28.10.2016
Prof. Dr. Tülay ÖZÜERMAN
Türkiye’de demokrasinin önündeki engel anayasalar ile kurumsallaştırdığımız sistemin kendisi midir? Yoksa demokrasinin vazgeçilmez unsuru dediğimiz siyasal partilerin tek kişiye bağlı kurumsal çatısı nedeniyle sistemin tüm dengelerinin alt üst edilmiş olması mı?!.. Başkanlık sisteminin, toplumun tercihi olan bir çözüm yerine; sistemin temeline oturttuğumuz bu kurumların yapı ve işleyişindeki sakatlığın açtığı bir sorun olduğunu daha ne kadar görmezden geleceğiz?!
G. Vedel’in ünlü sözüdür: Demokrasi siyasal partiler olmaksızın yaşayamaz, fakat siyasal partiler yüzünden ölebilir de.”
Cumhuriyet: 93 yıllık çınarımız, hepimizin altında sığındığımız, bizi bugünlere dek bir güç olarak getiren çatımız, hepimizin varlık sebebimiz. Bizi padişahın hükmi şahsiyetindeki kullar olmaktan çıkarıp, kadın erkek demeden eşit birer yurttaş olarak var eden!… Hatta, daha Cumhuriyet ilan edilmeden, ilk kurulan Meclis’in hazırladığı anayasada(1921); “hakimiyet bila kaydü şart milletindir“ ifadesi ile baş tacı edilen bir ulusuz biz.
Kurumsal anlamda bu büyük kazanım ile ümmetten millete geçerek bugünlere geldik. Coğrafyamızda atılan adımlarda yok sayılamayacak bir ülke, gücünü halkın kurtuluş mücadelesinden, bu mücadeleyi yöneten ve yönlendiren Atatürk ve silah arkadaşlarından alan bir devlet olduk. İyi de şimdi sorun ne?!… Parlamenter sistem neden “temel” sorunumuz gibi yansıtılıyor?
Başkanlık sistemini toplum kendiliğinden istemezken, neden bugün görünüşte çok, işleyişte tek parti iktidarı ile oluşturulan ve kendilerinin de itiraf ettikleri, “fiili” (meşru olmayan, hukuk dışı) “başkancı sistem”, “Başkanlık Sistemi” adı altında dayatılmak isteniyor?!…
Başkancı sistemle egemenlik, millet iradesi(!) aracılığı ile tek kişiye delege edilmiş olacak. Ben “milli iradeyim” diyen gücü, hangi güç frenleyecek?!.. Cumhuriyet’in temel nitelikleri üzerine kurulu sistemden, kendiliğimizden bu niteliklerin dönüştürüleceği bir sisteme geçişimiz tembih ediliyor; yurttaş olmaktan vazgeç, yeniden ümmet ol!… Öyleyse sorun parlamenter sistem değil; devletin temelinin Cumhuriyet’in temel prensiplerine bağlı olması.
AKP’nin iktidar olduğu süreçten (2002) günümüze, her bir seçimden sonra Cumhuriyet felsefesi ile mesafenin giderek açıldığını; Cumhuriyet ve kurumlarının her geçen gün biraz daha kemirildiğini görebiliyoruz. Kazanımlara meydan okumalar gün geçtikçe artıyor. Milletin egemenlik vasfı zayıflarken, iktidarın millet üzerindeki etki ve baskısı giderek çoğalıyor. Milli dedikleri “irade”, bu baskı ortamında sandıktan çıkartılanın adı!…
Kendilerinin de tutunarak iktidara geldikleri Parlamenter sistemle sorunlar ne zaman başladı? İlk geldiklerinde parlamenter sistemle sorun yoktu. 1 Mart tezkeresi sürecinin, Türkiye’nin başkanlık sistemine geçmesini arzu eden ve sık sık atıfta bulunulan “üst akıl” üzerindeki etkisi göz ardı etmeden düşünülmesi gereken bir konu bu!…
Meclis ve çoğulcu sistemin dışına çıkmak isteyen ve bunu bir şekilde fiilen başaran siyasal iktidar, hukuk dışına taşmışsa, keyfiliğin yolu açılmış demektir. “Mutlak yetkili hükümranlık” dediğimiz ve geçmişimizde, teokratik ya da irsî yönetimlerde karşımıza çıkan; günümüzde, iktidara konuşlanan “siyasal parti” aracılığı ile gözümüzün önünde kurumsallaştırılmakta. İşte bu noktada, büyüteç altına alınması gereken, rejimin parlamenter niteliği değil, siyasal partilerin iç kurumsallaşması ve işleyişlerindeki sakatlıktır. Sorun; siyasal partilerin “başkan ve adamları” diye özetleyeceğimiz, patronlar elinde, yanaşmaları da içeren iktidar adacıkları oluşturmalarıdır. Kitlesel iddiasını yitirmiş, toplumun sorunlarına sadece söylem üzerinden teğetlerle ilikli, özünde kendi varlığını sürdürme gayretindeki iktidar adacıkları. Kendi içinde demokrasiyi içselleştirememiş ama sadece var oldukları için “demokrasi”yi simgeledikleri algısı ile varlıklarını sürdürmelerine aracılık ederken (katlanırken), aslında demokrasi ile aramızdaki mesafenin açılmasının sebebi olduklarını göremez ve sorgulayamaz olduğumuz kurumlarımız.
