Hac; Müslümanların direk cennete uçuracak sihirli kelime!
Dünyada iken cenneti garantilemek için ellerinde ne var ne yok satıp paraya çevirerek gittikleri kutsal sefer.
Hz. İbrahim’den beri aynı şekilde icra edilen bir ritüeller bütünü!
Hakkıyla edâ edip, geri yurtlarına dönünceye kadar cehennemi boylayacak bir günah işlemezlerse kârda sayılacakları bir ibadet!
Ancak bunu çok az kişinin başardığına inanırım ben.
Çünkü hacda öyle manzaralar görürsünüz ki; sevap işlemek için gittiğiniz bu topraklarda, günah işlemeden dönmeniz bazen Kaf Dağı’nı aşmak kadar zor olabilir.
Bize haccın hep güzel yüzünü anlatırlar hocalar.
Niyet edip ihrama girdikten sonra, Arafat’ta vakfe yapıp bir de Kâbe’yi ziyaret ettin mi tamamdır, artık sen anadan doğmuş gibi günahsız bir Müslüman oldun!
Ondan sonra, açılsın cennet kapıları, gelsin huriler, gılmanlar, türlü türlü nimetler, dolsun kadehler kevser şaraplarıyla!
İşte ulemadan bu fetvayı duyan Ümmeti Muhammed, hac zamanı gelince akın akın, fevc fevc düşer yollara!
Ver elini Mekke!
Mekke; belki de Hz. Adem’den bu yana dünyanın en eski yerleşim yerlerinden ve kutsal mekânlarından birisi.
En azından biz öyle bilir, öyle inanırız.
Gelin görün ki; bir de Mekke’nin öteki yüzü vardır ve o yüz bambaşkadır; kapkaranlıktır hac zamanlarında.
Mekke’nin o yüzü, her türlü günahın ve yasak fiilin işlendiği bir yüzdür aslında!
Eskiden beri hac zamanı aynı zamanda bir ticari fuar ve panayır zamanıdır Mekke’de.
Merhum Mehmet Akif’in çevirisini yaptığı kitabında Mısırlı Alim Abdülaziz Çaviş, bu manzarayı şöyle serer gözlerimizin önüne:
“Bu panayırlar yüzünden Mekke’ye nasıl bir yandan akın akın seyirciler, toplum toplum alıcılar, küme küme ibadet edenler, zahidler, bölük bölük şairler, hatipler, yığın yığın davacılar, hakemler gelirse; öte yandan da -zamanımızın ticaret ve sanayi sergilerinde olduğu gibi-sayısız zina edenler, hesapsız fahişeler, sınırsız ayyaşlar, sonsuz kumarbazlar toplanır; hâsılı Rum memleketlerinin, Suriye’nin, Yarımadanın çengi, rakkase, şarkıcı adı altında ne kadar şıllığı varsa hepsi birikirdi…”(1)
Öyle ya; dilleri, kültürleri, alışkanlıkları, gelenekleri birbirinden farklı milyonlarca insanın aynı anda üst üste yığıldığı küçücük bir şehirde istenmeyen olayların yaşanması zaten kaçınılmazdır.
Esasen aksi, insan tabiatına ve doğa kanunlarına aykırıdır.
Özetle; Abdülaziz Çaviş’in cahiliye dönemine ilişkin olarak anlattıkları kadar olmasa da, hac zamanlarında hijyen ve çevre bakımından dünyanın belki de en pis şehri Mekke’dir!
Özellikle Mina bölgesi!
Mina bölgesinin adeta bir çöplük olmasının sebebi, belki de şeytan taşlama ameliyesinin yerine getirildiği yer olmasından, yani şeytanların burada bulunuyor olmasından ileri gelmektedir; kim bilir!
Peki siz hiç, Avrupa’ya ve Amerika’ya şu veya bu sebeple giden insanlarımızın aşı olduklarını hiç duydunuz mu?
Şahsen ben duymadım.
Gelin görün ki; hac ve umre için Mekke’ye ve Medine’ye giden vatandaşlarımıza, Türkiye’den çıkmazdan önce mutlaka aşı yapılmaktadır.
Neden?
Çünkü, dünyanın en bilinmedik yerlerinden cennetin yolunu bulmak için gelen milyonlarca insanın, yaşadıkları ülkelerde kol gezen bulaşıcı hastalık mikroplarını Mekke ve Medine’ye getirmeleri ihtimali çok yüksektir.
Üstelik hac zamanlarında bu iki kutsal şehir, hijyen ve çevre temizliği bakımından istenmeyen görüntülere bürünürler.
Kâbe’nin hemen yanı başındaki Zemzem kuyusunun bulunduğu alanda, su musluklarının üzerine ağız ve burun ifrazatının (tükürük ve sümük) boca edildiğini ve temizlenmeden öylece bırakıldığını söylersem, galiba her şeyi bir güzel özetlemiş olurum!
…
Hac zamanı Mekke ve Medine’nin alışılmış ve geleneksel görüntülerinden birisi de dilencilerdir.
