KIBRIS’IN DÜŞÜNSEL SEFALETİ –2
(LEFKOŞA)
Hüseyin MÜMTAZ
Apostolos bilmem ne Manastırı ile ilgili ilk yazının mürekkebi kurumamışken, henüz dumanı tüterken bomba gibi bir fotoğraf düştü ekranlara…
Efendim Manastırı gösteren “dabellânın” en üstünde Rumca, altında Türkçe, en altta da İngilicce yazıyormuş.
Şaşırdınız mı?
Dönün bakın Selimiye Camii’nde neyi nasıl yazmışlar!
Hep söylerim, Lefkoşa’nın “tektaş”ı Selimiye Camii dâhil Büyük Han ve etrafıdır.
Bedesten yahut tam ters cephedeki Sultan Mahmut Kütüphanesi tarafında her yeri geniş açı ile görebileceğiniz bir köşeye ilişin; gün ışığının sarı taşlardaki gölgelerle dansını ağzınız açık seyrederken saatlerin nasıl geçtiğinin farkına varamazsınız.
Bir kere dünyanın en lezzetli, en keyifli “bir fincan orta kahve”si de Büyük Han’da içilir.
Eski tahta masalar, hasır sandalyeler, yıpranmış sarı taşlar, sütunlar, merdivenler, görkemli çeşme ortama pekâlâ uymaktadır ama onların keyfine varabilmeniz için iç avlunun neredeyse yarısını hoyratça işgal eden o fütursuz restoran ile zevksiz meşrubat, bira reklamlı devasa şemsiyeleri, gözünüzün içine inatla giren ortamla, tarihle, kültürle hiç ilgisi olmayan “modern” led ampulleri görmemeniz gerekir.
Tabii becerebilirseniz.
“Tarih ve kültür mirası” Büyük Han her şeye rağmen ayaktadır, Kumarcılar Hanı uzun süren bir bigânelikten sonra yeniden kullanılır hâle getirilmiş (ama boş durmaktadır) fakat Deveciler Hanı her ne hikmetse yıkılmış, yerinde yeller esmekte ve boş arsası otopark olarak kullanılmaktadır.
Sarayönü’ndeki eski polis binasını ne zaman yıkıp oto park yapacaksınız?
“Hısariçi” artık harabedir, hâtıralarla dolu yıkık dökük bomboş evler topluluğudur. İstisnaları bir kenara bırakırsak, emme basma tulumba ekonomisinden bir şekilde pay almayı beceren Lefkoşa’lılar Gönyeli-Girne’de “ev”lenince burada terk ettikleri evlerine kim bilir kimler yerleşmiştir?
“Elek altı” Ortadoğulular, Mezopotamyalılar ve “gurşuni”ler…
Hava karardıktan sonra arabayla bile geçmeye çekinirsiniz. Her kapıdan, pencereden onlarca çocuk fırlar aracın önüne. Değerleri, çarpan araç sahibinden koparacakları Euro kadardır ailenin gözünde.
Moreket yazıyor;
“Önce bizler terk ettik Surlariçini, Çağlayanı. Geride anıları da bırakarak. Şimdi sadece hafta sonları belki içimizdeki o özlemi gidermek, anıları yaşamak için, bir kahve molası kadar hatırlıyoruz oralarını. Dünyanın merkezi sandığımız tarihi Dikilitaşı bile mahvettik, koruyamadık. Bir bir terk ettik, kaderleriyle baş başbaşa bıraktık oraları. Oranın müdavimi güvercinler bile yavaş yavaş terketmeye başladılar. Hani derler ya, “doğa boşluk tanımaz” diye. Bıraktığımız, terk ettiğimiz o yerler, şimdi bambaşka bir kültüre teslim olmuş durumda. Onlar bize uyacaklarına, biz onlara uyduk, hem de hiç bir direnç göstermeden… Kolaya kaçtık, bir bir yıkılışını seyrettik sadece..”
Kalkıp Selimiye’ye gidin…
Asabınız bozulacak.