Siyasal partilerimiz, bizlerin katılımını sadece sandık öncesindeki popülist söylemleri ile sandıklara ilikleyen ve yurttaşı oy deposu olmaktan öteye görmeyen yapıları ile toplumun istek, beklenti ve eleştirilerine kapalıdır. Buyurgan, dayatmacı, farklılıkları uzlaştırmak yerine belirginleştirerek yaratılan çatlaktan beslenen çatışmacı ve hiyerarşik zincirle birey iradesini eriten yapıları ile; sadece partinin başındakini görünür kılarak ve onu tek seçici tayin ederek; kitle yerine, şahıs temelli ve sandıkla ilişkiyi partinin programından çok, baştaki kişinin söylemleri üzerinden kurarak sakatlanan bu kurumlarla hala sandıktan demokrasi çıkacak diye bekleyen varsa, diyecek söz de kalmamıştır.
Hem hiyerarşik kültürü güçlendirip, besleyeceğiz ve onun değişik katmanları içinde koruyup kolladığımız otoriter gelenek altında ezileceğiz ve hem de demokrasiyi var edeceğiz?!.. Partiler içinde besleyip büyüttüğümüzü taşıdık/taşıyoruz iktidara. Şimdi, partileri ve bu sakatlıklarla var edilen iktidarı sorgulayacak yerde, bedeli yine onların tahrip ettiği parlamenter sisteme ödetmeye hazırlanıyoruz. Fiili olduğunu aynı anda yayın yapan kanallardan duyuran iktidar, başkanlık sistemine vurgu yaparken, istikrar adına, “sürekli tek başına iktidar”(!) vurgusu da yaptı. İyi de zaten 2002’den itibaren sürekli tek başına iktidar olan kendileri değil mi? İstikrar, ne zaman diğer partilerin iktidara gelme yollarının kapatılmasının adı oldu?!..
Kuvvetler ayrılığı prensibini, parlamenter sistem içinde işletemeyen, yargı bağımsızlığı, dolayısı ile özgürlüklerin güvencesini ortadan kaldıran bir iktidarın, sandık başına gitmeye zorlarken, elimize tutuşturduğu ve belli olan tek bir şey var: Başkanın kim olacağı!… Fiili başkan var, gelin bunu meşrulaştırın çağrısı dört bir koldan yapılıyor.
Meşruluğun ölçüsü sandık sonucu değildir; ölçü öncesinde yaşanan süreçtedir. Açıklık içinde herkesin görüşlerini ifade edebildiği bir ortam var mı? Yok!… Adaylar özgürce çıkıp aynı olanaklardan yararlanabilecek mi? Yoksa, Ekmellettin İhsanoğlu gibi son anda bir isim belirlenerek, tek kişiyi taşımaya destek mi çıkılacak yine?!… Aynı davranışlar, aynı sonuçları doğurmaz mı? Önceki sandıktan ders alınmadı mı?
Sistem otoriterse, sandık oylama değil, onaylatma aracıdır. Başkanlık sistemini değil; partilerin demokrasinin önünde engel oluşturan yapılarının değişimini konuşmak gerekiyor. Zaten sorun, sistemin (sosyal iktidarlar da dahil) her alanda başkancı olması; değiştirmemiz gerekeni temel yapmaya kalkışarak mı var edeceğiz demokrasiyi?!…
Tam da Cumhuriyet’i kutladığımız şu süreçte, değiştirilmek istenen, parlamenter sistem bahanesi ile, Cumhuriyet’le bize verilen özgür yurttaş kimliğimizdir. Egemenlikten kendi irademiz ile vazgeçmemiz tembih ediliyor. Devletin bekasını Başkancı sisteme bağlayanlar var; devleti kuran felsefeyi, Cumhuriyet’i canlandırırsak, devletin bekası diye bir sorun olmadığını da görmüş olacağız.
Cumhuriyet ve kurucusu Atatürk’ü sahipleniyor gibi yok etme eğilimlerinin çoğaltılmasına ve “tartışma” adı altında TV kanallarında yürütülen beyin yıkama seanslarında tarihin bilinçli olarak çarpıtılmasına karşın; toplum, devletin asıl sahibinin millet olduğunu, Cumhuriyet ve Atatürk’ü sahiplenerek gösteriyor. Bir asıra yaklaşan bir süreçte bizi var eden devletimiz bize emanet. Yokluk içinde var edilenin, varlık içinde yok edilmesine izin vermeyeceğiz. Büyük zaferle bize bu güzel ülkeyi armağan edenlerin ruhları şad olsun!…
Cumhuriyet; cumhurun, yani bizim. Ama en çok da biz kadınların!… Cumhuriyet biziz ve asla vazgeçmeyeceğiz!.. Haklarımızı tanıyarak özgürlüğümüzün yolunu açan Atatürk’e minnetimiz sonsuz.
Birlik ve beraberliğimizin en güçlü tutkalı Cumhuriyetimiz ve bayramımız kutlu olsun. Her geçen yıl daha büyük bir coşku ile kutlamak dileğiyle.
Yazıları posta kutunda oku