Bir seyirci olarak futbolu pek çok kişi gibi ben de severim. Fanatik olmamakla birlikte GS taraftarıyım. Gelin görün ki; bu taraftarlık sadece GS’nin yurtiçi ve yurtdışı maçları için geçerlidir. Mesela FB’nin, BJK’nin, TS’nin veya başka takımlarımızın yurtdışı maçları olunca benim GS taraftarlığım biter. Özetle ben; konu yurtdışı olunca hadiseye milli hassasiyetler noktai nazarından bakarım. Mesela FB ve Anadolu Efes Basketbol takımlarının Avrupa’da yaptıkları maçlardan büyük keyif alır, galibiyetlerine müthiş sevinirim…
Son zamanlarda kulüpteki FETÖCÜLER’in temizlenmesi konusunda GS kulübünde izlenen ikircikli tavır, gerek yazılı, gerek sözlü ve gerekse sosyal medyada epeyce bir tartışma konusu yapıldı. Diğer kulüp taraftarları epeyce bir dalga geçtiler biz GS taraftarlarıyla.
Gerçekten de GS Genel Kurulu’nun, bazı kişileri FETÖ ile iltisaklı kabul ederek kulüpten ayrılmaları yönünde oy kullanırken, aynı durumdaki Hakan Şükür ve Arif Erdem hakkında farklı davranmaları ve onların ihracına onay vermemeleri yanlış olmuştur. Hele hele gerek hükümetten gelen tazyik, gerekse toplumdan yükselen tepki üzerine GS yönetiminin apar topar toplanarak adı geçen iki kişiyi, “Aidatlarını ödemediklerini” gerekçe göstererek ihraç etmeleri yanlış oğlu yanlış olmuştur. Bu kararla GS yönetimi, kendilerini tartışılır hale getirmişlerdir.
Bu durumda en azından bize göre; Hakan Şükür ve Arif Erdem’in ihraç edilmeleri yetmez, onların ihracına karşı çıkan kulüp üyeleri de GS’den ihraç edilmelidir! Zira GS’deki FETÖCÜLER ancak böyle temizlenebilir. GS’yi FETÖ ile birlikte anmak, hiç kimsenin hakkı ve haddi değildir. Bu konuda Basbakan’a katılıyorum. Sayın Başbakan, “Galatasaray teröristleri barındıramaz. Yönetim yanlışı düzeltti. Her camiada yanlış adamlar olabilir. Galatasaray camiası yıllarca yüzümüzü ağartmış bir kulüptür. Dolayısıyla buradaki birtakım kişilerin, birtakım marjinal, muhalif grupların yaptığı yanlışları, çiğlikleri kulübe, 100 yıllık mazisi olan kulübe mal etmek haksızlık olur.” demiştir.
Bana kalırsa; GS yönetimi de topluca istifa etmelidirler. Zira, Hakan Şükür ve Arif Erdem’in GS Genel Kurulu’nda önce ihraç edilmeyip, hükümet kanadından ve toplumdan gelen tepki üzerine Yönetim tarafından uyduruk bir gerekçe ile ihraç edilmeleri de göstermiştir ki; GS sporun kurallarına ve mali ilkelere uygun olarak değil, duygusal kararlarla yönetilmektedir. 1.8 milyar dolar olarak açıklanan borç yükü de zaten bunu göstermektedir.
Tencere Dibin Kara Seninki Benden Kara
Gerçi diğer spor kulüplerinin de GS’den farklı ilkelere göre yönetildiği pek söylenemez. Eğer öyle olsaydı, bugün başta halter ve atletizm olmak üzere; Türk sporcuları doping belasına bulaşmaz ve milletimizin başını eğdirmez, yüzünü kızartmazlardı! Haklarında doping kullandıkları iddiaları bulunan ve hatta bu yüzden ceza alan bazı kişiler, federasyonlarda yönetici olarak görev alamazlardı.
