Bundan 60 yıl önce 25 Mart 1957 tarihinde Roma’da Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu (AET) oluşturan Roma Anlaşması; Batı Almanya, Fransa, İtalya, Hollanda, Belçika ve Lüksemburg arasında imzalanmış, 1 Ocak 1958’de yürürlüğe girmiştir. Altı ülke ile yola çıkan AET zaman içinde Avrupa Birliği’ne dönüşmüş, üye sayısı 28’e çıkmış, İngiltere’nin ayrılma kararı ile 27’e inmiş, eski gücünü ve etkinliğini de kısmen yitirmiştir.
Günümüzde Avrupalıların ancak yüzde 36’sı AB’ye güvenmektedir. Bir çok Avrupa ülkesinde (Hollanda, Fransa, Almanya, İtalya) AB’ye karşı çıkan popülist hareketler güç kazanmaya başlamıştır. Bu karşıtlıklara rağmen AB, dünyanın en önemli ekonomik bütünleşme hareketidir. Demokrasi, insan hakları, hukuk devleti, özgürlükler konusunda dünyaya örnek bir barış projesidir. Bu sebeple AB 2012 Nobel Barış Ödülü’nü kazanmıştır.
AB dünyanın en büyük ortak pazarı olup, bir ekonomik refah alanıdır. Tüm eksikliklerine ve aksaklıklarına rağmen AB, tüm ülkeler için cazibe alanı olmaya devam etmektedir. Bu sebeple mülteciler Türkiye üzerinden AB ülkelerine göç etmek istemektedirler. Ulus devlete geri dönüş, içe kapanma, dar milliyetçilik, popülizm, Türkiye dahil hiçbir ülkenin yararına olmaz.
AB üyesi 27 ülkenin liderleri, AB Konseyi, Avrupa Parlamentosu ve AB Komisyonu temsilcilerinin imzasını taşıyan Roma Bildirisi 25 Mart’ta yayınlanmıştır. AB liderleri, gelecek on yılda güvenli, müreffeh, rekabetçi, sürdürülebilir, sosyal sorumluluğa sahip, dünyada anahtar bir rol oynama ve küreselleşmeyi şekillendirme iradesi ve kapasitesine sahip bir Birlik oluşturmak istediklerini açıklamışlardır.
Yayınlanan bildiride; bölgesel çatışmalar, terör, artan göç baskısı, korumacılık, sosyal ve ekonomik eşitsizlik alanlarında karşılaşılan sorunlar ele alınmıştır. AB’nin farklı hızda da olsa aynı yönde hareket edeceği, AB’ye katılmak isteyen ülkelere AB’nin kapılarının açık olacağı açıklanmıştır.
Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan zirve sonrasında AB liderlerinin Vatikan’da bir araya gelmelerini şöyle eleştirmiştir: “Papa ne zamandan beri Avrupa Birliği üyesi oldu. Haçlı ittifakı kendini eninde sonunda gösterdi… Evet, siz Türkiye’yi Müslüman olduğu için içeri almıyorsunuz.” Daha sonra 2 Nisan’da Ankara’da yaptığı konuşmada da AB liderlerinin Vatikan’a yaptığı ziyareti değerlendirirken, “AB’ye Türkiye’yi 54 yıldır niye almıyorlar anladınız mı? Olay tamamıyla, açık ve net söylüyorum, Haçlı ittifakıdır. 16 Nisan aynı zamanda bu kararı değerlendirme günü olacaktır” derken bir ölçüde haklıdır.
İngiliz Dışişleri Bakanı Jack Straw 2013 yılında yayınlanan kitabında Angela Merkel ile Nicolas Sarkozy gibi Avrupalı siyasetçilerin Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıktığını hatırlatarak bu iki siyasetçinin Türkiye’nin üyeliğini arzulamamasını, Türkiye’nin Müslüman bir ülke olmasına bağlamıştır. (Straw, 2013: Chapter 18).
