Çanakkale Zaferi’nin 102. yıldönümü vesilesiyle çok güzel paylaşımlara rastladım sosyal medyada.
Bu çerçevede ben de bazı paylaşımlar yaptım.
Bu paylaşımları bir makale olarak yayınlamanın hiç kimseye zararı olmaz herhalde.
Okuyanlar için tekrar olsa da okumayanlar için ilginç olacağını düşünüyorum…
*
Çanakkale 1915 Köprüsü’nün temelinin atılmasından hareketle; “Çanakkale geçilmez diyorlardı, geçtik” diye yorum yapanlar varmış sosyal medyada.
Başbakan Binali Yıldırım’ın, açıkladığı geçiş ücretinden hareketle “Çanakkale geçilmez diyorlardı 15 Euro+KDV’ye geçeceğiz” diyenler de çıkmış.
Bildiğim kadarıyla “Çanakkale geçilmez” sözü, düşmanlar için söylenmiştir; siz düşman tarafta mısınız ki; bu lakırdıyı rahatça edebiliyorsunuz efendiler.
Çanakkale’yi geçilmez kılan 100 bin şehidin manevi hatırasına hakaret ettiğinizin farkında değil misiniz yoksa?
Unutmayın; emperyalistlerin, sömürge ülkelerinden topladıkları yüz binlerce kişiden oluşan ordularla ve dünyanın en yenilmez armadalarıyla geçemedikleri Çanakkale’yi, bugün eğer 10-15 EURO’ya özgürce geçebilecek duruma gelmişseniz, bunu, bir asır önce gövdelerini düşman mermilerine siper edip Çanakkale’yi geçilmez kılanlara borçlusunuz.
Özetle; sizin Çanakkale’yi geçiş ücretiniz, bir asır önce kanla ve peşin olarak zaten ödenmişti gereksizler!
Bedeli Çanakkale’de Kanla Ödenen Kamyon Lastikleri
Yukarıdaki yorumu yaptığım sırada aklıma o meşhur hikaye tekrar geldi:
Komutanlarının emri üzerine lastik almak üzere İstanbul’a gelen zabit adayı Mehmet Muzaffer, ödenecek parayı almak üzere Erkan-ı Harbiye’ye gider.
Yazıyı okuyan yarbay, “Ne alınacak?’ diye sorar. “Oto ve kamyon lastiği” cevabını alınca kızarak, “Bak oğlum! Ben askerin ayağına postal, sırtına kaput alacak para bulamıyorum, sen otomobil lastiğinden bahsediyorsun. Hadi yürü git insanı günaha sokma. Para mara yok!” der. Mehmet Muzaffer, Erkan-ı Harbiye’den çıkar. Beyazıt Meydanı’nda yürürken aklına bir çözüm gelir. Doğru Yahudi tüccarın yanına gider. Paranın sabaha hazır olacağını, gemiye yetiştirmek için lastikleri erkenden alacağını söyler. Bütün gece çini mürekkebi ve boya ile 100 kaime taklit eder. Kahraman asker, ‘Bedeli Dersaadet’te altın olarak tesviye olunacaktır.’ ibaresi yerine ise ‘Bedeli Çanakkale’de altın olarak tesviye olunacaktır.’ yazar. Tüccardan alınan lastikler Çanakkale’ye gider. Birkaç gün sonra Yahudi tüccar Osmanlı Bankası’nda parayı bozdurmaya gidince sahte olduğunu öğrenir. Üstelik o dönemde en büyük para 50 kaimedir. Mehmet Muzaffer, bir gecede iki sahte para yapamayacağı için 50 kaimeye benzeterek yüzlük kaime yapmıştır. Yahudi tüccar olayı büyütmek istemez ama hikaye tüm İstanbul’a yayılır. Şehzade Abdülhalim Efendi, lalasını göndererek, tüccardan parayı aldırır, zarif sedef kakmalı, içi kadife bir mücevher çekmecesine yerleştirir ve İstanbul Polis Okulundaki Emniyet Müzesine hediye eder. Çanakkale’de bedeli ödenen 100’lük kaime, günümüzde Ankara Gölbaşı’ndaki Kriminal Polis Laboratuvarı Müdürlüğü bünyesindeki Belge İnceleme Laboratuvarı’nda koruma altında tutulmaktadır(*).