Doğrusu, dün üç bayan atletimizin doping kullandıkları gerekçesiyle yılları kapsayan sürede uluslararası yarışmalardan men edilmeleri, kazanmış oldukları madalya ve unvanların da geri alınması, beni ziyadesiyle utandırmıştır. Çünkü benim, milliyetçilik anlayışım, bu tür hadiselerden utanmamı zorunlu kılmaktadır. Sporcular hakkında bu tür kararlar verilirken, sporumuza yön veren yöneticilerin hâlâ yerlerinde oturuyor olmaları da benim için ayrı bir üzüntü kaynağıdır aslına bakarsanız.
Kerküklü Gencin Verdiği Milliyetçilik Dersi Üzerine..
Yıl 1990.
Diyanet adına görevli olarak karayolundan hacca gidiyoruz.
Benim ilk hac yolculuğum.
Konvoyumuz, görevlileri taşıyan dört otobüsten ve tıbbi malzeme taşıyan iki, gıda maddesi taşıyan bir TIR’dan oluşuyor.
Güzergahımız Habur’dan çıkıp, Irak üzerinden Suudi Arabistan’a ulaşmak şeklinde.
Geçtiğimiz yol boyunca, özellikle de sınır kapılarında, Saddam’ın ve Kral Fahd’ın asker ve polisleri, her türlü zorluğu çıkarıyorlar.
“Küllü hasârât, küllü müşkülât, lazım teftîş, lazım kontrol..” deyip, otobüs ve kamyonlarımızı didik didik arıyorlar!
Üstelik, TIR’lar Türkiye’de gümrüklenip, kapıları mühürlenmiş vaziyette oldukları halde!
Neyse ki; Irak tarafındaki polis ve askerler açlar; birkaç elmaya ve bir avuç zeytine fit oluyorlar..
Onları verdin mi “yallah” deyip gönderiyorlar bizi.
Oysa Irak ile Arabistan arasında yer alan “Arar” isimli Suud gümrük kapısında görevli Suud asker ve polisleri nemrut mu nemrut.
Onların karınları tok, kuyrukları bir hayli dik.
O sebeple, onlar zeytine, elmaya rıza gösterecek türden değiller.
Onlara daha kıymetli şeyler vermek gerekiyor; mesela Riyal veya Dolar türünden şeyler!
O tarihlerde üzerinde bol sıfır bulunan bizim paramız geçmiyor bile gümrük kapılarında!
Bu sebeple olacak; Arar’da, gümrük sahasında ve açık arazi de birkaç gün bekletildiğimizi hatırlıyorum!
…
Habur Gümrük Kapısı’ndan Irak tarafına geçtikten ve Zaho’da epeyce bir bekletildikten sonra güç bela ertesi gün bir kuşluk vakti Bağdat’a varıyoruz.
İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin kabrinin ve Azamiye Camii’nin de bulunduğu meydanda mola veriyoruz.
Bağdat’ın kadınları ve çocukları hemen etrafımızı sarıyorlar.
Yiyecek ve içecek istiyorlar bizden.
1980-88 arasında devam eden İran-Irak savaşı biteli iki yıl olmuş, bu sebeple Irak halkı çok fena durumda.
Aç ve sefiller!
Biz üç arkadaş şöyle demli bir çay eşliğinde kahvaltı yapmaya karar veriyoruz.
Ankara’dan çıkalı günler olmuş, hiç kahvaltı yapmamışız!
Bu özlemle aranırken derme çatma küçük bir lokantamsı yer buluyoruz bir cadde kenarında.
Hemen içeri dalıyoruz.
İçeri tenha.
Bütün işyerlerinde olduğu gibi bu küçük lokantanın duvarında da Saddam Hüseyin’in o siyah bereli, gergin suratlı, pos bıyıklı, gösterişli üniformalı portresi asılı.
Dipteki masalardan birinde oturan genç bir adam, önündeki tabaktan eliyle dilimlenmiş domatesleri yemeye çalışıyor!
İçimizden “Arap işte, ne olacak, pis herif!” diye geçiriyoruz ama gelmişken mecburen oturuyoruz masalardan birisine.