“Lefkoşa Şairi” Ahmet Okan diyor ki;
“Katedral, anıtsal bir kapıyla başlar. Kapının üzerindeki taş oyma pencereler, eşsiz bir gotik sanatı örneğidir. Girişin iki yanında bitirilememiş olan çan kulelerinin üzerine, Osmanlılar tarafından cami minareleri oturtulmuştur. Katedralin içi, üç koridor ile altı yan bölmeden oluşmuştur. İçinde küçük ibadethaneler vardır. Bunlardan kuzeydeki St. Nicholas’a (Noel Baba), güneydekiler Meryem Ana ve St. Thomas Aquinas’a adanmıştır. Caminin kadınlar bölümü olarak bilinen kısmı eskiden Hazine Dairesi olarak kullanılmıştır. St. Sophia’nın içinde, birçok Lüzinyan soylusu ve kralları gömülüdür. Bunların mermer mezar taşları hala döşeme kaplamasının bir bölümünü oluşturur. Bu taşlar hasır ve kilim altında kaldıkları ve cami içinde ayakkabı giyilmediğinden üzerlerindeki yazı ve resimler bozulmadan kalmıştır”.
“Lüzinyan kral mezarları üzerinde namaz kılmak”; Ayvalık Şeytan Sofrasındaki şeytanın ayak izi olduğu varsayılan kalıntının üzerine dilek için para atıp çaput bağlayan nesiller için hiç de acayip gelmedi bana.
İşte kesintisiz tam 445 senedir (İngiliz döneminde bile) “kılıç hakkı” cami olan Selimiye’nin kapısında “St. Sophia Katedrali” levhası “da” asılıdır. Hâlbuki 1326’da ibadete açıldığına göre ömrünün yarısı kadar, sadece 245 yıl katedraldi o cami.
Hem de 50 metre öteye; “Kıbrıs Türklerine Türkçeyi ve Türk kültürünü” öğretme iddiası ile yerleşmiş olan “Yunus Emre Enstitüsü”nün varlığına rağmen!
Çok mu şaşırmıştınız Apostolos’daki levhada en üste Rumca yazılmasına?
Bir yer ya camidir, ya kilise… İkisi birden aynı anda olmaz.
Kilise ise, başı-bacağı-omuzu açık turistlere; (şortlu erkeklere bile) neden etek giydirip eşarp taktırıyorsunuz?
Cami ise, kilise “dabellasını” kaldırın kardeşim.
Zamanım vardı, o anıtsal kapının hemen önündeki sıralardan birine oturup yarım saat ahvali şeriyyeyi seyrettim.
“Turistler” hemen girişte “ayakkabılı girilmez” levhasına uyarak terlik, takunya, ayakkabılarını çıkarıyorlar.
Çıplak ayakla önce yere, taşa, toprağa basıp sonra “sekiyi” atlayıp girişe yöneliyorlar.
Taş ve topraktaki bütün cürufat, ayaklarıyla beraber secdede başınızı koyduğunuz halıya taşınıyor.
Terlik, takunya, ayakkabıdan çıkan turist ayağının; abdestli olmadığına göre, temizliği de şüphe götürür.
Ama kapıdaki bıyıklı badem, istisnasız herkese otomatik bir içgüdüyle etek, eşarp veriyordu.
Daha önce yüzlerce kişinin giyip çıkardığı…
Ezan okundu…
Yakın çevrede bulunduğunu düşündüğüm onbeş, yirmi kadar Müslüman geldi. Takunyalarıyla avludan geçip içeri girdiler.
Çoğu “yabancı” idi.
Bu arada hemen yandaki “Bedesten”de de; Türkiye’de bile olmayan, günde tam dört saat Mevlevi ayini icrâ edilmekteydi, “turistik”, paralı/biletli.
Bıyıklı bademin bir şekilde bana da “bulaşmasını” bekledim namaz bitene kadar, sonra ayrıldım.
690 yıldır ne güneşler görmüş olan “Güneş saati” tarafındaki kır lokantasında bir soluklanıp kalktım.
Bitmedi, sırada daha Girne var….2 Kasım 2016
Yazıları posta kutunda oku