Cumhurbaşkanı R.T.Erdoğan, 16 Nisan referandumunda “evet” oyunu yükseltmek için kimi Avrupa hükümetinin, Türk hükümeti yetkililerinin konuşma yapmalarını engelleyen provokatif yasaklarını kullanıyor.
Avrupa genelinde kışkırtılan Müslüman karşıtı histeriye dikkat çekiyor, referandumu Müslüman ve Türk karşıtı nefretin hedefi gibi sunuyor.
Bir taraftan R.T.Erdoğan ve hükümeti üyelerinin,diğer taraftan Avrupa siyasetçilerinin hakaretleri küresel medyalar arasında değiş tokuş ediliyor.
Türkiye ile Batı’nın birbirinden ayrılmasından ve Avrupa’nın zaafa düşmesinden en çok yararı olan Kremlin’de eller ovuşturuluyor…
*
Dünya nüfusunun yarıdan çoğunun servetinden daha fazlasına sahip 62 milyarder malî spekülatör ve yatırımcı;
Kendi konumlarını korumak için ABD liderliğinde TransAtlantik ittifak kurmuştur.
Dost rejimlere pay ödüyorlar ya da kendilerine direnen rejimlere karşı yürüttükleri savaşlarla onları yağmalıyorlar…
O yüzden demokratik haklara yönelik saldırılar derinleşiyor ve daha otoriter yönetim biçimleri gelişiyor…
Her ülkede halklar, bu ittifakın kâr sisteminin iflasının bedelini ödemek için yaşam standartlarına ve toplumsal koşullarına yönelik sonu gelmez saldırılarına maruz kalıyor…
İttifakın dünyanın geri kalanına yalan söyleyerek yürüttüğü yağmalama:
Afganistan’dan Irak’a, Irak’tan Afrika’ya, Pakistan ve Filipinlere, Libya,Yemen ve Suriye’de ki savaşlarla devam ediyor…
*
Avrupa’da ise 1980’lerde Margaret Thatcher’in liderliğinde ortaya çıkan, merkez sağ ve soldaki hükümetler tarafından kabul edilen ekonomik ve siyasi düzenin yol açtığı;
Neoliberalizmin mali akışlarına, özelleştirilmiş hizmetlere ve sosyo-ekonomik eşitsizliğe karşı son on yıldan beri yoğun antisistemik hareketler gelişiyor.
Sağdan sola genişleyen hareketler, kurulan düzeni popülizmin tehditi olarak damgalıyor…
*
Avrupa’da antisistemik hareketler, 2008 küresel mali kriz ve 2012 Euro krizinden sonra Uluslararası Para Fonu, Avrupa Merkez Bankası ve diğer mali kuruluşların;
Avrupalı ülkelerden örtülü şekilde yapısal reformlar talep etmesiyle başladı.
2000 Mart’ında Avrupa Birliğine (AB) üye 15 ülkenin bakan ve başbakanları, Portekiz/Lizbon’da Avrupalı halkların kaderini belirleyen stratejik bir karar aldılar.
AB’nin 2010’a kadar dünyanın en güçlü ve dinamik ekonomik bölgesi olması için “Avrupa’nın Sosyal ve Ekonomik Yenilenmesi” başlıklı bir reform paketini onayladılar.
“Ajanda 2010” denilen paket; Soğuk Savaş döneminden sonra tek kutuplu bir dünyada ne kadar sosyal hak varsa hepsinin bir bir ortadan kaldırılmasıyla ilgiliydi…
*
Ajanda 2010 hedeflerine nasıl varılacağı, 2002’de İspanya/Sevilla’da belirlendi.
Çalışanların çalışma saat ve ücretlerinde, işten atılmalarında, işsizlik sigortasında, emeklilik konusunda, eğitim ve sağlıkta, kazanç ve gelir vergisinde çalışanlar aleyhinde ve işveren lehinde kısıtlamalar öngörüldü.
Almanya, Fransa, İtalya, Hollanda ve daha bir çok ülkede sosyal kıyım önerileri “Yapısal Reform” adıyla servise konuldu…
Mesela, 2003’te Almanya’da sosyal demokrat Başbakan Schröder, işsizler ve sosyal yardım alanlar tarafından “Yoksulluk Yasası” adı verilen, kapsamlı sosyal kısıtlamaları gerçekleştiren Hartz Yasalarinı yürürlüğe koydu.
Almanya’da sosyal güvence sistemi alt üst oldu…
*
Çünkü yapısal reformlar iddia edildiğinin tersine ne işsizliği ortadan kaldırmak ne de bütçe açıklarından dolayı yapıldı.
Bu yasaların zengini daha zengin, fakiri daha fakir ettiği çok açıktı.
Hedefi; kapitalizmin işine gelmeyen toplumsal kesimleri açlıkla baş başa bırakmak;
Böylece sosyal devlet denen olguyu geçmişte bırakarak, üretimin devamı için ihtiyaç duyulan iş gücünün aç kalmamak için çok ucuza çalışmaya boyun eğmesini sağlamaktı…
Halklar soyulacak, bir bütün olarak kapitalizminin kârlılığı yükselecekti…
Elbette, askeri gücü arttırabilen ülkeler de dünyanın sömürülmesinden daha çok pay alacaktı…
*
1992’de Maastricht Antlaşması’yla ilan edilen bütün Avrupa projesi, bugün çökme belirtileri veriyor.
SSCB’den sonra kapitalizm savunucuları komünist tehlikenin sona ermesinin Avrupa’da birlik yaratacağını iddia etmişlerdi.