…
Umarız 15 Temmuz kalkışması sırasında Gölbaşı’ndaki polis merkezine yapılan bombardımanda 42 Özel Harekat Polisiyle birlikte bu kıymetli evrak da şehit olmamıştır.
Şehitlerimize bir kez daha Allah’tan rahmetler diliyorum.
Siperlerde Düşmanına Konser Veren Mehmetçik!
18 Mart Günü Habertürk’de gazeteci yazar Erol Mütercimlerden dinledim hadiseyi.
Anlam itibarıyla ve özetle şöyleydi anlattıkları:
Çanakkale kara savaşlarında siperler birbirine o kadar yakındı ki; iki taraf birbiriyle konuşuyor, elleriyle fırlatmak suretiyle yiyecek, içecek ve sigara alışverişi bile yapıyorlardı.
Türk mevzilerinde çok güzel sesli bir Mehmetçik vardı ve karşılıklı ateşin kesildiği anlarda bir güzel Türkü tutturuyor, onun söylediği Türküleri sadece arkadaşları değil, düşman mevzilerindeki askerler bile dinliyordu.
O Mehmetçik bir gün karşıdan gelen kurşunla şehit düşmüştü.
Birkaç gün sonra karşı siperlerden küçük bir taşa sarılmış vaziyette bir pusula geldi.
Pusulada “Türkü söyleyen Mehmetcik soruluyor, neden müzik yapmadığı ve kendisini dinlemek istedikleri” yazıyordu.
Bizim siperlerden atılan cevabi pusulada ise şu not yazıyordu: “Siz, iki gün önce o arkadaşımızı öldürdünüz!”
…
Çanakkale Savaşları’nın bir de böyle dramatik ve insani yönü vardır efendiler.
General Muray ve Çanakkale
Bir kitapta okumuştum; Çanakkale savaşına katılan Fransız General Muray, savaştan çok sonraki zamanların birinde bir grup Fransız ile birlikte savaşın cereyan ettiği bölgeyi ziyaret etmek için Gelibolu’ya gelmiştir.
Artık çok yaşlanmıştır ve bölgede görevli bizim askerlerin yardımıyla ancak çıkabilir dik yamaçlardaki siperler bölgesine.
Siperlerin başında, kafilesindeki Fransızlara anlam itibarıyla şu konuşmayı yapar:
“Savaşın en şiddetli yaşandığı günlerden biriydi. Çatışma ve karşılıklı ateş kesildikten sonra çatışma bölgesini geziyordum. Baktım siperlerden birinde iki asker vardı ve ikisi de yaralıydı. Birisinin yarası daha ağır olmalıydı. Daha hafif yaralı olanı, kendi üzerindeki elbiseden kopardığı parçalarla ağır yaralı olanın yarasını sarıyor, kendi yarasından akan kanı ise yerden almış olduğu toprağı bastırarak durdurmaya çalışıyordu! Bunu yapan bir Türk askeriydi. Peki daha ağır yaralı olan asker kimdi biliyor musunuz? Evet, o bir Fransız askeriydi. Türk askeri, kendi yarasına toprak bastırırken, elbisesinden kopardığı parçalarla, düşmanı olan ve kendisini öldürmeye azmetmiş bir Fransız askerinin yarasını sarıyordu. İşte ben bu sebeple Türk askerine çok büyük saygı duyuyorum beyler…”
Kâmil Onbaşı
Birinci Dünya Savaşı, Türk Milleti’nin tarih boyunca en çok kayıp verdiği savaştır ki; bu savaş, “Anadolu’da her evden bir şehit verilen savaş” olarak nitelendirilmektedir.
Çok can yakıcı ve dramatik hadiseler yaşanmıştır bu savaş sırasında.
Merhum Dedem (babamın babası) Ömerpaşaoğlu Mustafa, Filistin cephesinde şehit düşmüştür bu savaşta.
Bizim köylü Kâmil Onbaşı (Kara Kâmil) ise, Irak Cephesinde Ali İhsan Sabis Paşa’nın kumanda ettiği orduda savaşırken İngilizlere esir düşmüş ve rivayete göre Hindistan’da dört yıl esir hayatı yaşadıktan sonra ancak gelebilmiştir köye.
Kardeşi Hamdi Efendi (Hamdi Hoca) ise yine Irak Cephesinde, Bağdat’ta askerlik yaptığı sırada nedense kaçmış ve tam 130 günde gelebilmiştir köye.
