Gençlik dönemim olarak nitelediğim 1960’lı yıllarda lisede öğrenciyken ve daha sonra Fakülte yıllarımda Ankara’da ”Kıbrıs Türk’tür Türk kalacaktır” sloganı ile heyecanla yürüyüşler yapardık. Hiç unutmuyorum. Sanırım 1966 yılının bir sonbahar gününde muhtemelen Eylül ya da Ekim ayında Kurtuluş Parkı’nda bir Kıbrıs Mitingi düzenlendi. Mitingi düzenleyenler arasında şimdi bir “büyük” kentimizin bir “büyük” başkanı da vardı. Başkan’a yakın görsel medya dahil basın yayın kuruluşlarının Kıbrıs konusuna gereği kadar önem vermedikleri ve 5 Aralık’ta İstanbul’da yapılan etkinliği fazla önemsemedikleri dikkatimi çekmiştir.
Bu mitinge Rahmetli Rauf Denktaş Kıbrıs’tan kaçarak ya da kaçırılarak katılmış ve coşkulu bir konuşma yapmıştı. Bizler de katil Makarios diye bağırarak kağıttan yapılan kuklalarını yakmıştık. O günden bugüne Kıbrıs sorunu ile yakından ilgilendim. Özellikle Kıbrıs’ın Avrupa Birliği’ne AB hukukuna aykırı bir şekilde üye yapılması konusuna çok önem verdiğim için Avrupa Birliği Türkiye İlişkileri: Bir Çıkmaz Sokak isimli kitabımın 11’nci bölümünü bu konuya ayırdım. (İstanbul, 2013, s. 469- 497 ve 781-787)
Kıbrıs’ta 352 yıl Türkler, 37 yıl İngilizler ve 3 yıl 4 ay Türk – Rum ortak Kıbrıs Cumhuriyeti egemen olmuştur. 1960 yılında kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’ni Rumlar1963’de kanlı bir darbeyle yıkmış, 1974’de ikinci bir Yunan darbesiyle Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlamak üzere başlatılan katliam, Türkiye’nin askeri müdahalesiyle önlenmiştir. Türkiye Cumhuriyeti; 11 Şubat 1959’da Zürih’te Türk, Yunan, Birleşik Krallık (İngiltere) ile Kıbrıs’taki Türk (Fazıl Küçük) ve Rum (Başpiskopos Makarios) toplumları arasında imzalanan belgeler kapsamında Kıbrıs Türk ve Rum halklarının haklarını kabul etmiştir. 19 Şubat 1959’da Londra’da Harold Macmillan, Konstantin Karamanlis ve rahmetli Adnan Menderes tarafından imzalanan anlaşma ile Kıbrıs adasında kurulacak konfederal yapıdaki Kıbrıs Cumhuriyeti’nin temelleri atılmıştır.
Londra Anlaşması sonucunda Kıbrıs Cumhuriyeti bağımsız bir devlet olarak 16 Ağustos 1960 tarihinde kurulmuştur. Yunanistan, Türkiye ve Birleşik Krallık; Kuruluş, İttifak ve Garanti adındaki 3 anlaşmayı imzalamışlardır. Fakat 1963 yılında Akritas Planı’nın yürürlüğe konulmasıyla Kıbrıslı Rumlar, Kıbrıslı Türkleri yönetimden zayıflatarak daha sonra Kıbrıs Cumhuriyeti’ni Yunanistan ile birleştirmeyi (Enosis) amaçlamışlardır. Türk Silahlı Kuvvetleri 20 Temmuz 1974 tarihinde Kıbrıs’ta başlattığı harekat sonucunda 14 Ağustos’ta Lefkoşa’ya girerek Enosis’e engel olmuştur. Bu harekat Zürih ve Londra Anlaşması’nın 4’ncü maddesine göre yapılmıştır. Fakat Birleşmiş Milletler ve Avrupa Konseyi (Council of Europe, Parliamentary Assembly, Official Report of Debates, p. 212: Cyprus is…..under Turkish military occupation) harekatı işgal olarak değerlendirmektedir.
