Tarık Akan, Şaban ve Diyanet..

“Hababam Sınıfı” isimli ünlü sinema filminin yakışıklı Ferit’i Tarık Akan öldü. Tarık Akan, ideolojik takıntıları olsa da ve bu takıntılardan hareketle, özellikle öteki mahallede yaşayanları rahatsız edecek tarzda kimi açıklamalar yapmış olsa da, Türk sinema sanatı için önemli bir kayıp olduğu tartışmasızdır. O, ayrıca toplumsal olaylara ve insan hakları ihlallerine tepkisini yüksek sesle dile getirmiş bir aktivist idi. Zaten rol almış olduğu sinema filmleri de genelde toplumsal olaylara değinen, ezilenlerin haklarını dile getiren ve kırsal alanda yaşayanların sorunlarını işleyen filmlerdi. Sinemadan kazandığını eğitim için harcaması ve özel okul işletmeciliği yapması takdire şayandır. Esasen Tarık Akan, iki fakülte bitirmiş bir adam olarak aynı zamanda bir aydın idi. Allah taksiratını affetsin ve kendisine rahmet eylesin…

Tarık Akan’ın vefatı üzerine, gerek yazılı ve görsel medyada, gerekse sosyal medyada hakkında çeşitli yorumlar yapıldığı görülüyor. Birkaç gün önce gözüme ilişti; bir vatandaş, Tarık Akan’ın da rol aldığı “Hababam Sınıfı” isimli sinema filmi hakkında geçen sene Diyanet Aylık Dergi’de bir yazı yayınlandığını ve bu yazıda, “Hababam Sınıfı” isimli sinema filminin, insanların dini hayatlarında bazı aşınmalara ve yozlaşmalara sebep olduğundan bahsedildiğini söylüyordu.

Doğrusu şaşırmıştım. Öyle ya; film müzikleri bile halen okullarımızda ders zili olarak kullanılan bir sinema filmi, nasıl olur da dini hayatımızda aşınmalara ve yozlaşmalara sebep olabilirdi. Küçük bir araştırmadan sonra bahse konu yazının, internet ortamında pek çok gazetede haber konusu yapıldığını gördüm. Gazeteler konuya ilişkin haberi genelde “Diyanet’ten ‘İnek Şaban’ tepkisi” manşetiyle vermişler. Ayrıca aynı haberde Tarık Akan’ın, Diyanet’in tepkisi üzerine vermiş olduğu karşı tepkiye de yer verilmiş. Tarık Akan, Diyanet’in tepkisine şöyle tepki göstermiş: “Bu eleştiriler saçma, hatta saçmanın da ötesinde. Üniversite bu insanlara nasıl öğretmenlik görevi veriyor? Allah aşkına bu insanlar hangi çocukları yetiştirecek de bu ülke ayakta kalacak?”(1). İlahiyatçı Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır ise “Şiddete yönelmediği sürece bu tür filmlerin olması doğal” şeklinde görüş bildirmiş Diyanet’in tepkisi hakkında(2).

Denildiği gibi bahse konu yazı, geçen sene Diyanet aylık dergide yayınlanmış ve Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Bilal Yorulmaz tarafından kaleme alınmış. Yazıda şöyle deniyor: “Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren dindar karakterler yalancı, düzenbaz, şehvet düşkünü, vatan haini olarak sunulmuştur. Muhsin Ertuğrul’la başlayan bu olumsuz tutum, sonraki dönemlerde de devam etmiştir. Bu filmlerde dindarlar ve din adamları, köydeki ağanın yanında olan, onun halkı ezmesine yardım eden ya da ev sahibi olup kiracısına zulmeden insanlar olarak resmedilirken din, insanları kandırmak için kullanılan bir afyon olarak sunulmuştur”(3).

En başta söyleyelim ki; 15 Temmuz’dan sonraki gelişmeler göstermiştir ki; Muhsin Ertuğrul ve onu izinden yürüyen sinemacılar, din adamlarını eğer yazarın dediği şekilde  tasvir etmişlerse, bu durum en azından bazı din adamları için doğru bir tespittir. Mesela 15 Temmuz silahlı kalkışması göstermiştir ki; en azından bazı din adamları gerçekten de “Vatan Haini” sayılabilecek kimi eylemlerin içinde olmuşlardır. En başta bahse konu darbe girişiminde bulunan FETÖ’nün başındaki kişi, bir din adamıdır! Üstelik de yıllardır Diyanet kadrolarında görev yapmış ve Diyanet’ten emekli olmuş bir din adamıdır o.

Öte yandan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, 15 Temmuz’daki ülkeyi bölme ve laik demokratik cumhuriyeti yıkma girişimini takip eden günlerde, FETÖ mensubu oldukları iddiasıyla, imam, müezzin, müftü, vaiz, Kur’an Kursu öğretmeni ve memur gibi çeşitli kadrolarda görev yapan kadınlı-erkekli 1519 din görevlisini açığa almış olması(4) da  gösteriyor ki; elbette yazarın iddiasına göre, din adamlarının da “vatan haini” olabileceklerini söyleyen Muhsin Ertuğrul vb. sinema ve tiyatro sanatçıları fazla haksız sayılmazlar!

Bununla birlikte bizim, FETÖCÜ oldukları iddiasıyla, Diyanet’ten ihraç edilen din adamlarının “vatan haini” oldukları gibi bir iddiamız ve kabulümüz elbette yoktur. Çünkü evrensel hukukun temel ilkesi “Masumiyet Karinesi”dir ve bu ilkeye göre; kendisine suç isnat edilen bir kişi, yargılanıp hüküm giymedikçe suçlu addedilemez. Muhtemelen bu din adamlarının önemli bir kısmı da tıpkı Tunceli’deki öğretmenler gibi, gerekli araştırma, soruşturma ve belki de kovuşturmalardan sonra eski görevlerine iade edileceklerdir.

Peki açığa alınan bu 1519 kişiden birisi bile üzerine atılı suçtan suçlu bulunsa ve hüküm giyse bu adama ne denilecektir? Elbette “Vatan Haini!”. E bu durumda da yine yazarın suçladığı sinemacılar haklı çıkmış olmayacaklar mı? Dilerim almazlar ama bu 1519 kişiden hiçbiri üzerine atılı suçtan ceza almadıklarI ve aklandıkları takdirde, o zaman da bunları açığa alan ve şerefleriyle oynayanlar suç işlemiş olmayacaklar mı? Bunların vebalini kim ödeyecek?

Üstelik 1892 doğumlu olmakla Muhsin Ertuğrul, Mustafa Sabri ve Dürrizade Abdullah Efendi gibi hainliği tescilli din adamlarının, İskilipli Mehmet Atıf gibi Milli Mücadele ve inkılap aleyhtarı olduğu aşikar olan din adamlarının icraatları ile Şeyh Sait ve Menemen İsyanı gibi dini yanı ağır basan adamların da içinde bulundukları ayaklanmaları yakından izleyen Muhsin Ertuğrul ve öğrencilerinin din adamlarının da hain olabileceklerini söylemelerini fazla yadırgamamak gerekir.

“Din adamlarının ağaya hizmet eden ve onun yanında halkı ezmelerine yardım eden, ev sahibi olup kiracısına zulmeden insanlar olarak gösterilmesi” iddiası ise yalan değil, büyük ölçüde doğrudur. Esasen kanaatimize göre; yazar, genelde doğu ve güneydoğudaki ağa ve aşiret ilişkilerini konu alan filmlerden hareketle din adamlarının, ağanın yanında yer alan dalkavuklar gibi gösterildiğini iddia etmektedir. Oysa o filmlerde konu edilen din adamları, devlet memuru olan din adamları değil, umumiyetle bölgede “MELE-MOLLA”, “SEYDA” ya da “ŞIH-ŞEYH” denilen, daha çok “MEDRESE” adı verilen, devlet denetiminden uzak ve gayri yasal kurumlarda yetişen yarı cahil din adamlarıdır. Yani genelde, ağalık ve aşiret düzeninde yetişen ve bu düzenden nemalanan din adamları demek istiyoruz. Diyanet aylık dergide konuyu işleyen yazar sanırım bu konuyu biraz es geçmektedir.

Sayın yazara ve yazarın yazısına dergisinde yer veren Diyanet’e hatırlatalım ki; 4 Temmuz 2009 tarihinde Mardin’in Mazıdağı İlçesine bağlı Bilge köyünde düğün sırasında bir katliam yapılmış ve o katliamda tam 44 kişi ölmüştür ki; bunlardan birisi de adı geçen köyde görev yapan Diyanet’in imamı Ankaralı Kâzım Ozan’dır. Katliam fetvasını veren kişi ise, bölgedeki medreselerden yetişen Mehmet Çelebi isimli bir Şıh ve din adamıdır! Bu kişi, yapılan yargılama sonucunda 43 kere ağır hapis cezasına mahkum edilmiştir. Muhsin Ertuğrul ve ardıllarının, “hain” olarak nitelendirdikleri din adamları, muhtemelen işte bu türlü din adamlarıdır diye düşünüyoruz. Sayın Yazar’a ve Diyanet’e, sadece “Davaro”, “Züğürt Ağa” ve “Vurun Kahpeye” gibi filmlere bakarak hüküm vermemelerini tavsiye ederiz.

Buna karşılık yazar, Diyanet’in “MELE PROJESİ” kapsamında birçok medrese mezununun, din adamı sıfatıyla Devlet Memuru kadrosuna aldığını ve Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in medreselere yasal statü verilmesi konusunda talepte bulunduğunu da görmezden gelmiş gözüküyor. Öte yandan dün ağaya ve vermiş oldukları sözüm ona fetvalarla ağaların halkı ezmelerine yardımcı olan din adamları, bugün bizzat kendileri ağa konumunda halkı sömürme noktasına gelmişlerdir. Zira bu adamların, elleri halkın cebinden hiçbir zaman çıkmamaktadır; mutfak fareleri gibi sürekli bir şeyler tırtıklamaya çalışmaktadırlar Müslümanların ceplerinden. Hatta bu adamlar, ağalıkla yetinmeyip, devleti ele geçirme güç ve kudretine bile sahip oldukları vehmine kapılmışlardır bugün. Hem de silah kullanarak ve zorla!

“Kara Ses” lakaplı Cemalettin Kaplan ve hemşerisi Fethullah Gülen, bunun en canlı ve müşahhas örnekleridir. Üstelik bu adamların ikisi de Diyanet mensubudurlar. Almanya’da “Anadolu Federe İslam Devleti” adıyla bir devlet kuran ve geçtiğimiz yıllarda hayatını kaybeden Cemalettin Kaplan’ın, aynı zamanda Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığına kadar yükselen bir din adamı olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. Fethullah Gülen’e ve Cemalettin Kaplan’a “Vatan Haini” demeyeceğiz de kime diyeceğiz bu ülkede. Cemalettin Kaplan’ın kendisi gibi ilahiyatçı olan oğlu Metin Kaplan, acaba neden hapistedir şu anda? Vatansever olduğu için mi?

Bugün pek çok dini cemaatin ve tarikatın liderleri ve etkin üyeleri de aslında birer din adamıdırlar ve bunlar aynı zamanda birer din baronu ve çağdaş ağa konumundadırlar. Üstelik de bunların önemli bir kısmı, emekli ve görevde olarak Diyanet mensubudurlar ve devletten maaş almaktadırlar. Emekli olanlar, çalışırken de aynı durumda idiler ve Diyanet’in bunlardan yakinen haberi vardı. Bu adamların marabaları mesabesindeki müritleri ve mensupları, bunlardan izinsiz olarak ne dünyaya, ne de ahirete ait hiçbir iş ve işlem yapmamaktadırlar. Öyle ki; evlenecekleri veya çocuklarını evlendirecekleri kadın ve erkekleri bile tarikat veya cemaat liderleri belirlemektedir bunların. Şimdi rahmetli olan Fatih Eski Müftüsü Salih Güneş’in, bu adamlardan birisi hakkında anlattıkları hala kulaklarımdadır. Çünkü anlatmış olduğu cemaat lideri,  kendi görev ve sorumluluk alanındaki bir camide imam-hatipti o sırada. Yani devlet memuruydu.

Dün verdikleri fetvalarla ağaya hizmet eden din adamları, bugün de yine vermiş oldukları fetvalarla Türkiye’de ve dünyada ağalık iddiasında bulunan güç odaklarına hizmet etmektedirler. Bu noktada “Yolsuzluk, hırsızlık değildir” şeklinde verilen fetvayı nereye koymamız gerekmektedir? Ya da laik demokratik cumhuriyeti yıkmak için Pensilvanya’dan verilen fetvaları ve iktidarı devirmek için yapılan toplu beddua seanslarını nasıl yorumlamak gerekiyor? Peki, üniversite rektörlüğüne kadar yükselmiş bir İlahiyat profesörünün ve 2015 yılına kadar Diyarbakır il müftülüğü yapan üst düzey bir din adamının, Kandil’deki terör baronlarının yönlendirmesiyle hareket ettiği devletin en yetkili makamları tarafından bile dillendirilen bir partide siyaset yapmasını ne ile ve nasıl açıklamak gerekir?

Öte yandan, en azından bazı din adamlarının “yalancı, düzenbaz, şehvet düşkünü” oldukları da bilinen bir gerçektir! Savaş zamanlarında, 7’den 70’e bütün erkeklerin cepheye koştuğu, medreselilerin ve mollaların ise din adamıdır denilerek askere alınmadığı o karanlık günlerde, bu adamların geride kalan genç gelinlere ve kızlara musallat oldukları, darbı mesel olarak hala anlatılır Anadolu’da. Bu olaylar sadece halkın ağzında da değildir. Tarih kitapları da söyler aynı şeyleri. Milli Mücadele yıllarında Sovyetlerin Ankara Temsilciliğini yapan S.İvanoviç Aralov, Mustafa Kemal Paşa ile birlikte Konya’ya yaptıkları bir seyahatte yaşananları şöyle anlatır anılarında:

“O gece iki medreseyi ziyaret ettik. Sağlıklı, güçlü, gencecik öğrenciler, geleceğin mollaları medresenin avlusunda dizilmişlerdi. Bunların yanında geniş cübbeli, beyaz ve yeşil sarıklı mollalar ve hocalar da yer almıştı. Hepsi de yerlere kadar eğilerek, Mustafa Kemal Paşa’yı selamlıyorlardı. Bunların içinden biri, bunların başı ve en nüfuzlusu, Mustafa Kemal Paşa’dan, medrese sayısını arttırmasını rica etti. Bu zat ayrıca, medrese öğrencilerinin askere alınmamalarını da rica etti. Hoca konuşurken Mustafa Kemal’in kendini tuttuğu belli oluyordu. Ama medrese öğrencilerinin askere alınmamaları söz konusu olunca artık kendini tutamadı ve yüksek bir sesle, sertçe ‘Ne o,’ dedi, ‘yoksa sizin için medrese, Yunanlıları yenmekten, halkı zulümden kurtarmaktan daha mı değerlidir? Millet kan içinde yüzerken, halkın en iyi çocukları cephelerde dövüşür, yurt için canlarını feda ederken siz burada genç, sapasağlam delikanlıları besiye çekmişsiniz!… Bu besili delikanlılarınızın askere alınmaları için hemen yarın emir vereceğim!’   

Hocalar sindiler, ama yüzleri öfkeden kıpkırmızı kesildi, yabancıların, Rusların yanında hükümet başkanı onları paylamıştı. Mustafa Kemal Paşa bize dönerek, ‘Haydi gidelim’ dedi, ‘artık burada bizim için yapılacak bir şey kalmadı.’ Ve şöyle bir selam vererek oradan ayrıldı. Mustafa Kemal Paşa otomobilde uzun bir süre yatışmadı: ‘Savaş sona erince onlarla daha ciddi konuşacağız! Her şeyden önce onları mali dayanaklarından, vakıflardan yoksun etmek lazım. Yurt topraklarının büyük bir parçası, nerede ise üçte ikisi, belki de daha çoğu vakıftır. Bu topraklar mollaların varlık kaynaklarıdır. Bunların çoğu köylülerin elinden alınmış topraklardır. Buna son vereceğiz. Bir de utanmadan hükümetten yardım istiyorlar.’ 

Mustafa Kemal Anadolu topraklarında şimdi gördüğümüz dinç, sağlam delikanlıları askerden kaçıran 17.000 medrese bulunduğunu söyledi. Bu tam bir kolordu demekti. Medrese öğrencilerinin şimdiye kadar niçin askere alınmadıklarını sormam üzerine Mustafa Kemal, bunların askere alınmaları için gerekli emrin verilmiş olduğunu söyledi. Bu devrimci adım, subaylar arasında büyük bir sevinç yaratmış ve bu olay son günlerin en çok üzerinde durulan konusu haline gelmişti…”(5). 

Din adamlarının “yalancı, düzenbaz, şehvet düşkünü” oldukları hakkında şahsen vereceğim örneklerin zülfü yare dokunacağını bildiğim için şimdilik es geçiyorum!

Ayrıca aynı yazıda “Türk sinemasının kullandığı bir diğer yolun ise dini çağrışımlı isimleri alay edilen ve toplumun alt sosyokültürel ve ekonomik tabakasında bulunan karakterlere vererek bu isimlerin ve temsil ettikleri dinin itibarını yıkmak olduğu savunularak” şu ifadelere yer verilmiş: “Müslümanlarca kutsal kabul edilen bir aya ait olan ve erkek çocuklarına ad olarak verilen bu isim, günümüzde itibarını kaybetmiştir. 1960’lı yıllarda, yılda yaklaşık 3 bin bebeğe bu isim verilirken, ‘Hababam Sınıfı’ ve diğer bazı filmlerin etkisiyle 2009 yılında sadece 113 bebeğe ‘Şaban’ adı verilmiştir.”(6). 

Bu yazının yazarına ve bu yazıyı yayınlayan Diyanet’e hatırlatalım ki; İslam’da kutsal kabul edilen Recep, Şaban ve Ramazan ayları ile yine hicri aylardan olan Muharrem ve Safer (Sefer) gibi ay isimlerinin, erkek ismi olarak kullanılması, sadece biz Türklere mahsustur. Müslüman Araplarda ve İslam’ı kabul etmiş diğer milletlerde bu tür isimlere fazla rastlanmaz. Şahsen ben, bir zamanlar Saddam Hüseyin’in Yardımcılığını yapan Taha Yasin Ramazan dışında, hayatımda hiç ay ismi taşıyan bir Arap duymadım, görmedim. Hac için Suudi Arabistan’da bulundum, yüzlerce Arap’la birebir muhatap oldum, ancak ismi ay olan hiç bir Araba rastlamadım!

Üstelik, İslami dönemde bazı ayların kutsal kabul edilmesi geleneği, cahiliye dönemi Araplarında da vardı. Yani bu gelenek, cahiliye dönemi Arap kültüründen miras kalmıştır Müslümanlara. Cahiliye Arapları da hicri takvime ait Muharrem, Receb, Zilkâde ve Zilhicce aylarını kutsal kabul ederler ve bu aylarda bazı eylemlerin icrasını, mesela savaş yapmayı haram kabul ederlerdi. Bu aylarda yapılan savaşlara “Haram aylarda yapılan savaş” manasına “Ficar Savaşı” derlerdi.

Dolayısıyla; Diyanet ve Bilal Yorulmaz isimli ilahiyatçı, bu konuda büyük bir yanılgı içindedirler. Uyduruk bilgilerle boş yere insanları rahatsız etmekte ve sanat karşıtlığı yapmakla meşguller. Neymiş efendim “1960’lı yıllarda, yılda yaklaşık 3 bin bebeğe Şaban ismi verilirken, ‘Hababam Sınıfı’ ve diğer bazı filmlerin etkisiyle 2009 yılında sadece 113 bebeğe ‘Şaban’ adı verilmiş.” imiş. Yahu haydi gidin işinize; siz çocuklarınıza Şaban ismini verdiniz de size karşı çıkan mı oldu? Madem size karşı çıkan yok, siz de başkalarını, çocuklarına Şaban ismi vermiyorlar diye tenkit edemezsiniz.

Öte yandan, Hicri aylara kutsiyet atfedenler ve meraklıları için söyleyelim, Kur’an’da “Ramazan” dışında hiçbir ay ismi geçmemektedir. