Çocuklar masalları çok sever…
Küçükken, annelerimizin, babalarımızın anlattıkları masallara bayılırdık…
Bazen korkudan gözlerimiz fal taşı gibi açılır, bazen mutluluktan uzaklara dalıp giderdik…
Hele o kış günlerinde, dışarıda kar, fırtına varken, rüzgâr delice esip, uğuldarken ve sobalarımızda meşe odunları çıtır çıtır yanarken…
Üzerinde kestaneler patlatırdık…
Ne tatlı olurdu devler, cüceler, periler ülkesinde gezmek, seyahat etmek…
Onların gizli, gizemli, sihirli dünyalarında yaşamak…
Ne güzel olurdu onlarla birlikte kötülere, zalimlere karşı savaş vermek…
Sonra uykumuz gelirdi, olduğumuz yerde kıvrılır yatardık… Rüyamızda masal kahramanı olurduk…
Sonra televizyonlar çıktı. Bilgisayarlar çıktı. Teknik iyi, bilim yararlı diyoruz, doğru. Ama bir gerçeği de vurgulamadan geçemeyeceğiz:
Onlar masallarımızı, hayallerimizi, komşuluklarımızı, rüyalarımızı çaldılar… Söyleşilerimizi, dostluklarımızı çaldılar.
Çayırlı – çimenli, kurtlu – kuşlu, zümrüt yeşili ormanlarımızı, gizli, gizemli, masal dünyalarımızı yok ettiler…
Sonra bu televizyonlar, bilgisayarlar da yetmedi, üstüne üstlük, bir de kötü politikacılar, çirkin politikacılar çıktı…
Renklerimizi, sevgimizi, ormanlarımızı, akarsularımızı, fabrikalarımızı, hayatımızı, kardeşliğimizi çaldılar…
Ermeni, Rum, Kürt, Yahudi komşularımız, arkadaşlarımız vardı bizim…
Kimseyi Kürt, Türk, Ermeni, Rum olduğu için yargılamazdık…
Sorgulamazdık… Küçümsemez, hor görmezdik…
Kahkahalarımız ortaktı… Sevinçlerimiz ortaktı… Umutlarımız ortaktı…
Analarımız, babalarımız orucunu tutar, bayram günlerinde bayram namazına kalkar, başlarına yazmalar, başörtüleri bağlarlar (ama türban değil) bayramlaşmaya giderlerdi birbirlerine…
Ama kimse kimseyi Alevi, Sünni, Hristiyan olduğu için suçlamazdı.
Sorgulamazdı… Küçümsemezdi, hor görmezdi…
Hele hele asla din alıp satmazdı… Ozanın dediği gibi, “Onlar gül alır, gül satardı…” Din ticareti, din tüccarlığı hiç yapmazdı…
Daha doğrusu akıllarına gelmezdi… Çünkü böyle bir sorun yoktu… Bilmezdi… Böyle bir meslek henüz icat edilmemişti…
Arada bir çıksa da bu şeriatçı, düzen bozucu, sapkın kişiler, onları kimse önemsemezdi, dönüp bakmazdı, unutulup giderdi…
Zamanla, Atatürk’ün kapıdan kovduğu cemaatler, tarikatlar, çirkin politikacılar, bir fırsatını bulup, bacadan içeri girdi… Destekçisi emperyalizmdi…
Masum dünyamızı, dirliğimizi, birliğimizi, dostluğumuzu çaldılar… Kardeşi kardeşe, komşuyu komşuya düşman ettiler… Dil, din, mezhep, ırk ayrılığı yaptılar…
Ortalık kan gölüne döndü…
Yolsuzluk yaptılar… Hırsızlık yaptılar… Yalan söylediler. Yalan söylediler. Yalan söylediler…
Durmadan yalan söylediler…
Koca bir ülkeyi yalanla dolanla yönetmeye kalktılar…
KOCA BİR ÜLKE YALANLA DOLANLA NASIL YÖNETİLİR?
Bir gün önce AK dediklerine bir gün sonra KARA dediler… Ve bütün bu yalanları din adına söylediler…
Bakanlar, başbakanlar, cumhurbaşkanları FETÖ’yü övdüler, övdüler, övdüler… Yere göğe sığdıramadılar…
PKK’yı ve onun bebek katili elebaşısını övdüler, övdüler, övdüler… “Sayın” dediler… Yere göğe sığdıramadılar…
Sonra araya menfaat girdi. Mevkii – makam, koltuk kavgası girdi… Birden ters yüz oldular…
Bu kez referandumda “HAYIR” diyecek vatandaşları FETÖCÜLÜKLE, PEKAKACILIKLA, teröristlikle suçlamaya başladılar… Birden el bebek, gül bebek FETÖ – PEKAKA, “TU KAKA” oldu…
Herkesi korkutmaya, sindirmeye çalışıyorlar şimdi…
15 yıl halka yalan söyledikleri, kardeşi kardeşe düşürdükleri yetmemiş gibi, “Bize izin verin, tek kişi yönetiminde, güçlü bir devlet kuralım, sizi daha iyi yönetelim, daha mutlu yapalım…” diyorlar… Nasıl bir mutluluksa bu! Ölümün, açlığın, zulmün mutluluk getirdiği nerede görülmüştür…
Sanki 15 yıldır bu devletin başında aynı adam yokmuş gibi… Sanki 15 yıldır bu vatanı uzaylılar yönetmiş gibi…
Şimdi de çıkmış, “Bana, benim Sultanlığıma, tek adamlığıma “Evet” deyin diyor…
Biz de diyoruz ki: Bu ülkeyi yalana, dolana, din tüccarlarına bir kez daha teslim etmeye hiç niyetimiz yok…
YALANA DOLANA KARNIMIZ TOK…
Bu kez “HAYIR” diyeceğiz, hem de bir kez değil, bin kez “HAYIR” diyeceğiz…