Güvenli Bölgenin Uzun Vadeli Anlamı: Suriye’nin Bölünmesi
Prof.Dr. Alaeddin Yalçınkaya
Türkiye’nin Rusya-ABD-Suriye çerçevesindeki sıkıntılarında iyi haberler arka arkaya geldi. Hem yeni başkan Trump ile iyi bir diyalog süreci başladı, hem de Rusya ile uçak düşürme sonrası yaşanan kriz, güçlü bir dostluk veya dayanışma sürecine girdi. Ve Suriye’den birçok açıdan ümit verici duyumlar alıyorduk. Derken Rus uçaklarının bombaları ile şehit olan ve yaralanan askerlerimiz! Putin’in başsağlığı dilemesi, heyetlerin birinin gelip diğerinin gitmesi şehitlerimizi geri getirmez. Ancak ortada bu kadar açık kanal varken meydana gelen vahim hadisenin, Rusya ile düzelme yoluna giren ilişkileri bozmasına da izin verilmemelidir. Olay halen inceleme konusu olmakla birlikte, temelde iki ülke arasındaki ilişkilere yeni bir çomak sokma komplosu kesinlikle yabana atılmamalıdır. Bu komploda yer alanlar da kesinlikle cezalandırılmalıdır. Esasen Rus yönetimi bu büyük komployu baştan gördüğü için uçak düşürme safhasında olanları sineye çekmiştir. Bununla beraber, gerek iç kamuoyu gerekse uluslararası toplum nezdinde bu süreçte yaşanan prestij kaybını nasıl telafi edebileceğini de düşünmekteydi.
Suriye konusunda ABD ile görüşmelerde “sevindirici” gelişme olarak “güvenli bölge” talebimize olumlu yaklaşım haberleri geldi! Türkiye’nin yıllardır ısrarla istediği “güvenli bölge”ye yeni yönetimin sıcak bakması, bazı çevrelerde bayram havasıyla karşılanıyor. O halde 2017 başı itibariyle “güvenli bölge”, Türkiye için, Suriye için, PKK/PYD için, İsrail için ve son olarak müzakere süreci için ne anlama gelmektedir?
Sondan başlayacak olursak ABD’nin daha önce sıcak bakmadığı “güvenli bölge”ye şimdi ilgi duyması sadece başkanın değişmesi ile açıklanamaz. Esasen Trump, Beyaz Saray’daki diğer başkanlar gibi bu gibi konularda kendisine verilen raporlara göre hareket eder, önüne konan kağıtları imzalar. Bu gelişme, Pentagon veya CIA’daki yeni kadrolarla da açıklanamaz. Belki “şartların değişmesiyle hükümlerin değişeceği” daha açıklayıcı olabilir.
Astana sürecini Rusya, Türkiye ve İran ile dolayısıyla Suriye ve muhalif unsurlar yürütürken ABD dışarıda kalmıştır. Bir sonraki aşamalarda ABD’nin ateşkes ve çözüm sürecine bir şekilde dahil olması için birşeylere ihtiyaç duyulmaktadır. Tam da bu aşamada Türkiye’nin yıllarca talep ettiği “güvenli bölge” kurulmasına ABD’den olumlu cevap gelmesi, bizatihi müzakere tekniğinin bir parçası olabilir. Amaç böyle bir bölgenin oluşturulması veya oluşturulmaması değildir fakat bu zemin üzerinde sürece güçlü bir şekilde girmektir. Diplomatik müzakere tekniği açısından diğer bir husus ise Türkiye’nin bu talebi kabul edilmekle ABD’nin sıradaki taleplerinin kabul şartları hazırlanmaktadır. Washington “biz sizin güvenli bölge talebinizi kabul ediyoruz, siz de PYD için mendil kadar da olsa özerk bölge talebimizi kabul ediniz” diyecektir, belki de demiştir. Özerklik istenen unsurun adı PYD yerine “Demokratik Suriye Güçleri” gibi bir isim olması sonucu değiştirmez.
