
[31] Erik Jan Zürcher, “The Vocabulary of Muslim Nationalism,” International Journal of the Sociology of Language, 137 (1999), 81-92.
[32] Ergun Özbudun, 1921 Anayasası, Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi, 1992, 25.
[33] Arı İnan, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 1923 Eskişehir-İzmit Konuşmaları, Ankara: TTK, 1982, 102-104.
Kaynak: https://www.academia.edu/5726045/Odd_man_out_or_why_there_was_no_regime_change_in_the_Ottoman_Empire_at_the_end_of_World_War_I