Sayın Cumhurbaşkanı Başbakan iken Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül ile birlikte 25 üye ülkenin liderlerinin katıldığı bir törenle 29 Ekim 2004 tarihinde Roma’da Avrupa Birliği anayasasının nihai senedini Campidoglio Sarayı’nda Papa Onuncu Innocentius’un heykelinin altında imzalamışlardır ama haçlı ittifakı konusu o dönemde nedense gündeme gelmemiştir. Aşağıdaki fotoğraf, imza anını tarihe not düşmüştür.
Bozkurt Güvenç, Türk Kimliği (2016, 3 baskı) adlı kitabında Osmanlıların 22 Papa ile savaştığını açıklamıştır. Papaların Osmanlı’yla süregelen savaşları, Hıristiyanlık adına ve Türkleri Avrupa’dan atmak içindi. Onuncu Innocentius’un en önemli özelliği, Avrupa’daki Türk varlığını ortadan kaldırmayı misyon edinmiş olmasıdır.
Avrupa Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker, AB’nin Brexit sonrası izleyeceği yöne ilişkin muhtemel senaryoları ortaya koyan Beyaz Kitabı, (White Paper On The Future of Europe: Reflections and scenarios for the EU27 by 2025) 1 Mart 2017’de kamuoyuna açıklamıştır. AB’nin değişen şartlara uyum sağlaması gerektiği açıklanan kitapta, “Önümüzde, güvenliğimiz, halkımızın refahı ve Avrupa‘nın giderek çok kutuplu bir dünyada oynaması için gereken role ilişkin önemli sınamalar var. 27 üyeli birleşik bir Avrupa‘nın kendi kaderini şekillendirmesi ve kendi geleceği için bir vizyon geliştirmesi gerekiyor” denilmiştir.
Prof. Dr. Burhan Kuzu’nun NTV kanalında “Avrupa’dan çıkalım” gibi popülist yaklaşımı üzerine 11’nci Cumhurbaşkanı Doç. Dr. Abdullah Gül’ün 25’nci Kalite Kongresi’nin açılışındaki “Esas hedef, AB’nin 27-28 üye ülkesinden biri olmak değildir; mesele o seviyede bir ülke olmaktır. Bunu Avrupa’yı tatmin etmek, Avrupa’ya taviz vermek anlamında görürseniz yanılırsınız” açıklaması bu kapsamda değerlendirilmelidir.
Özellikle belirmek gerekir ki, girilmeyen yerden nasıl çıkacaksınız? Bu nasıl mantık?
AB’nin Kıbrıs konusunda Türkiye’ye yaptığı baskılar, Türkiye’ye ısrarla önerdiği imtiyazlı ortaklık ve Türkiye’ye karşı uyguladığı Bobon kriterleri (Bo: bizden olanlar, Bon: bizden olmayanlar) sebebiyle Türkiye’de AB’ye yönelik tepki giderek artmaktadır. Türk kamuoyu artık ülkemizin bir gün AB üyesi olacağına inanmamaktadır. Kamuoyu desteği olmadan Türkiye Cumhuriyeti’nde hiçbir hükümet AB’ye üyelik konusunda istekli olmayacaktır.
Türkiye ile Batı dünyası arasındaki ilişkiler zayıflarsa, Türkiye’de bir eksen kayması olabilir ama bu kayma hiçbir zaman Şanghay Beşlisi yönünde olmamalıdır. Eğer olursa Rusya, Ermenistan ve Çin ile aynı blokta yer alırız ki bu daha büyük hata olur. Prof. Dr. Daren Acemoğlu Avrupa Birliği’ne ve de NATO’ya alternatif olarak Şanghay Beşlisi’ne üye olmasının Türkiye açısından olumlu olmadığını şöyle açıklamıştır: “Çok kötü okuyorum. Türkiye’nin Batı’yla ilişkisi hiçbir zaman sorunsuz değildi. Bir adım geri, bir adım ileri gidiyordu. Avrupa’yla yakınlaştığımız dönemler hep iyi netice verdi.”
