Son günlerde bir II. Abdülhamit polemiğidir gidiyor. Özellikle yandaş medya, Abdülhamid’i gündemde tutmak için yoğun bir uğraşın içinde. Meğer ne büyük adammış şu II. Abdülhamid de bir türlü kıymetini bilememişiz!
TBMM Başkanı İsmail Kahraman bile Ekim’in ilk haftasının Abdülhamid’in doğum yıldönümü olarak kutlanması için hazırlık yapıyormuş. “Kutlu Doğum Haftası” adı altında Hz. Peygamber’in doğum yıldönümünün cılkını çıkaranlar, anlaşılan bu kez de II. Abdülhamit’in doğumu üzerinden sömürecekler insanlarımızın temiz duygularını.
İsmail Kahraman, Dolmabahçe Sarayı’nda TBMM Milli Saraylar Dairesi tarafından düzenlenen “Doğumunun 174. Yılında Sultan II. Abdülhamid ve Dönemi Uluslararası Sempozyumu” nun açılışında yapmış olduğu konuşmada II. Abdülhamid için; “Onun uyguladığı siyaset Osmanlı Devleti’nin yıkımını geciktirdi, ittifak halindeki haçlı zihniyetinin Osmanlı Devleti üzerindeki emellerine ulaşmasını erteledi. Hal edilmeseydi, güçlü bir devlet olarak tarih sahnesinde yerimizi devam ettirecek, Meriç Irmağı ile Ağrı Dağı arasında sıkışmış olmayacaktık.” şeklinde laflar etmiş.
Anlaşılan İsmail Kahraman, TSK’nin Suriye’de kayda değer bir düşman gücü olmaksızın yürüttüğü “Fırat Kalkanı Harekâtı” ndan almış olduğu gazla, Milli Mücadele sırasında çizilen “Misak-ı Milli” ye karşı çıkarak, eğer sınırlar o şekilde tespit edilmeseydi “Meriç Irmağının batısına, Ağrı Dağı’nın doğusuna kadar uzanırdık hayaline kaptırmış kendisini(1). Oysa Osmanlı en güçlü döneminde bile Ağrı Dağı’nın doğusunda uzun süre kalmamıştır. İran ve Azerbaycan içlerine kadar zaman zaman seferler yaptıysa da nedense oralarda kalıcı olmayı pek tercih etmemiştir. Kim bilir belki de o bölgelerin zaten Müslümanların elinde olduğundan hareketle böyle bir strateji izlemiştir. Esasen Osmanlı, mecbur kalmadıkça doğuya fazla sefer de yapmamıştır. Yapılanlar ise, umumiyetle batıya yapılacak büyük seferler öncesinde, arkayı emniyete altına almak için yapılmış seferler mahiyetindedirler.
Sayın İsmail Kahraman da iyi biliyor ki; Misak-ı Milli sınırları sadece Meriç Nehri ile Ağrı Dağı arasındaki Anadolu coğrafyasından da ibaret değildir. Bugün Yunanistan’ın elinde bulunan Batı Trakya’yı, Musul-Kerkük-Süleymaniye gibi kentlerin de içinde bulunduğu Kuzey Irak’ı, Kıbrıs’ı, birçok Ege Adasını ve Rodos adasını, Batum’u, hatta Halep’i de içine alacak şekilde bugün TSK’nin askeri harekâtta bulunduğu ve Kürtlerin “Rojova” dedikleri Suriye topraklarını da kapsıyordu.
Neylersiniz ki; gücümüz ancak mevcut sınırlarımızı işgalden kurtarmaya ve elde tutmaya yetmiştir. Kim bilir, Misak-ı Milli sınırları için verilen Milli Mücadele yıllarında bazı İslamcılar yan çizmeselerdi ve Milli Mücadele aleyhinde çalışmayıp, Milli Kuvvetlerle işbirliği yapmış olsalardı, Misak-ı Milli sınırları içinde kalan bazı toprakları daha kurtarabilirdik. Onca gerici ve ayrılıkçı isyanlara rağmen 1938 yılında Hatay’ı anavatana bağlayan irade, eğer biraz daha yaşamış olsaydı herhalde başka yerleri de anavatana bağlayabilirdi. Mesela bugün kendi elimizle devlet kurmasına yardımcı olduğumuz Mesut Barzani ve Celal Talabani’nin elinde bulunan Kuzey Irak’ı. Mesela Halep de dahil olmak üzere Kuzey Suriye’yi. Bu sebeple, bugün gelinen noktada Lozan’ı “Hezimet” ve “Başarısızlık” olarak nitelendirenlere ne denir, doğrusu pek emin değilim.
