2000’li yılların başıydı. Dönemin Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz’ın talimatıyla Diyanet İşleri Başkanlığı’nda hacda kesilen kurbanların etlerinin Türkiye’ye getirilip getirilemeyeceği konusunda bir toplantı yapılmıştı. Toplantıya Hac’dan sorumlu Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı, Hac Dairesi Başkanı, Et Balık Kurumu ve Gümrük Müsteşarlığından da yetkililer katılmıştı. Toplantıda, hacda kesilen kurbanların, en ekonomik şekilde ve bozulmadan Türkiye’ye getirilip ihtiyaç sahiplerine dağıtılabilirliği enine boyuna tartışılmıştı. Toplantı sonunda varılan ortak kanaat, bu işin oldukça maliyetli bir iş olduğu, üstelik ülke hayvancılığı üzerinde olumsuz etki yaratabileceği idi.
Zira o kadar etin Türkiye’ye getirilmesi ancak soğutuculu kamyonlarla (TIR) veya aynı özellikteki gemilerle mümkün olabilirdi ve bunun da maliyeti çok yüksekti. Üstelik oradan et getirilmesi, arz artışına ve fiyatlarda düşüşe sebep olabilir ve bundan yerli hayvan üreticileri olumsuz yönde etkilenebilirdi. Bunun yanı sıra etlerin Türkiye’ye getirildikten sonra depolanması ve dağıtımı sorunu da vardı. Bu hayvan etleriyle birlikte bazı hayvan hastalıklarının Türkiye’ye taşınması riski de cabasıydı. Neticede bu tür argümanlar sebebiyle bu işin olamayacağı kanaatine varılarak işten vazgeçildiğini hatırlıyorum. Sanım bir daha da hiç gündeme gelmedi bu iş. Oysa rivayete göre; İslam Kalkınma Bankası, Kurban günlerinde Mekke’de kesilen kurbanların etlerini uçaklarla dünyanın hemen her yerindeki ihtiyaç sahibi Müslümanlara ulaştırıyordu.
Hatta benim şöyle bir teklifim de olmuştu o toplantıda; madem oradan et getirilmesi mümkün değil, hiç değilse Suud hükümetiyle bir anlaşma yapılarak Suudilerin, Türk hacıların kesecekleri kurban sayısı kadar canlı hayvanı Türkiye’den ithal etme zorunluluğu getirilsin. Böylece Türk hayvancılığına katkıda bulunulsun ve hiç değilse kurban bedelleri kadar milli servetin yurt içinde kalması sağlansın. Ancak Diyanet buna da yanaşmadı!
Dedik ya, rivayete göre; Hac mevsiminde İslam Kalkınma Bankası da hemen her sene Mekke’de, kendisine ait oldukça çağdaş mezbahalarda yüz binlerce kurban kesimi yapmakta ve bu kurban etlerini, uçaklarla dünyanın çeşitli ülkelerindeki ihtiyaç sahiplerine ulaştırmaktadır. Şu halde, İslam Kalkınma Bankası, bu etlerden Türkiye’de barındırılmakta olan Suriyeli mültecilere de gönderebilirdi. Madem bu mülteciler için şimdiye kadar yerli kaynaklardan 30 milyar dolar para harcamakla övünüyoruz, neden böyle bir kaynağı hiç akla getirmiyoruz? Yoksa böyle bir hizmeti almak, milli gururumuza mı dokunur bizim? Ya geçin bunları…
Hac Kurbanları Türkiye’de Kesilebilir mi?
Bu soruya adam akıllı ve ayakları yere basan cevap verebilmek için öncelikle kurban ibadetinin hükmünü ve hacla olan ilişkisini bilmemiz gerekir. Öncelikle söylemek gerekirse; yaygın kabule göre kurban ibadeti “Vâcip” olan bir ibadettir. Hatta kurbana “Sünnet” diyen alimler de bulunmaktadır. Demek oluyor ki; kurban, hükmü üzerinde ittifak olan bir ibadet türü değildir!