20 Temmuz 1974 tarihinde BM Güvenlik Konseyi 353 sayılı kararında, “Uluslararası güvenlik ve barış için ciddi tehlikeye yol açan ve bölge üzerinde olağanüstü infiale müsait bir ortam yarattığından Birleşmiş Milletler ciddi bir endişe duymaktadır…Tüm devletlerin Kıbrıs Cumhuriyeti’nin toprak bütünlüğüne saygı duyması gerekir…Yabancı askeri müdahaleye derhal son verilmelidir” diyerek harekata karşı olduğunu açıklamış ve ateşkese çağrısında bulunmuştur. Güvenlik Konseyi 11 Mayıs 1984 tarihindeki 550 sayılı kararında da durumu işgal olarak nitelemiştir. Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi ise 29 Temmuz 1974 tarihli 573 sayılı kararında Türk müdahalesinin yasal olduğunu vurgulamıştır. Müdahale sonrasında Yunanistan’daki Albaylar Cuntası devrilmiş ve Kıbrıs Albaylar Cuntasından kaçan Yunanlıların sığınağı olmuştur.
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin temel yapısı Zürih’te belirlenmiş, 27’nci madde ile belgedeki tüm maddeler, Kıbrıs Anayasasının temel maddeleri sayılması kabul edilmiştir. Zürih Belgesi’nin 23’ncü maddesi çok önemlidir: “Kıbrıs Cumhuriyeti; İngiltere, Yunanistan ve Türkiye’ye, niteliği ne olursa olsun, her türlü anlaşmalar için, en ziyade müsaadeye mazhar ülke koşulu tanıyacaktır. Bu hüküm, İngiltere’ye tanınacak askeri üs ve kolaylıklarla ilgili olarak Kıbrıs Cumhuriyeti ile Birleşik Krallık arasında imzalanan anlaşmalar uygulanmayacaktır.” Güney Kıbrıs Rum Lideri Glafkos Klerides Cyprus: My Deposition adlı kitabında AB’ye girildiğinde 1960 Garanti Anlaşması’nın pratikte işlemeyeceğini açıklamıştır. İngiliz Hukukçu Maurice H. Mendelson da Kıbrıs’ın AB’ye tam üyelik başvurusunun geçersiz olduğu görüşündedir. (Karluk, s. 781-787)uHukukçu Mendelson’un Hu
Avrupa Birliği Kıbrıslı Türklerin yer almadığı, Kıbrıslı Rumlar tarafından işgal edilmiş Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tüm ada adına Avrupa Birliği’ne 1 Mayıs 2004 tarihinde üye yapınca, Türkiye’nin tanımadığı Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile gümrük birliğinin nasıl gerçekleştirileceğine ilişkin çok önemli bir sorun ortaya çıkmıştır. Annan Planı’nı reddettiği halde tam üyelikle ödüllendirilmiş Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ni Türkiye tanımamaktadır. Kıbrıs, Türkiye’ye AB üyesi olduktan sonra AB’de en fazla sorun çıkaran ülke olmuştur.
Türkiye, 17 Aralık 2004 Zirve Kararları çerçevesinde Ankara Anlaşması’nı tüm ülkelere genişleten ve Türkiye ile Avrupa Birliği ülkeleri arasında sanayi mallarında gümrük birliğinin kurulmasını öngören Ek Protokol’ü imzalamış, fakat aynı zamanda Güney Kıbrıs’ı tanımadığına ilişkin bir Bildiri yayınlamıştır. Avrupa Birliği de 21 Eylül 2005 tarihli karşı Kıbrıs Bildirisi ile Türkiye’ye yeni ek şartlar getirmiş, malların serbest dolaşımı üzerindeki ulaştırma araçlarıyla ilgili olanlar dahil tüm zorlukları ortadan kaldırmasını Türkiye’den istemiş, fiilen Türkiye’nin Güney Kıbrıs’ı tanımasına yol açabilecek bir yöntemi Türkiye’ye kabul ettirme çabasına girmiştir.