Türkiye pireye kızıp yorgan yakmamalıdır. Rahmetli Cumhurbaşkanımız Turgut Özal’ın 14 Nisan 1987 tarihindeki üyelik başvurusu sırasında söylediği “Bu uzun ve meşakkatli bir yoldur. Bizi caydırmak için çok şey yapacaklar. Ama yılmamalıyız” görüşü unutulmamalıdır. Türkiye için zaman zaman “Batıya giden gemide Doğuya koşan ülke” benzetmesi yapılmıştır ama bunun doğru olmadığı Türkiye’nin üye olduğu Avrupalı ekonomik, askeri ve siyasi kuruluşlar tarafından ispatlanmıştır.
Türkiye’nin dışında hiçbir Müslüman ülke OECD, NATO, Avrupa Konseyi gibi AB dışındaki Avrupalı kuruluşlara üye değildir.
Türkiye’nin AB ile ilişkilerinin kopmaması gerekir. Çünkü AB’de geçerli standartlar; kişi hak ve özgürlükleri, hukuk devleti, kuvvetler ayrılığı, çoğulcu demokrasi, yargının bağımsızlığı, adaletin tarafsızlığı gibi temel alanlara çağdaş düzenlemeler getirmektedir. Avrupa Birliği üyelik süreci, başından bu yana Türkiye’nin istikrarı, ekonomik ve siyasi reformları açısından bir çıpa görevi yapmıştır.
Başbakan Binali Yıldırım, “Avrupa rotasını şaşırmış durumda. Bir yandan yükselen ırkçılık, bir yandan yabancı düşmanlığı, özelinde Türk düşmanlığı… Şu an AB’nin ikircikli tutumundan dolayı Türk kamuoyunun AB’ye güveni dibe vurmuş durumda. Önce bunu düzeltmemiz lazım” demiştir. Avrasya Kamuoyu Araştırmaları Merkezi’nin 18-22 Mart 2017 tarihleri arasında 26 il ve ilçelerinde 2032 kişi ile yaptığı araştırmada Türkiye’nin AB üyeliğini destekliyor musunuz sorusuna verilen cevaplar şöyledir: Evet yüzde 42.2, hayır yüzde 42.9, kararsız 14.9.
Bu gelişmeler karşında Yıldırım, “Türkiye-AB gerginliğinden her iki taraf da kaybeder ama kim daha çok kaybeder derseniz; şüphesiz AB daha çok kaybeder” demiştir ama bu gerginlikte kaybeden taraf Türkiye olur. Çünkü AB, dünyanın en büyük ticaret blokunu oluşturmaktadır. 500 milyonluk AB Tek Pazarı, 5,8 trilyon Euro ile dünya ihracat lideridir. Bu rakam Çin’in 2,5, ABD’nin ise 3 katından fazladır. AB, dünyada aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 80 ülkenin birinci ticaret ortağıdır.
Bu konuda 1982 yılında dönemin Başbakan Yardımcısı olan rahmetli Turgut Özal’ın direktifi ile DPT AET Dairesini (AB Genel Müdürlüğü) kuran bir öğretim üyesi olarak bir anımı paylaşmak istiyorum. Fransa, o dönemde sözde Ermeni soykırımını devamlı gündeme getirdiği için Başbakan Bülent Ulusu Fransa’ya ekonomik yaptırım uygulamamız konusunda DPT Müsteşarı Yıldırım Aktürk’e talimat vermiş, Yıldırım Bey de bizim Daireyi görevlendirmiştir.
Daire olarak uzmanlarla bir inceleme yaptık. İki önemli kurumumuz (Renault ve Tülomsaş) Fransa’dan ithalat yapıyordu. Eğer ithalatı azaltırsak bindiğimiz dalı kesecektik. Fransa’dan ithalatı kesmek, bir yaptırım olmayacaktı. Çünkü Fransa’nın toplam ihracatı içinde Türkiye’nin payı çok azdı. Bunun üzerine AB’den demir çelik ürünlerine yüzde 15 fon getirilmiş, bu da gümrük birliğine aykırı olduğu için daha sonra kaldırılmıştır. Fon uygulandığından ithal demir çelik ürünleri pahalılaşmış, bu da ithal demir çelik ürünü kullanan ürünlerin uluslararası piyasada rekabet şansını azaltmıştır.