Ancak AB’nin barış, refah ve birlik yuvası olması şöyle dursun yeni bir şovenizmin, kemer sıkmanın ve savaşın kaynağı olduğu her gün daha çok anlaşılıyor…
Servette, gelirde ve yaşam kalitesinde ortaya çıkan uçurum mütemadiyen büyüyor.
*
“Ajanda 2010” genişledikçe Avrupa’da sağ’da giderek popülist, zenofobikı , ABfobik, İslamofobik ve homofobik karşıtı,
Solda ise eşitsizliğe ve yolsuzluklara karşı çıkan hareketler gelişti.
Bu hareketleri temsil eden siyasi partiler son Avrupa seçimlerinde, yaklaşık yüzde 25 oy aldılar.
Batı Avrupa’daki ulusal seçimlerde, sağ ve sol güçlerin toplamı için ortalama yaklaşık yüzde 15’tir.
Bu seviyede ki seçmen yüzdesi sisteme karşı çok az tehdit oluşturuyor.
Ama yüzde 25 baş ağrıtıyor…
*
İşte tam da bu noktada Rusya devreye giriyor.
Kremlin Avrupa’nın bu krizinde esas kaybedenlerin orta sınıf olduğu tezinden yürüyor.
Marksist analizde proletarya ile büyük burjuvazi arasında yer tutan küçük burjuva, Avrupa’da “Orta sınıf”tır.
Orta sınıfın krizden çıkmak için hızla basit ve etkili çözümler isteyen karakterinin;
Tarihsel olarak bu gibi durumlarda bir dizi savaş, devrim ya da büyük ayaklanmalara yol açtığının altı çiziliyor…
*
Üstelik Araplar, Polonyalılar, Romenler, Yugoslavlar, Afganlar, Afrikalılar, Bulgarlar ve daha nice milyonlarca aç;
Bugün Avrupa’da büyük ve küçük yerleşimlerde orta sınıfı tehdit ediyor…
Şimdi Rusya, “orta sınıf ve göçmenler” bileşkesinden “Marjinal milyonlarca insan milyonlarca marjinalize olanla karşılaştığında, iyi şey çıkmaz” fikrinden vazife çıkarıyor.
Brexit’i, Trump’ın zaferini, Fransa’da aşırı sağcı Ulusal Cephe’yi, Almanya Alternatifini, Danimarka Halk Partisi’ni, Gerçek Finlileri, Hollanda Özgürlük Partisini, Avusturya Özgürlük Partisini, İsveç Demokratlarını destekliyor…
*
Bu yolda en büyük desteği Türkiye’den alıyor. Nasıl?
Cumhurbaşkanı Erdoğan, ABD’nin Esad’a karşı İslamcı isyanı destekleme stratejisinin yenilgiye gittiğini,
Batılı müttefiklerin her birinin kendi stratejik çıkarları peşinde koşmak üzere aralarındaki rekabeti derinleştirdiğini görmüş,
Sonra “Başını ABD’nin çektiği koalisyon güçleri İŞİD dahil olmak üzere YPG-PYD terör örgütlerine destek veriyor” düşüncesini bahane ederek;
Stratejisini savaşta kazanan tarafın tüm başarıların sahibi olacağı bir konuma kurmuştu.
Bu noktada karşısında, “Suriye’de ABD’ye suçüstü yapabilecek tek kişi Erdoğan’dır” biçiminde düşüncesiyle Rusya’yı buldu.
Rusya-Türkiye ittifakı oluştu.
*
Ne ki,Rusya bu ittifakla;
Türkiye’de Erdoğan iktidarının, Suriye’de terörün sponsor ve savunucusu olduğunu ispatladı.
Erdoğan’ın desteklediği grupları bizzat Türkiye eliyle hizaya getirirken,Türkiye ile birlikte onları Suriye rejimi ile bir masaya oturttu ve başta Türkiye olmak üzere bağlı terörist çetelere Esad ve rejiminin meşruiyetini kabul ettirdi.
Türkiye’nin siyaseti ve müzakere gücünü zayıflattı; Erdoğan hükümetini her an patlayacak ve hatalarının ceremesini yüklenecek bir psikolojiye getirdi.
*
Nitekim, Avrupalı aşırı sağ kanat siyasi partiler, antiİslam ve göçmenlik üzerine popülerlik kazanmaya çok bayıldıkları bu sırada;
İslamcı Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan da, Türkiye’nin liberal siyasi sisteminin bir kısmını sökmek, bunun yerine İslamcı siyasi sistemi ikame etmek üzere olduğu bir noktada iken;
Erdoğan, muhayyel Türkiye ve Avrupa’daki hazır güçleri ve İslam ümmeti dayanışmasından aldığı güvenle;
16 Nisan referandumunda “evet” oyunu yükseltmek için kimi Avrupa hükümetinin, Türk hükümeti yetkililerinin konuşma yapmalarını engelleyen provokatif yasaklarını dünyaya Müslüman ve Türk karşıtı nefretin hedefi gibi sunuyor…
Rusya, Erdoğan’ın;Avrupa’da antiİslam kazanının altını ateşlemesinden ve oralarda oluşturduğu toplumsal ayrışmadan çok memnundur.
*
Bu sırada bir ateşli İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Almanya ve Hollanda’ya çıkışmaktadır:
“Çok arzu ediyorsanız, bir geri kabul anlaşmamız var, isterseniz her ay 15 bin mültecinin önünü açalım da aklınız bir şaşırsın” diyor…
*
Kapitalizm şaşırmıştır!
“Hayır Efendim, Hayır!” Gözü 16 Nisan referandumundadır…
19.3.2017