Avrupa Birliği mevzuatında gümrük birliği kapsamına bir hizmet alt sektörü olan ulaşım girmemektedir. Ayrıca Ankara Anlaşması’nda da (Md.18) ulaştırma, gümrük birliği kapsamına alınmamıştır. Türkiye’nin Ek Protokol uyarınca Güney Kıbrıs ile gerçekleştireceği gümrük birliğine ulaştırma sektörü dahil olmadığı için Türkiye’nin deniz ve hava limanlarına Güney Kıbrıs Rum Yönetimine açma zorunluluğu yoktur. Ayrıca, Güney Kıbrıs ile gümrük birliğinin kurulması, Türkiye’nin bu ülkeyi tanımasını da gerektirmez. Tüm bu konuları 3 Ekim 2005 tarihinde editöre teslim ettiğim Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, Cilt: 5, No: 2 (Kış: 2006), s. 69-89’da açıkladım.
Kıbrıs sorunu çözülürse, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (sahte Kıbrıs Cumhuriyeti) müzakere başlıklarına koyduğu vetonun kalkacağı umulmaktadır. Müzakerelere Kıbrıs’ın koyduğu veto kalksa bile, Türkiye’nin AB üyesi olması yönünde daha büyük engeller vardır. Rahmetli Cumhurbaşkanımız Turgut Özal’ın “Avrupa birliği: uzun ve meşakkatli bir yol” dediğini unutmayalım.
Kıbrıs, AB ile müzakereler açılması uğruna feda edilemez. Günümüzde 35 başlığın 14’ü AB Konseyi ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin siyasi nitelikli engellemeleri sebebiyle bloke edilmiştir. 11 Aralık 2006 tarihli AB Genel İşler ve Dış İlişkiler Konseyi’nde alınan karar uyarınca Ek Protokol’ün uygulanması, 8 başlık için açılış kriteri, diğer tüm başlıklar için ise kapanış kriteri olarak belirlenmiştir. Bu sebeple Bilim ve Araştırma faslından sonra müzakerelere açılan hiçbir başlık geçici olarak bile kapatılamamıştır.
GKRY 8 Aralık 2009 tarihli Genel İşler Konseyi toplantısında 6 başlıkta ilerleme sağlanmasını tek taraflı olarak bloke ederek ilişkilerin normalleşmesi şartına bağladığını açıklamıştır. Kararda, “Konsey, Türkiye, gümrük birliğini Kıbrıs da dâhil olmak üzere on üye ülkeyi kapsayacak şekilde genişleten AB-Türkiye Ortaklık Anlaşması’nın Ek Protokolü’nde yer alan taahhütlerini yerine getirene kadar, Türkiye’nin Kıbrıs Cumhuriyeti’ne getirdiği kısıtlamalarla ilgili sekiz faslın müzakerelerinin askıya alınmasına ve diğer fasılların kapanmamasına karar vermiştir” ifadesi yer almaktadır.
2004 yılından bu yana İsviçre modelinden esinlenerek federal bir yönetim altında adanın yeniden birleşmesi amacıyla barış müzakereleri yürütülmektedir. 2015 Kasım’da yoğunlaştırılan müzakerelerde, 2016 Nisan’da Güç Paylaşımı, AB ve Ekonomi başlıklarında ilerlemeler sağlanmış, Güvenlik ve Garantiler konusu iç güvenlik boyutu hariç, Toprak Düzenlemeleri konusu ise ana ilkeler hariç görüşülmemiş, müzakerelerin son aşamasına bırakılmıştır. Önümüzdeki hafta 9-11 Ocak‘ta Cenevre’de taraflar arasında “son” toplantılar yapılacaktır. 12 Ocak’ta garantör ülkeler Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin de katılımıyla bir uluslararası konferans düzenlenecektir.
Bu Konferansa BM Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesinin katılması sağlanmaya çalışılmaktadır. Buna yeni müttefikimiz Rusya dahil tüm üyeler yeşil ışık yakmıştır. Geniş kapsamlı Konferansın amacı, konferansta Türkiye’yi baskı altına almaktır. Çünkü 5 Konsey üyesi de BM Kararı gereğince KKTC tanımamaktadır. BM Güvenlik Konseyi’nin 11 Mayıs 1984 tarihindeki 550 sayılı kararında Türkiye’nin Kıbrıs’ı işgal ettiğini hatırlamakta yarar vardır. Eğer sulandırılmış ve Türkiye’nin tek başına kalacağı bir toplantı düzenlenirse, buna Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın katılması durumunda şahsında Türkiye’nin üzerinde büyük bir baskı olacaktır. Çünkü, ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden, “Kıbrıs konusunu Erdoğan’la halledeceğiz” demiş, ardından Yunanistan’ da benzer ifadeler kullanmıştır.