Gelelim kurbanın hac ile ilişkisine. Bilmeyenler için söyleyelim; hac yapılış (icra) tarzına göre üç kategoridir. Bunlar Kıran Haccı, Temettu Haccı ve İfrad Haccı’dır. Yapılış tarzlarına göre bu isimleri alan hac türlerinden İfrad Haccı’nda kurban kesmek gerekmemektedir. Diğer iki hac türünde ise kurban kesmek yine vaciptir. Yani farz kadar katı ve kesin olmasa bile bir gerekliliktir.
Buradan çıkarılacak sonuç şudur: Demek ki; hacda ve haccın bir şartı olarak kurban kesmek zorunlu değildir! Daha doğrusu kurban, haccın bir şartı değildir. Kurban kesmeden de hac (İfrad Haccı) yapılabilmektedir!
Peki kurban kesmeyi gerektirecek hac türlerinden birisini, yani Temettu ve Kıran haclarından birisini yapmak isteyen bir Müslüman’ın, bu kurbanı Harem bölgesinde, yani Mekke civarında kesmesi zorunlu mudur? Uygulama ve gelenek böyledir. Yani hacla bağlantılı (haccın bir parçası) olarak kesilen kurbanların, Mekke kent merkezinde veya kent merkezine belli bir mesafeye kadar olan Harem bölgesinde kesilmesi öngörülmüştür(1).
Hacla bağlantılı olarak kesilen kurbanlara “Hedy” denir ki; bu kelimenin dilimizdeki karşılığı “Hediye”dir. Kime hediye ve kurbandan hediye olur mu? Ulemaya göre hacla bağlantılı olarak kesilen kurbanlar, Mekke ve harem bölgesinde yaşayan insanlara verilmesi gereken bir hediyedir. Başka yerlerde kesilemez! Peki, bu konuda, yani hacla bağlantılı ve haccın bir parçası olarak kesilen kurbanların mutlaka Mekke kent merkezi civarında kesilmesini emreden bir ayet var mı? Sanırım yok! Ya da şöyle diyelim; benim istifade ettiğim İlmihal’de bu yönde bir ayet bulunmamaktadır. İstifade ettiğimiz ilmihalde “Temettu ve Kıran haccı yapanların hedy kurbanı kesmeleri vaciptir” denilmekte ve “Nitekim Kur’an-ı Kerim’de ‘kim hac günlerine kadar umre ile faydalanmak istese, kolayına gelen kurban kesmesi gerekir'(el-Bakara 2/196)” denilerek, bu ayet, hedy kurbanlarının Mekke civarında kesilmesine delil olarak gösterilmiştir.
Yine bilmeyenler için söyleyelim; İfrad Haccı, umre gerektirmeyen hactır. Kurban da gerektirmemektedir. Bunun için ihramda kalış süresi de kısadır. Görüldüğü gibi icrası ve maliyeti en düşük olan haç İfrad Haccıdır. Temettu haccı ise umre ve haccın ayrı ayrı ihramlar altında yapıldığı hactır. Hac için umre yapılması zorunludur. Ancak umreden sonra ihramdan çıkılır ve hac günleri gelince tekrar hac niyetiyle ihrama girilir. Umre ile hac arasında ihram yasakları kalkar. Kıran haccı ise en zor hac türüdür. Umre ve hac aynı ihramla yapılır. Hacılar ihrama girdikten sonra hac sonuna kadar bir daha ihramdan çıkamazlar. Umre ile hac arasında uzun zaman geçen durumlarda ve sıcak iklimde bu şekilde hac yapılması, tam bir zulüm ve işkencedir aslında. Temuttu ve Kıran hacları (özellikle de Kıran Haccı), oldukça meşakkatli olmalarına rağmen, ulema tarafından çok daha faziletli kabul edilmişlerdir. Esasen İslam Ulemasının, Müslümanlara eziyet eder bir hali vardır. Onlara göre; bir ibadet ne kadar zor ise o kadar sevaptır! İşte hedy kurbanı, bu zorluğu başaran hacılar için artı bir sevap ve fazilet olarak kabul edilmiştir. Bir anlamda nur üstüne nur, kebap üstüne kaymaklı ekmekli kadayıfı gibi bir şey yani!