Gelelim II. Abdülhamid’e..
Bizim kültürümüzde ölmüş insanların arkasından kötü konuşmak yoktur. Ancak neylersiniz ki; bilimsel araştırmalarda ve tarihi gerçekleri dile getirmede duygulara yer yoktur. Tarihçi tarafsız ve yansız olmak zorundadır. Daha doğrusu tarih yazanlar, tarih yapanlara sadık kalmak zorundadırlar. Bu noktadan bakılınca; Türk Devleti’ni 33 yıl süreyle yöneten II. Abdülhamid’i bütünüyle kötülemek ya da bütünüyle övmek tarih yazmak değildir. Herkesin olduğu gibi, onun da iyi veya kötü yanları, başarıları ve başarısızlıkları mutlaka vardır. Zira iktidar yılları Osmanlı’nın zor zamanıdır ve devlet dağılma sürecine girmiştir, her tarafta iç isyanlar ve savaşlar vardır vs.
Gelin görün ki; bütün bu olumsuzluklar içinde II. Abdülhamid, faydalı şeyler de yapmıştır. Okullaşmaya özel önem vermiş ve bu sayede Osmanlı’da okur-yazar oranı %10’dan %20’lere çıkmıştır. Ayrıca askeri alanda yatırımlar yapmış, demiryolu gibi kimi bayındırlık faaliyetlerinde bulunmuştur. Bu tür çalışmalar, başka bir yazının konusudur. Biz bu yazımızda II. Abdülhamid’i ölçüsüz şekilde öven ve abartılı ifadelerle onu tebcil etmeye kalkışanları, onun gözden kaçırılan yanları hakkında bilgilendirmeyi hedefledik.
Dağılmakta olan İmparatorluğun en azından Müslüman olan ahalisini bir arada tutabilmek için üzerindeki Halifelik unvanından istifade etmeyi düşünün ve bu sebeple “İslamcı” bir siyaset izleyen II. Abdülhamid hakkında, özellikle İslamcılar tarafından üretilen yaygın şayiaların en büyüğü, 33 yıllık iktidarı döneminde izlemiş olduğu akılcı politikalar sayesinde bir karış toprak bile kaybetmemiş olduğudur! Oysa bu, koskoca bir yalandır!
Çünkü Osmanlı, en büyük toprak kaybını II. Abdülhamid döneminde yaşamıştır ki; II. Abdülhamid döneminde kaybedilen toprakların büyüklüğü, bugünkü Türkiye’nin yaklaşık iki katıdır. Zira onun iktidar dönemi, özellikle 1878-1908 arası “Osmanlı’nın Parçalanma Dönemi” olarak bilinir ve bu sürede kaybedilen toprakların yüzölçümü, yaklaşık 1.5 milyon kilometrekaredir
93 Harbi olarak bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşından sonra toplanan Berlin Konferansı’na bağlı olarak Osmanlı, Sırbistan’ı, Romanya’yı, Bosna-Hersek’i ve Kıbrıs’ı kaybetmiştir. Fransa yine Berlin Konferansı’ndan sonra olmak üzere; 1881 yılında Tunus’u işgal etmiş, İngilizler ise 1869 yılında açılan Suveyş Kanalı vesilesiyle Mısır’a fiilen el koymuş, bu el koyma işi, II. Abdülhamid döneminde iyice pekişmiştir.
Yani bizim İslamcıların dedikleri gibi, Mısır’daki haklarımız Lozan’da kaybedilmiş değildir. Esasen Mısır, 18. yüzyılın başından itibaren Osmanlı topraklarından fiilen kopmuştu ve bu kopuş, bizim Konya kökenli Kavalalı Mehmet Ali Paşa ile daha da hızlanmıştır. Mehmet Ali Paşa’nın valiliği sırasında Mısır ile Osmanlı, sanki iki ayrı devlet gibi muamele görmüştür milletlerarası siyaset arenasında. Oğlu İbrahim Tosun Paşa’nın, 1832 yılında cereyan eden Osmanlı-Mısır Savaşı’nda Suriye, Lübnan, Çukurova ve Konya’yı işgal ederek Kütahya önlerine kadar geldiği bilinmektedir. 14 Mayıs 1833 yılında imzalanan Kütahya Antlaşması ile Mısır, Suriye ve Girit valiliklerinin Kavalalı Mehmet Ali Paşa’ya, Cidde ve Adana valiliklerinin de oğlu İbrahim Tosun Paşa’ya verildiğini görüyoruz.