Türkiye’de gündem çok hızlı değiştiği için İstanbul’da Birlikte Türk Milletiyiz Hareketi, Milli Düşünce Merkezi ve Türkiye Barolar Birliği’nin katkılarıyla düzenlenen ve benim de katıldığım toplantı, arka planda kalmıştır. Yazılı ve görsel basında Hürriyet ve Sözcü gazeteleri ile Hürriyet yazarı Fikret Bila’nın (Kıbrıs Olmazsa Türkiye Boğulur) dışında bu konuya ayrıntılı olarak dikkati çeken önemli bir yazı ve haber benim görebildiğim kadarıyla çıkmamıştır. Oysa Yunanistan bu konuda büyük hazırlık içindedir.
Yunanistan Dış Politika Ulusal Konseyi 23 Aralık Cuma günü Kıbrıs konusunu görüşmek üzere toplanmıştır. Hükümet Kıbrıs konusunda siyasi partileri son bir ayda üç defa bilgilendirmiştir. Dışişleri Bakanı Nikos Kotzias, “Meclis toplantısında her kesimin Yunan hükümetinin, dış işgal güçleri ve garantiler olmadan adil, uygulanabilir ve işleyebilir bir çözümü desteklemesinde görüş birliği içinde olduğunu” açıklamış, Çipras ve Anastasiadis 30 Aralık’ta Dışişleri Bakanlarıyla birlikte Atina’da toplanıp, Cenevre Konferansı için ortak eylem planı hazırlamıştır. Ben merak etmekteyim. Acaba Türkiye ile KKTC arasında ortak bir ortak eylem planı var mı?
Yunanistan, Türkiye’ye dost görünüp arkadan vuran bir ülkedir. Türkiye’nin burnunun dibinde yer alan Ege’deki 18 kayalık adayı işgal etmiştir. Geçmişte terörist başı Abdullah Öcalan’ı koruyan, saklayan ve de kaçıran ülkedir. Günümüzde Lavrion, teröristlerin sığındığı bir kamp olmuştur. Yunanistan 15 Temmuz sonrasında helikopterle kaçan 8 darbeci askeri iade etmemiştir. Yunanistan Başbakanı Çipras, iadenin uluslararası hukukunun öngördüğü biçimde çözüleceğini vurgulamıştır. Kasım ayında Cumhurbaşkanı Erdoğan “Yunanistan’a kaçanların iadelerini istedik. Çipras, ’15-20 gün içinde neticelendiririm’ demişti. Maalesef kaç 15-20 gün geçti. Benzer bir durumda biz geciksek, kıyameti koparırlardı. Kararlılığımızı devam ettireceğiz. Üzerine gideceğiz” diyerek tepki göstermiştir. Bunun üzerine Yunan mahkemesi önce 3 darbecinin iade edilmesine karşı çıkmış, sonra diğer 5’nin iadesine karar vermiştir. Yılbaşından hemen önce Yunanistan Yüksek Mahkemesi, hem iadesine karar verilen, hem de iadesi reddedilen darbecilerle ilgili temyiz başvurularını 10, 11 ve 13 Ocak’ta görüşerek karara bağlayacağını açıklamıştır. Bu tarih tesadüf mü bilinmez, tam Cenevre görüşmelerinin yapılacağı döneme denk gelmektedir.
Tüm bu gelişmeler olurken İstanbul’da Birlikte Türk Milletiyiz Hareketi, Milli Düşünce Merkezi ve Türkiye Barolar Birliği’nin katkılarıyla Emekli Orgeneral eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ve emekli Büyükelçi Şükrü Elekdağ’ın konuşmacı olarak katıldığı bir panel düzenlenmiştir. Panel öncesi Milli Düşünce Merkezi Genel Başkanı Sadi Somuncuoğlu, “Kıbrıs’ın tamamını Helen adası saymadığımız sürece, tamamını Rumlara vermediğimiz sürece her anlaşmanın sonunda tavizler alınmış olsa da Rumlar sonuca itiraz edip anlaşmayı bozuyorlar. Burada da böyle bir şey olacak diye endişemiz var. Çünkü onlar hepsini istiyorlar. Geçmişte de Girit’in hepsini istiyorlardı ve aldılar. Ancak her görüşme süreci bittikten sonra verilen tavizler daha sonraki sürecin başlangıç noktası, kazanımları olarak önümüze konuluyor” demiştir.