Ali Efendi (Curanın Ali) de öyle; Mekke’de Ecyad Kalesi’nde veya Ceruh Kışlası’nda asker iken nedense kaçmış ve altı ayda ancak ulaşabilmiş köyüne.
Çanakkale Savaşı ise gidenlerin bir daha geri dönemediği savaş olarak tarihe geçmiştir.
Benim küçücük köyümden bile en az 7-8 şehit vardır Çanakkale’de ki; bunların bazıları kardeştir.
Birkaç yıl öncesiydi, bir hemşeri grubuyla otururken yine Çanakkale Savaşı konu edildi ve bir arkadaşımız dedi ki; “Savaş patlak verince dedem ve kardeşi olan büyük amcam tüfeklerini kuşanmışlar, azıklarını almışlar, atlarına atlayıp gitmişler. Gidiş o gidiş; bir daha dönmemişler..”
Arkadaşın söyledikleri, tıpkı Yaşar Kemal’in söylediği gibi değil mi;
“O iyi insanlar o güzel atlara binip gittiler”
Osmanlı’nın Torunu Olmak
Çanakkale Zaferi, Osmanlı’nın Son Zaferi, Yeni Türkiye’nin ise ilk zaferidir.
Çünkü, Türk’ün istiklal mücadelesi, Çanakkale’de başlamış, İnönü, Sakarya, Dumlupınar’la devam etmiş ve nihayet 9 Eylül 1922 günü İzmir’de sona ermiştir.
Yani Çanakkale, bir yanıyla Milli Mücadele’nin ilk merhalesi, ilk muharebe alanıdır.
Çanakkale Savaşı’nı verenlerle, Milli Mücadeleyi verenler aynı subay kadrosu ve aynı neferlerdir.
Cumhuriyeti kuranlarla, Çanakkale Zaferi’ni ve Milli Mücadele’yi kazananlar aynı kişilerdir.
Bu sebeple, Cumhuriyete düşmanlık edenler, büyük bir aymazlık içindedirler.
Ülkemizdeki Cumhuriyet düşmanlarının en önemli argümanlarından birisi de “Ben Osmanlı torunuyum” argümanıdır.
Oysa gerçekte onların nineleriyle Osmanlı hanedanının erkeklerinin hiç bir yakın ilişkisi olmamıştır ki; Osmanlı’nın torunu olsunlar.
Cibilliyetinden ve nesebinden emin olmayanlar ya da büyük dedelerini övünmeye ve övmeye değer bulmayanlar, ancak kendilerini başkalarının, daha doğrusu daha ünlü birilerinin torunu olarak göstermeye çalışırlar.
Bu tarih boyunca böyle olmuştur.
Mesela ünlü Timur Lenk de Cengiz Han’ın soyundan gelmediği halde, Cengiz Han’ın soyundan gelmiş gibi kendisine sahte bir soy kütüğü uydurmuştur.
Gelin görün ki; han soyundan gelmediği için hep Emir unvanıyla anılmış ve kendi meşruiyetini kabul ettirmek için yanında sürekli olarak Cengiz Han soyundan gelmiş bir adam bulundurmuştur.
Bu sebeple ısrarla “Ben Osmanlı’nın torunuyum” diyerek böbürlenenlerin soyunu, gidin araştırın, bunların bazılarının Osmanlı döneminde yaşayan dedeleri ya asker kaçağıdır, ya eşkıyadır, ya da tıpkı kendileri gibi, vaktiyle rejime başkaldırmış birer isyankâr veya bu tür adamlara hizmet eden maraba hükmündeki kıytırık adamlardır.
Ataları, dönme ve mühtedi olanlar bile vardır bunların içinde.
Öyle ya; şimdiye kadar Anadolu’da bilinen anlamda bir soykırım yaşanmadığına göre; Anadolu’nun kadim halkları acaba nereye gittiler?
Yoksa onların soyu, farklı etnik kimliklerle ve farklı inançlarla aramızda hâlâ yaşıyor mu?!
Neden olmasın?
Bu adamlar galiba, Osmanlı’yı sadece Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman’dan ibaret sanıyorlar.
Oysa unutulmasın ki; Deli İbrahim, Deli Murat (5.Murat) ve Hain Vahidettin de birer Osmanlı idiler…
(*)