Suriye’de iç savaşın başlamasından hemen sonra Türkiye’ye mülteci akını başlamıştı. Türkiye kapılarını bu insan yığınlarına açmakla beraber bir aşamadan sonra yeni gelenleri Suriye sınırları içinde, Uluslararası Hukuk garantisi altında güvenli bir bölgede muhafaza etme yönündeki tercihini her fırsatta gündeme getirmiştir. Asıl hedef halkına zulmeden Esed yönetiminin bir an önce çökmesi olmakla birlikte bu süreçte sivil kayıpların önlenmesi de amaçlanmaktaydı. Bu bağlamda 2012-2015 dolaylarında “güvenli bölge” politikası belki tutarlı olabilirdi (Biz o yıllarda da bunun son derece sakıncalı olduğunu her fırsatta dile getirdik). Ancak Cerablus’tan girip belirli bir araziyi güvenli hale getirmesinden, El-Bab’ı muhasara etmesinden sonra Türkiye açısından yeni bir “güvenli bölge”nin anlamı yoktur. Hatta birçok açıdan Türkiye’yi zor durumda bırakacaktır.
Ankara açısından “güvenli bölge”nin güvenli olması ancak Türk askerinin kontrolünde olmasıyla mümkündür. Bir şekilde ABD ve Rusya’nın da mutabık kalacağı bir “güvenli bölge”, meşruiyetini BM Güvenlik Konseyi kararına dayandırmak zorundadır. Bu durumda kesinlikle Türk askerinin kontrolü dışında bir bölge ortaya çıkacak ki bu PKK/PYD açısından yeni bir Kandil’e zemin teşkil edecektir. Halbuki bugün Türkiye’nin “güvenli bölge” talep etmesinin nedenlerinden biri, iç savaş ve mülteci akımının Güneydoğu’da, hatta bütün ülke sathında neden olduğu asayiş problemidir. Görünüşte BM denetimindeki yeni bir “güvenli bölge” kesinlikle Güneydoğu bölgemize yönelik terörist faaliyetlere merkez teşkil edecektir.
Türkiye, Rusya ve İran’ın Suriye’nin toprak bütünlüğü konusundaki mutabakatı son derece olumlu bir gelişmedir. İsrail, dolayısıyla ABD politikalarının temelinde ise Suriye’nin parçalanması yer almaktadır. Ancak bugün ABD de bu yöndeki (Suriye’nin parçalanması) taleplerini açıkça ortaya koyamamaktadır. Trump’ın CIA temelli Amerikan siyasetini kavramak, acemiliği atlatmak bu taleplere tam karşıt görüşleri ortaya koymasına yol açabilir. Ancak sonuç değişmeyecektir.
İsrail çevresindeki güçlü devletlerin parçalanması temelli projeler Arap Baharı’ndan çok önce ABD mahfillerinde tartışılmaya başlanmış, bu yönde stratejiler oluşturulmuştur. Başta IŞİD olmak üzere bölgedeki oluşumlar önemli ölçüde İsrail’e komşu güçlü devletlerin bölünmesi senaryosu üzerine kurulmuştur. Astana süreci dikkate alındığında bu İsrail projesi belki rafa kalkma durumundadır. Ancak “güvenli bölge” sayesinde bu strateji doğrultusunda yeni bir gedik açılacaktır. Irak’ın parçalanma sürecinde de “uçuşa yasak bölge”nin son derece önemli olduğunu unutmayalım. Irak Kürtleri için bu “güvenli bölge”, aynı zamanda PKK kamplarına ilave hukuki gerekçelerle ev sahipliği yapmıştır.
Ankara’nın Esed kızgınlığından dolayı Suriye’nin parçalanmasını sükutla karşılaması, hatta bu yöndeki politikalara ön ayak olması yapılabilecek en büyük stratejik hatadır. Esasen bugün Esed’i iktidarda tutan temel saik, sürüp gitmekte olan iç savaştır. Suriye’de olaylar başladığı zaman Esed yönetimi, 2017’yi göreceğini kesinlikle tahmin etmiyordu. Astana süreci sonrasında Türkiye’nin de garantörlüğünde kurulacak yeni Suriye devletinde Esed yönetiminin ömrü kesinlikle uzun olmayacaktır. Ancak parçalanmış bir Suriye’de, Şam merkezli bir Şii-Nusayri yönetiminin çok daha uzun ömürlü olması beklenebilir.
Bu bağlamda “güvenli bölge”, Rusya açısından çok da önemli değildir. Moskova’nın nüfuzunda, Şam merkezli Tartus limanına sahip bir Nusayri devletçiği Rusya açısından belki de daha kullanılışlı olur. Halen organik bağları bulunan PYD kontrolünde bir “güvenli bölge” oluşumu Rusya açısından da gerektiğinde yararlanılabilecek entrüman olabilir. Üstelik bu strareji ABD’ninki ile de örtüşmektedir.