Panel yöneticisi Metin Feyzioğlu da konuşmasında şu konuya dikkati çekmiştir: “Müzakerelerde Türk tarafının vazgeçilmez ön koşul olarak ileri sürdüğü garantörlükten, egemenliğe sahip iki kesimli devletten, cumhurbaşkanı yardımcısının veto yetkisini taşımasında, iki meclislilikten vazgeçilmesi söz konusu olmamalıdır… Müzakereler otururken şu kararlılıkla söz başlamalıdır; bu müzakereler bu ilkeler çerçevesinde sonuçlanmazsa bir daha toplumlar arası müzakereye gidilmesine gerek yoktur. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile Türkiye tam ekonomik entegrasyona gidecektir.”
Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın görüşleri de şöyledir: “Bazı şeyleri çok iyi anlamının zamanı gelmiştir. Kıbrıs olmadığı takdirde Türkiye boğulur, çünkü stratejik önemi devam eden bir yerdir. İnsanlar burnunuzun dibinde İsrail ile bir arada petrol arıyorlarsa biraz uyanmanızı rica ederim. Bu çok önemli bir şeydir. İnsanlar sizin burnunuzun dibinde, Rusya Suriye’ye yerleşiyorsa biraz uyanmanızı rica ederim.. Her halde İngiltere gelip de Doğu Akdeniz’de bir takım yerlere yerleşmiş en başta Kıbrıs’ta üsler almışken Amerika koca donanmasını oralarda gezdirirken, Almanlar bile nereden akıllarına geldiyse oralara yerleşmek istiyorlarsa Rusya’da kendine bir yer arayacak. Hal böyleyken bazı insanların Kıbrıs’a masraf kapısı diye bakması şaşılacak bir şey, enteresan bir şey. Bunu anlamanın hiçbir imkanı yok.”
TBMM eski Başkanı Hüsamettin Cindoruk yaptığı konuşmada rahmetli Adnan Menderes’e atıf yaparak, “Kıbrıs Anadolu’nun devamından ibarettir. Bugün de ana vatandır, yavru vatan değildir” dediğini hatırlatmış ve “Hak, haksızlığın üzerine konulmaz. Avrupa Birliği’nin Kıbrıs’ın bir bölgesinde ne işi var? Geçen sene Kıbrıs’a gittim ve o hadiseyi orada gördüm…Haksızlığın üstüne hak kuramazsınız. Ama ne yazık ki Kıbrıs meselesinde böyle bir ağırlık var” demiştir. İlker Başbuğ konuşmasında şu çok önemli tespiti yapmıştır: “Bizim için çok önemli olan bir nokta var. Kıbrıs adasının, Yunanistan’ın kontrolüne girmesi demek Türk-Yunan dengesinin ortadan kalkmasıdır…Kıbrıs sadece Kıbrıslı Türklerin meselesi değildir. Bazıları öyle zannediyorlar, Türkiye’nin de güvenliği söz konusudur.”
Emekli Büyükelçi Elekdağ ise, görüşmelerin sonunda Türk askerinin adadan çekilmesi ile garanti ve ittifak anlaşmalarının hükmünün ortadan kalkacağını belirtmiştir: “Görüşmeler, Annan Planı çerçevesinde yürütülüyor. Rum tarafı, adanın kuzeyine egemen olmak istiyor. KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı ve Türkiye, görüşmelerin kesilmemesi için ısrarcı olmuşlar. Annan Planına destek veren AKP’nin hatalarından ders almadığı anlaşılıyor. Atacakları ikinci adım Türkiye’yi güneyden kuşatmak olacaktır. Türkiye ve Mustafa Akıncı’nın Rum kesiminin hala anlayamamış olması akıllar durgunluk verecek durumdadır.”