Sıra geliyor kahvaltılık malzemeleri istemeye de, nasıl kıvırıp, kotaracağız bu işi?
Bizde yabancı dil ne gezer!
Sözde üçümüz de İmam Hatipliyiz ama bizde Arapça hepten nanay.
Birimiz mülkiyeli, ikimiz idari bilimler mezunu ama bizde İngilizce tümden şinanay!
Yeri gelmişken söyleyelim; İmam-Hatip mezunlarının Arapça bildiği ve İmam-Hatip okullarında Arapça öğretildiği külliyen yalandır!
İmam-Hatip okullarında öğretilen Arapça ile Araplarla anlaşmak mümkün değildir.
Bu sebeple liselere Arapça dersi konulmasının gereksizliğini söylemeye sanırım lüzum yok!
Neyse uzatmayalım;
Çay ve şekeri istemeyi başarıyoruz.
Çünkü Araplar da çay (şay) ve şeker (şakâr) diyorlar.
Sıra geldi ekmek, peynir, zeytin, domates ve yumurta istemeye!
Lokantacı biz Türklerin ekmeksiz yemek yemediğimizi ve kahvaltı etmediğimizi biliyor olmalıydı ki; bizi “Hubs” diyerek ekmek istemekten kurtardı ve çayla ekmeği hemen getirdi.
Arkasından “cubne” veya “cubin” gibi bir kelime telaffuz ederek peynir işini de hallediyoruz.
Zeytin, zaten Arapça!
Sıra geldi yumurta istemeye.
Anlatana, daha doğrusu anlatamayana kadar akla karayı seçiyoruz!
Arkadaşlardan birisi tavuk gibi kanat bile çırptı, yumurtayı anlatabilmek için!
Önce tavuk gibi kanat çırpıyor, arkasından da elini lokantacıya doğru uzatıp parmaklarını birbirine sürterek “yumurta yumurta, kaynamış kaynamış” diye ikiliyor.
Sözüm ona haşlanmış yumurta istiyor bizimki!
Ancak Arap usta, arkadaşın hareketlerine sadece kahkaha atarak gülmekle yetiniyor.
Mal adam, taş kafanın birisi; arkadaşımızın süper Arapçasını hiç anlamıyor bile!
Sonunda ben galiba hatırımda kaldığı kadarıyla “egg” gibi bir laf ediyorum.
Ancak lokantacı, her nedense benim bu süper İngilizcemi de anlamıyor!
Tam o sırada önündeki yiyecekleri eliyle yediği için deminden beri tiksinerek baktığımız genç yerinden kalkıyor ve bize doğru gelerek;
-“Men size yardım edebilirem. Men sizi anlamişem. Men Türkem. Men Çerküşlüyem…” diyor.
Şaşırıyoruz!
Adam bal gibi Türkçe konuşuyor işte!
“Kerkük” kelimesini “Çerküş” veya “Gercüş” gibi telaffuz ettiğinden, bir an için delikanlının “Gercüşlü”, yani o yıllarda Mardin’e (şimdilerde Batman’a) bağlı olan Gercüş ilçesinden olabileceğini düşünüyoruz nedense!
O senelerde Gercüş ve Dargeçit gibi yerlerde PKK’lıların sık sık askerlerimizi şehit ettiklerini düşünüyor, bu delikanlının da bir PKK militanı olabileceğini bile konuşuyoruz gözlerimizle!
Neyse sonradan bir şekilde Kerküklü olduğunu anlıyoruz ve delikanlının yardımıyla yumurtalarımız ve domateslerimiz de geliyor sofraya.
Ona da çay söyleyip başlıyoruz Kerküklü gençle ordan burdan konuşmaya.
Bir ara duvardaki Saddam portresini kaş, göz işaretiyle göstererek;
-“Seviyor musun onu?” diye soruyoruz.
Gencin cevabı,
-“Hayır onu sevmirem, men Cenan Evren’i sevirem!” oluyor.