Görüldüğü gibi; kurbanların Mekke civarında, yani Harem bölgesinde kesilmesini emreden açık bir ayet bulunmamaktadır. Harem bölgesinin sınırı (Mikat mahalli), her nedense Medine yönünde 450 km. kabul edilerek, sanki Medine şehir merkezi de harem bölgesine özellikle dahil edilmiş gibidir. Mesela Mekke’ye yaklaşık 100 km. ötedeki Cidde, ekseri ulemaya göre; harem bölgesi sınırları dışında kalırken, 450 km ötedeki Medine Harem Bölgesi’ne dahil edilmiş bulunmaktadır. Oysa Kur’an, “Harem” bölgesi olarak sadece Mekke şehir merkezini işaret etmektedir(2).
Hakkında açık hüküm (yani ayet) bulunmadığına göre; hacla bağlantılı kurbanlar neden mutlaka harem bölgesinde kesilmektedir? Bunun cevabını herhalde ulema vermiştir veya verecektir. Ancak biz, yazımızın burasında şu soruyu sormadan da geçemiyoruz: Acaba kurbanların mutlaka Mekke’de kesilmesinin bir sebebi de, Mekke şehrinin üzerinde kurulu bulunduğu Bathâ Vadisi’nin, Hz. İbrahim’den çok daha önceki devirlerden itibaren tapınaklar ve sunaklar vadisi olmasıyla bir alakası var mıdır? Zira kaynaklara göre; Bathâ ismi verilen bu vadi, Hz. İbrahim’in Kâbe’yi yapmasında çok önceleri tapınaklar, sunaklar, panayır ve hac merkezi olarak zaten biliniyordu(3).
Kaynakların aktardıklarına bakılırsa; bu vadi eskiden beri adeta “Tanrıların üs merkezi” gibi bir yermiş! Aslında hayvancılıkla uğraşan bir sürü sahibi veya bir havyan tüccarı olan Hz. İbrahim de muhtemelen ticaret veya kendi tevhid dini olan Hanifliği yaymak maksadıyla bu bölgeye yapmış olduğu seyahatlerden birisinde, bu vadinin bir köşesine kendi tapınağı olmasa bile en azından kendi ibadet yeri olan Kâbe’yi inşa etmiş olmalıdır! Ya da tevhid dinini temsil eden ve bu vadiye geldiği sırada yıkılmış ve virane durumda bulunan Kâbe’yi onarmış olmalıdır! Oğlu İsmail’i (Yahudi inancına göre oğlu İshak’ı) kurban etmeye kalkıştığına dair hikâyeye bakılırsa; Hz. İbrahim’in de sunak-tapınak uygulama ve geleneklerinin etkisinde kaldığı anlaşılmaktadır. Bu anlatımın, konunun din dışı anlatımı olduğu unutulmamalıdır(4).
Sevgili ulemamızın yukarıda bahsedildiği üzere; İfrad Haccı yapanların kurban kesmeleri gerekmez diyerek, haccın kurban kesmeden de icra edilebileceğini söylemelerine ilave olarak, dile getirdikleri şu düşünce, Temuttu ve Kıran Hacları da dahil olmak üzere; hacda kurban kesilmesine lüzum olmadığı veya hac kurbanlarının Harem bölgesi dışında, mesela Türk hacılarının hac kurbanlarını Suudi Arabistan yerine Türkiye’de veya dünyanın herhangi bir yerinde kesebileceklerine/kestirebileceklerine dair bizde çok güçlü bir kanaat uyandırmaktadır: “Temettu veya kıran haccı yapanlardan, çeşitli sebeplerle temettu ve kıran hedyi(kurbanı) kesme imkanı bulamayanlar, üçü hac esnasında, yedisi de hacdan sonra olmak üzere toplam on gün oruç tutarlar. İlk üç günün, hac ayları içinde, ihrama girdikten sonra ve kurban bayramının ilk gününden önce tutulması gerekir. Temuttu haccında bu üç gün oruç, henüz hac için ihrama girmeden, umre ihramından sonra da tutulabilir… Hacdan sonra tutulması gereken yedi gün orucun Mekke’den ayrılmadan tutulması da mümkün ise de döndükten sonra memlekette tutulması efdaldir..”(5).