Toplantıda aşağıdaki konular gündeme gelmiştir. Kıbrıs Cumhuriyeti’ni darbe ile yıkan Kıbrıs Rumları uluslararası hukuka göre self determinasyon hakkını kullanan Kıbrıs Türklerini gayrimeşru sayamaz. Eşit egemenliğe dayanmayan federasyon, veto yetkisi tanınmayan siyasi eşitlik olamaz. KKTC bölgesine 60-100 bin Rum yerleştirilerek, iki bölgelilik yok edilemez, karışık oturumu öngören ve çatışmaya zemin hazırlayan 1963 şartlarına dönülemez. Türklerin sahibi olduğu Güzelyurt, Karpaz ve Maraş gibi Türk varlığı açısından stratejik bölgeler Rumlara verilemez. Kıbrıs Türk tarafı Güzelyurt’u (Omorfo) federal bir yapıyla yönetilen Brüksel’in statüsünün benzerinin Güzelyurt’a verilmesini istemektedir ama Rum tarafı “Güzelyurt Rum idaresine verilmeden Kıbrıs sorununun çözülemeyeceği” görüşündedir.
Mülkiyet sorunu, tüm dünyada olduğu gibi ancak global takasla çözülebilir. Rumlar, mülkiyet sorununun bir insan hakları ihlali konusu olduğu görüşündedir. Bu sorunun ancak insan haklarına saygı temel ilkesinin uygulanmasıyla çözülebileceği görüşündedir. Türkler ise insan haklarına saygı ilkesini kabul etmekle birlikte bunun iki bölgelilik temel ilkesine ters düştüğü konusunda ısrarlıdır. Atatürk, Kurtuluş Savaşından sonra Türkiye ile Yunanistan arasında yapılan nüfus ve taşınmaz mal değişimini bir anlaşma ile gerçekleştirdiği için Yunan Başbakanı Venizelos Atatürk’ü 1934 yılında Nobel Barış ödülüne aday göstermiştir.
İkinci Dünya Savaşı’nda Polonya’dan ve Çekoslovakya’dan göç eden Almanların durumu, Kıbrıs’ta 1974’de göç edenlere benzemektedir. Buna rağmen Kıbrıs Türk halkını aldatmak isteyenler, bu gerçeği göz ardı ederek ilgisi olmayan bir durumu emsal göstermekte ve Kıbrıs’a benzemeyen koşullarda iki Almanya’nın birleşmesinde yapılan anlaşmayı örnek almaktadırlar.
2004 yılında Çekoslavakya’dan göç eden Sudet Almanları, bugün Kıbrıs’ta uygulanmak istenen yöntemle topraklarına geri dönmek istemişlerdi. Fakat Almanya Başbakanı olan Gerhard Schroeder bunun iki halkın çatışmasına yol açacağını açıklayarak her devletin kendi ülkesinde yaşayanları tazmin etmesi gerektiğini söylemiştir. Bu kapsamada Türk vakıf mülkleri Rumlara verilemez. Türkler; yeterli nüfus, yeterli toprak, yeterli ekonomi, yeterli hukuk, yeterli güvenlikten mahrum olarak, yurtsuz yuvasız bırakılamaz, hiçbir şekilde göçe zorlanamaz. Rumların azınlığı haline getirilemez, petrol haklarına Kıbrıslı Türkler de dahil olmadan AB vatandaşlığı ile aldatılamaz.
Kıbrıs’ta “Türklerin can ve mal güvenliğinin garantisi olacağız” vaadiyle Türk askerinin adadan çekilmesi sağlanarak Girit’in Yunanistan’a teslim edilmesinde olduğu gibi bir tuzağa düşülemez, garanti ve ittifak anlaşmalarından vazgeçilemez. Yunanistan Başbakanı Çipras,, Kıbrıs sorununda çözümün herkesin kendisini güvende hissedeceği bir formülde olmasını gerektiğinden yanadır. “Kıbrıs’ta garantilere ve garantörlere gerek yok, bunlar artık çağdışıdır” denilerek Kıbrıs Türklerinin en büyük güvencesi ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır.