Mehmet Ali Paşa, sonraki yıllarda(1845), İngiltere ve Avusturya’nın baskısıyla, İstanbul’a gelerek bağlılığını bildirmiş ise de Mısır, Mehmet Ali Paşa’dan itibaren artık Osmanlı’dan fiilen kopmuş bir ülkedir. Zaten 1840 yılında imzalanan Londra Anlaşmasıyla Mısır, Osmanlı’dan koparılarak Mehmet Ali Paşa ve onun soyundan gelenlere bırakılmıştır. 1849 yılında ölen Mehmet Ali Paşa’dan sonra da Mısır’ın tam anlamıyla Osmanlı egemenliğinde olduğuna ilişkin hiç bir karine yoktur elimizde. Olsa bile bu hakimiyet ancak kağıt üzerinde ve hilafetin manevi gücüne dayanan gevşek bir hakimiyettir. Çünkü o tarihlerden sonra Mısır ve diğer Kuzey Afrika ülkelerinde artık İngiliz, Fransız ve İtalyan egemenlikleri başlar.
Birinci Dünya Savaşı sırasında ise Mısır, Ortadoğu’da Türklere karşı savaşan İngiltere’nin merkez üssüdür ve esir alınan Türk askerleri, önce Mısır’a, oradan da gemilerle uzak doğuya gönderilmişlerdir. Peki böyle bir durumda, Mısır’ın Lozan anlaşmasıyla, yani Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının yanlış ve tavizkâr politikası sonucunda kaybedildiği yalanına kim inanır? Ancak saflar inanır. Kıbrıs, yine 93 harbine bağlı olarak 1878 yılında İngilizlere, Girit 1908 yılında Yunanistan’a bırakılmak zorunda kalınmıştır.
II. Abdülhamid’in ülkeye etkisi sadece bunlar da değil; Osmanlı’da ilk resmi genelev de II. Abdülhamid döneminde çıkarılan bir talimatname ile 1884 yılında İstanbul Galata’da açılmıştır. Atatürk’ü rakı içtiği için suçlayanlar hele durun; II. Abdülhamit döneminde olmak üzere; bu ülkedeki ilk rakı fabrikasının, onun döneminde başmabeyincilik ve maliye nazırlığı da yapan Sarıcazade Ragıp Paşa tarafından 1880’li yıllarda Tekirdağ yolu üzerindeki Umurca Çiftliği’nde, ilk bira fabrikasının, 1896 yılında İsviçreli Bomonti kardeşler tarafından Feriköy’de, ilk şampanya fabrikasının yine 1890’lı yıllarda Alatini kardeşler tarafından Selanik’te kurulduğunu biliyor muydunuz siz?
Peki II. Abdülhamid’in içki (rom) içtiğini(2), kardeşi V. Murat’ın alkolik olduğunu, diğer kardeşi Vahdettin ve babaları Abdülmecit’in de içki içtiğini biliyor muydunuz siz?(3) Atatürk’e “iki ayyaştan birisi” diyerek, Anıtkabir’e absürt bir çocuk oyun alanı yaparak onu küçülttüğünüzü, onunla dalga geçtiğinizi sanıyorsanız, gerçekten yanılıyorsunuz.
Biliniz ki; Atatürk, her geçen gün gönüllerde ve kalplerde daha da büyüyor. Ömrünün en enerjik dönemini bir ayyaş olarak geçiren Necip Fazıl Kısakürek’in, lüzumsuz ve tepkisel adlandırmasına bakıp da II. Abdülhamid’e “Ulu Hakan” derseniz, tarihe yazık etmiş, tarihçiliğe de kazık atmış olursunuz efendiler…
___________
1-http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/603931/CHP_li_Bakan_dan__ismail_Kahraman_a_sert_tepki__AKP__nasil__Yeni_Turkiye__istedigini_gosteriyor.html & ,
2- Güneri Civaoğlu, “Abdülhamit’in içkisi: Rom” başlıklı yazısı. . & ,
3- Soner Yalçın, “II. Abdülhamit’in izniyle üretimine başlanan içki” başlıklı yazısı, &
Bir yanıt yazın