18 Mart’ta Dışişleri Bakanı R.Tillerson, Çin’e resmi ziyarette bulundu.
ABD-Çin ilişkisini “çatışmasızlık, karşılıklı saygı, her zaman kazan-kazan çözümleri arayan” niteliklerle tanımladı.
Halbuki Çinliler için zararsız görünümlü “karşılıklı saygı” sözcüğü kodlanmıştır.
O yüzden bu cümleden ABD’nin; Pekin’in “çekirdek çıkarları” olarak nitelendirdiği şeylere saygı duyacağını düşündüler.
*
Nitekim Devlet Başkanı Xi Jinping, Çin-ABD ilişkilerinde “tek doğru seçim” olarak işbirliğini öne sürdüğü konuşmasında,
“İki ülke aynı zamanda bölgesel sıcak konularda koordinasyonu güçlendirmeli, birbirlerinin çekirdek çıkarlarına, büyük endişelerine saygı duymalı. İki halk dostça alışveriş yapmaya teşvik edilmeli” dedi.
Çin devlet medyası ise “ABD, Pekin’in büyük güç ilişkilerinde yeni modelini örtülü olarak onayladı” diye yazdı…
*
İki ülkenin temel ilgi alanında diğerlerinin yanı sıra,
Doğu Çin Denizi’nde Çin’in Japonya’dan talep ettiği Senkaku Adaları,
Tartışmalı Güney Çin Denizi’ndeki insan yapımı müstahkem adalar,
Çin’in gereğinde devirmeye müsait bir vilayet olarak gördüğü Tayvan gibi toprak paylaşımı ve egemenlik konuları da bulunuyor.
Ama şimdi Amerika, “Yanlışlıkla Çin’e yeni büyük güç ilişkisi mi önerildi” sorusunu tartışıyor…
*
Batı ekonomilerini, küresel yönetişim organlarını ve düzenleyici kurumları zayıflatan 2008 mali krizinden bu yana liberal düzen ciddi sıkıntılar yaşıyor.
Ocak’ta Davos Dünya Ekonomik Forumu’nda Çin Devlet Başkanı Xi Jinping,
Küreselleşmenin savunulmasına ilişkin kapsayıcı, sürdürülebilir bir gelişme vizyonunu sundu.
*
IMF Direktörü C. Lagarde’ye göre kriz sonrasında gelişmekte olan ekonomiler küresel büyümenin yüzde 80’inden fazlasını oluşturuyor,
Küresel GSYİH’nın ise yüzde 60’ına katkıda bulunuyor.
Ama aynı zamanda özellikle Çin ve Rusya gibi gelişmekte olan güçler, kilit liberal kurumları ve değerlerini de baltalıyor!
Bu noktada Devlet Başkanı Jinping’in sunduğu vizyondan hareketle “Acaba Çin, küreselleşme motorlarını çalıştırmak için gerekli alternatif çözümleri gerçekten sağlayabilir mi” sorusu tartışılıyor.
*
II.Dünya Savaşından sonra Batı egemenliği;
Rusya’nın 2014’te Kırım’ı ilhaki, “Koruma Sorumluluğu- Responsibility to Protect ” kapsamında Suriye’ye insani müdahalesi ve yükselen Çin ile birlikte sert ve yumuşak bir güçle karşı karşıya kaldı.
*
Önceki ABD yönetimi, bu gelişmelere liberal bir düzen oluşturmaya çalışarak yanıt verdi.
Asya’daki statükonun kurtarılması için “Asia Pivot” stratejisini çizdi ve Çin’in bölgesel baskınlığını önleme hedefine odaklandı.
Savaş sonrası Asya’nın “işletim sistemi” dediği ve Asya’nın başarısını sağlayan ilkeleri savunmak ve güçlendirmek istedi.
*
Mesela, Asya’da demokrasi teşvikini sürdürdü.
Denizdeki seyrüsefer özgürlüğünü koruma kurallarını yürürlüğe koydu.
Diğer Pasifik Ülkeleriyle Trans-Pasifik Ortaklığı anlaşmasını imzaladı.
Kongre Aralık 2015’te IMF’nin 2010 Kota ve Yönetişim reformlarını onayladı.
IMF İcra Kurulu Ekim 2016’da Çin Renminbi’sini fonun hesap birimi olan Özel Çekme Hakkı’ndan oluşan para sepetine ekledi…
*
Eğer Hillary Clinton, 2016 ABD başkanlık seçimini kazanmış olsaydı,
ABD; Asya ve ötesinde uzun süredir devam etmekte olan statükoyu yeniden canlandırmanın ve korumanın çabasını gösterecekti.
Şimdi ABD yeni bir dış politikaya yönelmiş gibidir.
Yeni dış politikanın; belli bir coğrafyada birbirleriyle ortak noktalar ve bütünleyici unsurlar ile ilişiklendirilmiş ülkeleri kümeleştirmek:
Ardından onları küresel sistemin santrifüj kuvvetleriyle sarsmak:
Sarsılan ülke üzerinde ABD’nin istisnaî gücünü hissettirmek:
Eşzamanlı olarak küresel gücün yeniden oluşturulması adımları üzerine kurulduğuna dair işaretler alınıyor.
*
ABD yıllardır belirlemiş olduğu esaslar üzerinden dünyayı ayırıyor.
Bir tarafta kendisinin yönettiği tek kutuplu bir dünya, diğer tarafta küresel esaslar üzerinde Çin’in çevresiyle kendi aralarında işbirliği yapan devletlerin dünyası oluşuyor.
Yakında Başkan Trump’ın mevcut uluslararası düzenlemeleri daha da yükseltmesinden endişe ediliyor…
*
Amerika’nın liberal dünya düzenini korumaya olan ilgisi bu sistemde “sorumlu emanetçi” ya da “ayrıcalık sahibi” olarak nitelendirilen rolünden kaynaklanıyor.
Ancak Trump, ABD hegemonyasını bir yük olarak görüyor ve sağladığı ayrıcalıkları bilmiyor, üstelik dün ortaklaşmak istediği ülkelere de eziyet veriyor.
Bir ihtimal de olsa dünyanın ana rezerv para birimini kontrol etmenin yararlarını da öngörmüyor…
Ama Amerika’nın küresel üstünlüğünü de bırakmak istemiyor.
Hay Aksi! Bunlar ABD’nin ticaret savaşlarına, hatta askeri çatışmalara bile sıcak baktığı anlamına geliyor…
*
Çin’in böyle bir dünyadaki rolünü düşünürken;
2000’li yılların sonundan bu yana uluslararası statüyle ilgili endişelerden uzak,“Çin Rüyası” na odaklanmanın kayda değer bir değişim olduğuna değinmek gerekiyor.
Bu değişim, “Dışarıdan gelen yabancılara karşı düşmanmış gibi odaklanmak yerine Çin ulusunun canlandırılmasının amaç edilmesidir.
Bu bir ülkenin kendini algılaması ya da Batı ile olan ilişkisi bağlamında büyük güç statüsü için maddi kapasitenin ortaya çıkarılmasıdır.
*
Nitekim 1990’lı yıllardan başlayarak Çin, ABD’yi ve Batı’yı küresel ana akımın temsilcisi olarak görüyor.
Çinli liderler Batı’ya katılmayı arzu etmese de kesinlikle onun tanınmasına çalışıyor.
Çin’in düşman revizyonist bir güç olarak algılanmasını ve mevcut düzenin dışa dönük grubuna girmeyi istemiyorlar…
*
Bu nedenle Çin, Batıya doğru çekilmeye ve küresel ekonomiye daha fazla entegrasyona yönelmiş, reformist ideolojisiyle uluslararası rotayla bağlantı kurmuştur.
Ancak 2008 mali krizinden sonra Çin, uluslararası rotanın sorun yaşadığını keşfedince;
O zamandan beri benmerkezli sorumlu bir güç haline gelmiştir ki; şimdi statükoyu değiştirmeyi hedefliyor…
Neyse ki, geleneksel bir revizyonist güç gibi davranmıyor ve ekonomik küreselleşmeye tamamen bağlı kalmaya devam ediyor.
*
Çünkü Çinli liderler, ülkelerini bu sürecin yeni motoru olarak görüyor…
Xi Jinping, 2013’ten bu yana, küresel bağlantı ve altyapı yatırımıyla büyümeyi teşvik etmek üzere tasarlanan, muazzam “tek kuşak, tek yol” programını piyasaya sürüyor.
Bölünmüş bir Asya’yı ya da jeopolitik çatlaklar boyunca parçalanmış bölgesel blokları istemiyor.
Dolayısıyla, uluslararası çıkarları paylaşılan çıkarlar yoluyla geliştirirken, ortaya büyük bir iddia koyuyorlar.
*
Ancak Çin ekonomik küreselleşmenin meşalesini ileri götürmeye çalıştığı için benzersiz bir dizi sorunla karşılaşıyor.
Hala gelişmekte olan bir ülkedir ve yerli peyzajı siyasi tehlikelerle, ekonomik belirsizliklerle doludur.
Xi’nin hükümeti Çin’i; emek yoğun, yatırım ağırlıklı ekonomik büyümeden yurtiçi tüketim ve hizmetlere dayalı bir modele doğru çekerken yerli istikrarı korumak için mücadele ediyor.
Bu gündemin önceliği ise Çin’in küresel değişimi götürme girişiminde tutarlı bir stratejiden yoksun olacağı anlamına geliyor…
*
Bir diğer sorun, Çin’in dünya sahnesindeki tamamlanmamış geçişinden kaynaklanıyor.
II. Dünya Savaşı’nın galibi ABD; hemen ve inkâr edilemez biçimde dünyaya egemen olmuştu.
Ama Çin’in , ekonomik küreselleşmenin bir sonraki aşamasına geçmesi için böyle bir jeopolitik güç ve meşruiyeti bulunmuyor…
*
Batı’daki ve gelişmekte olan bir çok ülke, Çin’in sunduğu çözümlerin kendi kendine hizmet eden, tek taraflı olarak dayatılmış planlar olduğunu düşünüyor.
Çin, bu belirsizliğe karşı bir merkez noktanın altını çiziyor.
“Liberal dünya düzeni başa belâ olabilirken, Çin liderliğindeki bir alternatif henüz farkedilmiyor” deniliyor.
*
Bu noktada ve böylesi zor bir dünyada AB çevrelerinde de; dış politikasında 72 milletle kavgalı ve ekonomisinde iflas noktasında olan Türkiye’nin üyeliğini askıya alarak bir tecrid sürecine sokulması fikri gelişiyor.
Tecrid, Türkiye’nin Batı’dan borç bulamaması ya da ağır faizlerle borç bulması halidir.
*
Türkiye’yi iflasa getiren ve dünyadan soyutlayan ve hâlâ akıllara ziyan yetkiler talep eden İslamcı zihniyete , 16 Nisan’da “Hayır” denilmelidir.
27.3.2017
Bir yanıt yazın