İngiltere, Kıbrıs’ta bir anlaşma durumunda adadaki garantörlük haklarından vazgeçmeye hazır olduğunu açıklamıştır. İngiltere Kıbrıs’taki 2 üssünü de Kıbrıs’tan kaldırılmadan Türk ordusu Kıbrıs’tan çekilemez. Cumhurbaşkanı Akıncı’nın “Garantör ülkeler Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’den oluşan çok uluslu bir güç oluşturulması planı” Türkiye’nin garantörlüğünü sulandırır.
Türk’ün Türk, Rum’un Rum kimliğiyle sonsuza kadar yaşayabilmesini garanti altına almayan hiçbir anlaşma kabul edilemez. 31 Aralık 2016 tarihinde İngiltere Dışişleri Bakanlığı’nın açıkladığı 26 yıl önceki Turgut Özal ile Margareth Thatcher arasında yapılan konuşmanın tutanakları kapsamında Türkiye’nin garantisinin ne kadar önemli olduğu açıktır: “İngiltere, ‘Kıbrıs’ta çözüm olmamasının sebebi olarak Rauf Denktaş’ı görüyor’ diyor. Turgut Özal, ‘Garantörsünüz, niye kendisi ile konuşmadınız?’ diye soruyor. Thatcher ise ‘Arabulucu olmak istemiyorum, siz halledin diyor.”
Kıbrıs, Girit gibi Helen adası yapılamaz. 1974’ten bu yana gelişmiş bir demokrasi, barış ve huzur içinde yaşayan KKTC yok sayılamaz. Varılacak anlaşmanın AB kriterleri kullanılarak değiştirilmesini önlemek için AB’nin birincil hukuku olarak tescillenmesinden vazgeçilemez, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de kuşatılmasına izin verilemez. Kıbrıs’ta Türklerin siyasi eşitliğinden, idareye etkin katılımından ve aynı toplumsal statülerle hak ve özgürlüklerinden feragat etmesi söz konusu olamaz. Türkiye, Kıbrıs’ın karasularındaki ve münhasır ekonomik bölgesindeki egemenlik haklarından vazgeçemez. Karpaz’da Federal Hükümet idaresi altında kanton oluşturulması kabul edilemez. Bu, Karpaz aracığıyla Kıbrıs Türk tarafının bölünmesi anlamına gelir.
Kıbrıs Rum tarafının en az 100 bin Kıbrıslı Rum’un Kıbrıs Rum idaresi altında geri dönmesinde ısrarı ve “Bunda uzlaşılmazsa, çözüm söz konusu olmaz” görüşü, Kıbrıs’ta çözüm istemediğinin göstergesidir. İstanbul’un fethinden sonra artan nüfusunun 15 milyon olduğu varsayımıyla 7.5 milyon İstanbul kökenli Rum’un İstanbul’a gelmesi akla ziyan ise, Rum teklifi de aynıdır. SBF’den arkadaşım Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın şu tespiti çok önemlidir:
“Ortadoğu’daki verileri kabul etmek durumundayız. Kıbrıs’tan çıkmamız bu anlamda söz konusu olmaz… Kıbrıs’ta milletlerarası bir müdahaleye izin vermemeliyiz. Büyükannesinin çeyizini dağıtan deli kız gibi davranmamalıyız. Kıbrıs olmazsa Türkiye boğulur. İnsanlar burnunuzun dibinde göçmen oluyorsa bunu düşünmemiz gerekir.”
Gelecek hafta başlayacak görüşmelerde Türk tarafı Ortaylı’nın dediği gibi büyükannesinin çeyizini dağıtan deli kız gibi davranmamaya dikkat etmelidir. Fikret Bila’nın dün Hürriyet’te yazdığı gibi Kıbrıs Rum Yönetimi’nin, KKTC’yi yok edip Kıbrıs Türklerini egemenliği altına almasının önündeki en büyük iki engel, Türkiye’nin garantörlüğü ve Türk askerinin adadaki varlığıdır. Kıbrıs Türk’ü adada 1974 yılından bu yana güven içinde yaşayabiliyorsa, bunun sebebi bu iki güvencedir.