Esed’in 10 Şubat 2017’de Yahoo News muhabirinin sorularını cevaplarken “güvenli bölge” konusundaki endişeleri gerçekçidir. Buradaki gerçekçilik Esed ile Türkiye’nin çıkar birliğinden öteye aynı zemini paylaşan komşuların durumuna benzemektedir. Bitişiğimizdeki bina temelden kayarken bizim binamızın yerinde duracağını bekleyemeyiz. Bu durumda Suriye’nin parçalanması tehlikesine yol açacak olan “güvenli bölge”yi önlemesi mümkün olan iki güç, Türkiye ve Suriye’dir. Türkiye’ye rağmen böyle bir bölgenin kurulması, elbette mümkün olmayacaktır.
El-Bab’a girmek aşamasındaki Türkiye’yi bekleyen asıl sorun kontrol altına aldığı bölgedeki pozisyonudur. Öncelikle bölgedeki varlığını, örneğin bir BM Güvenlik Konseyi kararına dayandıramamaktadır. Veya Rusya’nın yaptığı gibi Şam yönetimiyle askeri işbirliği anlaşması da sözkonusu değildir. Bu durumda Türk askeri kontrolündeki bölge ilk fırsatta sahiplerine bırakılmak zorundadır. Suriye ülkesi, terörist unsurlardan temizlendikten, muhalif gruplar ile Şam yönetimi arasında kalıcı bir uzlaşmaya varıldıktan ve mülteciler peyderpey topraklarına dönmeye başladıktan sonra elbette Türk askeri de komşu ülke topraklarından çekilecektir.
Öte yandan IŞİD veya PKK/PYD kaynaklı terörist saldırılara karşı Suriye topraklarında kalıcı asker bulundurmak kesinlikle çok daha pahalıya mal olacaktır. Ekonomik masrafın çok ötesinde şehit cenazeleri ve gaziler gelmeye devam edecektir. Benzer maksatlarla ABD’nin Afganistan veya Irak’taki deneyimini hatırlamak gerekmektedir. Bunun yerine komşu ülkelerle dostluk ve işbirliği temelli ilişkiler çerçevesinde kendi güvenliğine yönelik tehditleri onlar üzerinden ortadan kaldırmak çok daha kolaydır. Öte yandan sınır ötesinde konuşlanacak güvenlik ve istihbarat personelinin, sınır kapılarında ve ülke içinde görev yapması durumunda başarı ihtimali daha yüksektir.
Diğer yandan yukarıda işaret edildiği üzere BM Güvenlik Konseyi tarafından oluşturulacak “güvenli bölge”nin yönetiminin kesinlikle Türkiye’ye bırakılmayacağını, en iyimser tahminle bir şekilde PYD irtibatlı ülkelerin/gurupların burada söz sahibi olacağını tahmin etmek için kahin olmaya gerek yok. O halde izlenecek politikaların, sırf günü kurtarmak, bugünün sorunlarına geçici çözüm bulmak için değil fakat üç-beş hatta elli-yüz yıl sonraki ihtimallerin de dikkate alınarak tespit edilmesi gerekmektedir.
Suriye iç savaşının başından beri, pek sesi duyulmayan İsrail’in başta ABD olmak üzere büyük güçler ve diğer oluşumlar üzerinden süreci kendi stratejik çıkarları açısından başarıyla yönettiği görülmektedir. Ancak en azından Astana sürecinde bu stratejinin tıkandığını söyleyebiliriz. Bu bağlamda ABD’nin Orta Doğu politikasının merkezinde İsrail’in bulunduğu önemli bir gerçektir. Bununla beraber İsrail’in de her istediği gerçekleşmeyebilmektedir, bazen ABD istese de Yahudi lobisinin taleplerini yerine getiremeyebilmektedir. Başta BM Şartı olmak üzere günümüz Uluslararası Hukuk ilkelerinin başında, devletlerin ülke bütünlüğü bulunmaktadır. Bu ilke, Suriye’nin, Irak’ın veya Libya’nın ülkesel bütünlüğü açısından da geçerlidir. Türkiye, aynı zamanda kendi güvenliği için komşu ve bölge ülkelerinin bütünlüğüne halel getirecek adımları atmaktan kaçınmalı, “güvenli bölge” tuzağına kesinlikle düşmemelidir.
alaeddinyalcinkaya@gmail.com
Yazıları posta kutunda oku