Yani ulema, biraz üstü örtülü olarak da olsa, hacla bağlantılı olarak kurban kesmek yerine oruç tutmaya, hatta bu orucun bir kısmını memlekete döndükten tutmaya da cevaz vermiş bulunmaktadır. Orucun bir kısmı memlekete döndükten sonra tutulabiliyor da, kurban neden aynı şekilde hac günlerinde vekaleten veya hacdan sonra bizzat memlekette kesilemiyor? Bu soruyu sormak da herhalde aklın gereğidir!
Sahadan bir örnek verecek olursak; Harem bölgesinde kurulu bulunan mezbahalar, üç, bilemediniz (Şafîlere göre) dört günde yüz binlerce, belki de milyonu aşan sayıdaki kurbanın kesimine cevap verecek durumda değildir. Böyle olunca, bir an önce ihram denilen ve sıcak iklimde adeta işkence aracı haline gelen ve birçok yasağı da beraberinde getiren iki parça havludan ibaret giysiden kurtulmak isteyen hacı adayları, kurbanlarını elverişsiz şartlardaki kesim yerlerinde ve nahoş ortamlarda kestirmek zorunda kalmaktadır. Bu tür yerlerde kesilen kurbanlar, dini ritüellerden son derece uzak ve adeta bir hayvan katliamı şeklinde kesilmektedirler. Ne yazıktır ki; daha ucuza kurban kestirmek isteyen hacı adayları, buralarda kurban kestirmeyi tercih etmektedirler ve Diyanet de buna çanak tutmaktadır. Ayrı bir yazı konusu olacak bu konuyu kısa geçiyorum.
İşte sıcak bir ülkede bu gibi elverişsiz ve hijyen kurallarının hiçe sayıldığı yerlerde kesilen kurbanların etleri, büyük ölçüde israf edilmektedir. Hacla bağlantılı olan ve Hedy denilen kurbanlar, öncelikle Harem bölgesinde oturan fakir fukaranın hakkı olduğuna göre ve ancak kesilen bu kurbanların etleri, harem bölgesinde oturan fakirlerin ihtiyaçlarından fazla ise durum ne olacak? Dünyanın birçok yerinde, insanların açlıktan öldüğü ve ülkemizde de milyonlarca aç insanın yaşadığı dikkate alınırsa, göz göre göre hacda kesilen kurbanların etlerini israf mı edeceğiz? Müslüman ülkeleri, milyonlarca ton etin israfına göz yumacak kadar zengin midirler? Üstelik de görüleceği üzere; konu, ayet ve hadisten öte büyük ölçüde ulemanın fikirleri ve iddiaları çerçevesinde düzenlenmiş bulunmaktadır.
Yine biz biliyoruz ki; başta Diyanet olmak üzere, bu ülkede pek çok kurum ve kuruluş vekalet yoluyla kurban kesmekte, bu çerçevede dünyanın bir ucunda yaşayan Müslümanların kurbanları, dünyanın öbür ucunda kesilebilmekte ve ulema buna “OLUR” demektedir. Şu halde ulemanın oturup, hacda kesilen kurbanlarla ilgili olarak da değişen dünya şartlarına göre yeni bir görüş ortaya koyması gerekmez mi? Çünkü orada, başta Müslümanlar olmak üzere; bütün aç insanların hakkı olan milyarlarca dolarlık kurban eti ve atığı israf edilerek çöllerde heba edilmektedir. Oysa İslam israfı yasaklayan bir dindir. Şu Kur’an ayeti ise bize, Alah için kesilen kurbanların nerede kesildiğinin hiç de önemli olmadığını söylemektedir:
“Bu hayvanların ne etleri ve ne de kanları Allah’a ulaşacaktır. Allah’a ulaşacak olan şey, sadece gönlünüzdeki Allah saygısıdır, takvadır. Bu şekilde onları yararınıza sunduk ki, sizi doğru yola ilettiği gerekçesi ile Allah’ın yüceliğini dile getiresiniz. Ey Muhammed, iyi ameller işleyenleri müjdele.”(5). Müslümanlar olarak bize düşen ise sadece düşünmek, akıl yürütmek ve çözüm üretmektir…
________________
1-Harem bölgesinin sınırı, Mekke’ye varış yönüne göre farklılıklar arz eder ki; bu sınır 8-450 km. arasında değişir. Bkz. İlmihal, c,1, s, 520-521, İSAM yayını, tarihsiz, İstanbul.
2-Age, s, 520.
3- Doç. Dr. Neşet Çağatay, İslâm’dan Önce Arap Tarihi ve Cahiliye Çağı, AÜ İlahiyat Fakültesi Yayını, Ankara,1957, s. 79, 89; Abdülaziz Çaviş, Anglikan Kilisesine Cevap, çev. Mehmet Akif, sad. Dr. Süleyman Ateş, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayını, Ankara, 1979, s. 17-8.
4- Aslına bakılırsa; Kâbe’nin dini argümanlarla anlatımı da yukarıdaki din dışı anlatımla fazla çelişmez. Çünkü Kâbe’nin ilk defa Hz. İbrahim tarafından yapıldığına dair dini bilgiler de tartışmalıdır. Zira Kur’an’da, bu konuda da açık hüküm bulunmamaktadır. Bakara Sûresi’nin 125. ayetinde İbrahim ve oğlu İsmail Kâbe ile birlikte anılmış olsalar da, bu ayet Kâbe’nin onlar tarafından inşa edildiğine delalet etmemektedir. Sadece onlara, Kâbe’yi temiz tutmaları emredilmekte, daha da önemlisi onlardan Kâbeyi temiz tutacakları konusunda ahit alındığından bahsedilmektedir. Aynı surenin “Hani İbrahim, İsmail ile birlikte beytin (Kâbe’nin) temellerini yükseltiyorlar, ‘Ey rabbimiz; Bizden kabul buyur. Şüphesiz sen hakkıyla işitensin, hakkıyla bilensin’ diyorlardı” şeklindeki 127. ayeti de sanırım Kâbe’nin ilk defa Hz. İbrahim ve oğlu İsmail tarafından yapıldığına işaret etmemektedir. Bu temel yükseltme işi, yıkılan duvarların, eski temel esas alınarak yeniden örülmeye başlanması anlamına da geliyor olabilir.
Böyle düşünüyor olmamızın sebebi ise bir başka Kur’an ayetidir. Zira Âl-i İmrân Suresi’nin 96. ayetinde Kâbe’nin insanlar için kurulmuş ilk mabed olduğu söylenmektedir. Hz. İbrahim’den önce de birçok peygamber ve kavim gelip geçtiğine göre ve onlar da tevhid dinini yaymakla görevli olduklarına ve Allaha ibadet ettiklerine göre; ilk ibadet yeri kabul edilen Kâbe’yi Hz. İbrahim değil, ondan önceki birileri yapmış olmalıdır. Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail’in yaptıkları ise, kendilerinden sonra birçok kez yapıldığı gibi, Kâbe’yi onarmak veya eski temelleri üzerinde yeniden inşa etmekten ibarettir. Hz. İbrahim’in oğlunu kurban etmeye kalkışması hadisesi, Kur’an’da da anlatılmaktadır(Bkz. Kur’an-ı Kerim, Sâffât Suresi, 37/102-107) ki; ayetlerde kurban edilen oğlun kim olduğu belli değildir. İslami literatür bu oğlun Hz. İsmail olduğunu kabul ederken, Tevrat kaynaklı eserlerde bu kişinin, Hz. İshak olduğu savunulur.
5- 1 nolu dipnotta belirtilen eser, s, 558.
6- Kur’an-ı Kerim Hacc Suresi, 22/37