Özetle, ekonomik yaptırım bir işe yaramamıştır.
Türkiye ve AB, Gümrük Birliği’nin işleyişinde karşılaşılan sorunlara çözüm getirmek ve günümüzün küresel ticari koşullarına uyumunu sağlamak amacıyla Mayıs 2015’te Brüksel’de Gümrük Birliği’nin güncellenmesi konusunda anlaşmışlardır. Süreç, hizmetler ve tarım sektörü ile kamu ihalelerinin de eklenmesiyle ekonominin ticarete konu olan bütün alanlarını kapsamaktadır.
Gümrük Birliğinin derinleşmesi, ekonominin AB ekonomileriyle olan bütünleşmesini ilerletecektir ama Türkiye’nin üyeliğine alternatif olmayacaktır. Önceki AB Bakanı Bozkır’a göre Gümrük Birliği’nin güncellemesiyle AB ile 150 milyar dolar olan ticaretimiz 300 milyar dolara çıkacaktır.
Derinleşme süreci, AB ile ABD arasında müzakereleri devam eden Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı’na (Transatlantic Trade and Investment Partnership: TTIP) Türkiye’nin katılımını da kolaylaştıracaktır. TTIP dışında kalınması durumunda, Almanya’da yerleşik IFO Enstitüsü (Institute for Economic Research) tarafından Almanya Federal Ekonomi ve Teknoloji Bakanlığı adına yapılan bir araştırmaya göre Türkiye’nin ekonomik kaybı 20 milyar dolar (milli gelirinin %2.5’i) civarında olacaktır (IFO Institute, 2013).
2014 yılında Dünya Bankası tarafından yayınlanan Rapor’da Gümrük Birliği’nin derinleştirilmesinin Türkiye ekonomisi üzerinde olumlu etkileri olacağı vurgulanmıştır.
Tarım ürünleri ticaretindeki tarife ve tarife dışı engellerin kaldırılmasıyla birlikte hizmetler ticaretinin serbestleştirilmesi senaryosunda milli gelirin yüzde 0.46 oranında (cari rakamlarla yaklaşık 3.5 milyar dolar) artabileceği hesaplanmıştır (WB, 2014: 15). Derinleştirilmiş Gümrük Birliği’nin ekonomik açıdan getireceği en büyük değişiklik, Türkiye ekonomisinin yaklaşık yüzde 70’ni oluşturan hizmetler sektörünün AB rekabetine açılacak olmasıdır. Bu gelişme, Türkiye’nin milli gelirini yüzde 0.2 oranında (2014 yılı rakamlarına göre 1.5 milyar dolar) artıracaktır.
Sektörün Gümrük Birliği’ne dahil edilmesi; bankacılık, ulaştırma, haberleşme, enerji ve turizm sektörlerini etkileyecektir. Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek, “Türkiye-AB ticaret hacmi şu anda 158-160 milyar dolar civarında. Buna bizim de niyet ettiğimiz gibi hizmetleri, kamu alımlarını, ziraatı dahil ederseniz rahatça ticaret hacmini iki katına çıkarabilirsiniz ki bu da Türkiye’yi AB’nin üç büyük ticaret ortağından biri yapar” demiştir.
Bu durumda kaybeden AB olmaz.
Avrupa Birliği süreci, Türkiye Cumhuriyeti’nin stratejik hedefi ve bir medeniyet projesidir. Dokuzuncu Cumhurbaşkanı merhum Süleyman Demirel’in Aydın Doğan’a 7 Şubat 2015 tarihinde yazmış olduğu mektuptaki “Türkiye, ne olursa olsun, Avrupa Birliği çıpasına sarılmalıdır. Bundan vazgeçmek olmaz” açıklaması günümüzde de geçerliliğini korumaktadır.
Bir yanıt yazın