Bu sözlerinden anlıyoruz ki; Türkmen Delikanlı, Saddam’dan öyle nefret ediyordu ki; bu nefretini, bizim darbeci Kenan Evren’i sevecek kadar ileriye taşıyor.
Elbette, onun sevgisi Türkiye’ye ve Türk Milleti’ne.
Ancak, yaklaşık 9 yıl süreyle Türkiye’yi yönetmiş olan Kenan Evren’in ismini daha çok duyduğundan, Kenan Evren’in şahsında Türkiye’ye yönelik bir sevgi olduğu gözlerinden belli oluyor gencin.
Çünkü bize, sanki yıllarca sonra kavuştuğu yakın akrabalarına bakar gibi, sevgi ve muhabbetle bakıyor.
Gence,
-“Türkiye’de hangi takımı tutuyorsun?” diye sorduğumuzda, hiç düşünmeden,
-“Galatasaray” cevabını veriyor!
-“Neden Galatasaray?” sorumuza verdiği cevap ise çok daha enteresan oluyor gencin:
-“Çünkü Galatasaray Nemse takımını yenerek bizi sevindirmiştir. Onun için Galatasaray’ı tutirem!”
…
Bilindiği gibi, Osmanlı döneminde Avusturya “Nemçe” veya “Nemçelü” olarak adlandırılıyordu ve Kerküklü Türkmen delikanlısı, bu kelimeyi “Nemse” olarak telaffuz ediyordu.
Galiba o tarihlerde veya daha önceki tarihlerin birinde Galatasaray, Avrupa kupası maçlarında Avusturya’nın “Avusturya Wien” veya “Rapid Wien” takımlarından birini elemişti ve Türkmen genci, bu galibiyetin sevincinden kendisine hisse çıkarıyordu.
Doğrusu ya, aynı zamanda üç GS’li arkadaş olarak gözlerimiz yaşarmıştı Türkmen delikanlısının bu cevabı karşısında.
Demek ki; Türk Milliyetçiliği böyle bir şeydi!
Dünyanın neresinde olursa olsun, Türk’ün sevincine ve üzüntüsüne ortak olmak; kendisini bu büyük milletin bir parçası olarak görebilmek…
1990 yılında, Bağdat’ın göbeğinde Türk Milliyetçiliğini bir kez daha hissettiren Galatasaray futbol takımına binlerce teşekkürler olsun.
İtiraf edeyim ki; GS’nin UEFA ve Milli Takımın da Dünya Üçüncüsü olduğu yılları takip eden 2002 yılında hacca gittiğimde, Mekke sokaklarında, üzerlerinde Hasan Şaş ve diğer bazı GS’li futbolcuların çizgili formalarını taşıyan 8-10 yaşlarında Arap çocukları da gördüm ben.
Çünkü bize Dünya üçüncülüğünü getiren milli takımın omurgası da GS’ye UEFA kupasını kazandıran futbolculardan oluşuyordu!
“Galatasaray bir milli markadır, içeriden veya dışarıdan bu milli markayı yıpratmaya hiç kimsenin hakkı yoktur…” dememiz de zaten bu sebepledir.
…
Bağdat Üniversitesinde coğrafya okuduğunu söyleyen o Kerküklü genç, şimdi nerededir, ne yapar bilinmez.
Kim bilir belki de bir yerlerde şehit edilmiştir!
Zira Türklük sevgisiyle dolu olan insanların yaşaması bir hayli zordur bu ülkede ve dünyada.
Bunu yakından ve yaşayarak biliyoruz biz.
Eğer yaşıyorsa ve eğer Kerkük’te ise, şu anda muhtemelen tıpkı benim gibi onun da içi kan ağlıyordur!
Çünkü ta Sultan Alparslan’dan ve Atabeyler döneminden beri yaklaşık bin yıldır Türk/Türkmen şehri olan Kerkük, bugün Barzani yönetimindeki Kürtlerin işgalindedir ve Kerkük’ün kalasında Peşmerge çaputları dalgalanmaktadır.
Biz, Musul’u ve Kerkük’ü, 10 Kasım 1938’de zaten kaybetmiştik efendiler…