Bu görüntü, Hz. Adem’den olmasa bile en azından Hz. İbrahim’den bu yana binlerce yıldır belki de hiç değişmemiştir.
En azından bundan bir asır (yüz sene) önce de Mekke ve Medine’nin aynı görüntülere sahne olduğunu biliyoruz.
Nereden biliyoruz?
Elbette konuyu ele alan kitaplardan.
Bu kitaplardan birisi de Falih Rıfkı Atay tarafından yazılmış ZEYTİNDAĞI isimli kitaptır.
Falih Rıfkı Atay, Birinci Dünya Savaşı sırası sırasında yedeksubay olarak silah altındadır ve Suriye’de konuşlu 4. Ordu’nun kumandanı Cemal Paşa’nın karargâhında görevlidir.
Gördüklerini ve işittiklerini harika bir dil ve üslupla anlatmıştır kitabında.
Cemal Paşa ve Enver Paşa ile birlikte Medine’ye yaptıkları yolculuk sırasında gördüklerini, bütün kaygılardan uzak, yani muhafazakârların mahalle baskısından çekinmeden bütün çıplaklığı ile gözler önüne sermiştir.
Anlattıkları büyük ölçüde doğrudur Falih Rıfkı Atay’ın.
Mekke ve Medine’de manzara bugün de aynıdır değişin hiçbir şey yok!
Değişen tek şey, çadırların ve toprak damlı ve hurma dallarından yapılmış basit yapıların yerini, modern yapıların, gökdelenlerin, lüks otellerin, develerin yerini ise son model arabaların almış olmasıdır!
Önceki görüntüler ise daha çok şehirlerin dışına, yani çöle sürülmüşlerdir.
Gelin görün ki; gelenekler ve görüntüler yine aynıdır.
Bir asırdır değişen hiçbir şey yok aslında.
Arap, 750 kişilik Jumbojet uçağına hâlâ deve nazarıyla bakmaktadır!
Sheraton ve Hilton otelleri Arabın gözünde hala sıradan birer bedevi çadırıdır!
Müslümanlar işte bu karmaşanın, bu curcunanın, bu keşmekeşin içinde Cennet’in yolunu bulmaya uğraşıyorlar Mekke ve Medine’de.
Sohbetimizin burasında sözü Merhum Faih Rıfkı Atay’a bırakıyoruz. Çünkü sözün en güzelini, Türkçe’nin en nefis örneklerini o söylemiştir:
“Hintli, Buharalı, Afganlı, Cavalı… Medine eşrafının ipek entarisi, bu kimsesiz gurbet adamlarının çürük, yağlı ve kokmuş paçavrasına sürtünerek geçiyor.
Medine çarşısında ve sokağında Asya, Afrika, Anadolu dilenmektedir. Büyük bir toprak kümesini oyunuz; kurum ve kül yığılmış bir ocağın karşısına kalın hasır ve değnekten iskemle ve peykeler sıralayınız. Aksakalı kirlenmiş ve porsuk etini bir tahta parçasına dayamış, boynu sarkık, pinekleyen adam, sonra, iri, uzun ve zifire bulanmış çubuktan esrar çeken çekik gözlü çocuk ve kahvenin önünde derilerini güneşe seren yarı iskeletler, hep hac yolunda kalmış olanlardır. Sokaktakiler açlıktan ve ıstıraptan kapanmış göz kapakları üzerinde bir gölge kararır kararmaz, parmaklarının kara kemiklerini dillerinin güç döndüğü kelimelerle çatlak dudaklarını oynatıyorlar.
Kuveynat neresidir? İşte bu ihtiyar üç yıl önce cenneti arzulayarak oradan yola çıktı. Kendisini yalnız Bombay’a kadar götürecek tren parası vardı. Fakat Bombay ne dünyanın ucu, ne de Hicaz’ın eşiğidir. Altı ay, orada sokak sokak dilendi. Birisi bir bilet sadaka etti. Şimendiferle Haydarabad’a geçti ve altı ay Nizam medresesinde kazan dibi kemirdi. Haydarabad Emirinin iyi bir gününe rast gelerek Cidde’ye kadar bilet sadakası aldı. Yollarda iki dost edinip on gün birisinin, on gün ötekinin erzak torbasından karnını doyurdu ve nihayet Arafat’a kavuştu ve sürüne sürüne Medine’ye kadar da geldi. Artık buradan dönmeyecektir. Saçları ağarmış, yüzü eskimiş ve dişleri dökülmüştür. Şimdi onun için cennet, Kuveynat’tır: Erişilmez, ulaşılmaz, varılmaz ve bulunmaz cennet, ana, baba, oğul, uşak yurdu! Kim bilir belki bir küçük yuvası da vardı. Çarşıyı dolaşıyorum. Herkes gümüş yüzük satıyor. Bu bir halkadır veya iki halkadır veya üç halkadır: İkinci dükkân yeni bir şekil satmaz. Yan dükkânda bir Arap, komşusu ile kavga ederken, ayağını sandığın içine basmış, parmaklarının arasından zencefil taşıyor. Kafes ve kerpiçten çatılmış otelin odasında bunaltıdan on adım bile atamıyorum. Toprak ve kafes evlerin arkasında hurmalar, kerpiç sütunlar gibi uzanmış, hava bulmağa çalışıyor.
Mukaddes cihat, Osmanlı İmparatorluğu, Allah ve Peygamber: Hepsi birbirine karışıyor. Gülmek istiyorum.
Otelde bir Buharalı çocuk yanımıza geldi. Geniş yüzlü, beyaz dişli, kısa burunlu, konuşmak heveslisi bir çocuktu. Satılık külâhları elinden düşecek kadar bize dalmıştı. Elindekileri sordu.
-Hacı külâhları! dedi.
Kimin yaptığını anlamak istedik.
-Medineli usta, cevabını verdi.
-Sattığın şeyden sana ne verir?
Küçük, göğsünün bütün nefesini boşaltan uzun bir ‘hiç’ ile boynunu büktü:
-Sade ekmek alırım; entari giyerim, dedi.
-Anan nerede? Baban kim?
Anası Mekke’de, babası Medine’de ölmüştü. Memleketini sorduk. Ruhunun bir köşesini yırtmıştık. İsim söylemedi, yalnız:
-Sıcak değil, içinden su geçer dedi.
Hicaz hurması gibi Filistin zeytini de ancak para ile satın alınabilir. Şakağa yapışmış yağlı saç parçasını bükerek can çekişen Kudüs hacıları, yağlı hırkalarının çürümüş pamuğunu didikleyen Medine hacılarından daha bahtiyar değildirler. İsa’nın açları da Muhammed’in açları kadar ve onlar gibi sürünmek kaderlisidirler.
Yalnız Kudüs’te dilencinin çerçevesi ihtişamlıdır: Medine, dini mallaştırmış ve maddeleştirmiş bir Asya pazarı idi. Kudüs dini oyunlaştırmış bir Garp tiyatrosudur. Kudüs’te oteller yarı kilisedir, uşakları yarı papazdırlar ve hizmetçiler yarı hemşiredirler.
Rahat döşeğinde ölmeyen İsa’nın mezarı etrafında, çepeçevre, Müslüman jandarmaları nöbet beklemektedir. Kilise içinin her parçasının bir başka millete ayrılmış olduğunu yazmıştım: Her millet kendi yerini süpürür, yıkar ve taşı üstüne yalnız o milletin ayağı basar. Birinin süpürgesi ötekinin taşına dokundu mu, cinayet olur ve İsa’nın mezarına gözyaşı yerine kan sıçrar. Şişli bastonlar gibi, Kudüs’te hançerli putlar vardır. İsa’nın mezarı, üstünü temizlemek sevabı pay edilemediği için, toz-toprak içindedir. İpi koparak düşen çanı hiç kimse kaldırıp yerine takamaz. Beytüllâhim Kilisesi de böyle idi: Enver Paşa, kilise camlarının niçin kırık bırakıldığını sorduğu zaman, masraf etmek sevabını milletlerin paylaşamadıklarını ve her teşebbüsün arkasından kan ve kavga çıktığını söylemişlerdi. Başkumandan kiliseyi bir jandarma müfrezesi ile sardırdı ve kilisenin pencerelerine yeni camlar ancak böyle takılabildi.”(2)
…
Anadolu Ajansı tarafından çekildiği anlaşılan aşağıdaki fotoğraftaki (3) dilenci, şükür ki; Türk değil.
Ancak bizimkiler dilencinin üstlendiği yere bile damgasını vurmuşlar gibi. Dikkat edileceği üzere; oradaki betona isimlerini kazımış bizim Hasan Çapkan ile Hayri Çimen isimli hacılar!
Zaten fotoğrafın bulunduğu “Hira yolundaki dilenciler Türklere minnettar” başlıklı Adem Demir imzalı haberde şöyle deniliyor: “Hira mağarasını görmeye gelenlerden sadaka isteyen yüzlerce Pakistanlı’ya en çok parayı Türkler veriyor. Bu nedenle Hira’ya çıkılan binlerce basamaklı yokuşun her 10 metresinde bir durarak para isteyen Pakistanlı dilencilerin tamamı Türkçe biliyor” yazıyor.
Gördüğünüz gibi, devletin resmi ajansı olan AA, Mekke’de dilenen çok sayıda Pakistanlı dilenci olduğunu yazmış.
Son zamanlarda sık sık kullanılan “Pakistanlaşmak” tabiri böyle bir şey midir yoksa?
_________
1- Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı, MEB, Ankara, 2001, s. 62-66.
2- bkz. ,
3- Abdülaziz Çaviş, Anglikan Kilisesine Cevap, çev. Mehmet Akif, sad. Dr. Süleyman Ateş, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayını, Ankara, 1979, s. 16-22.
Bir yanıt yazın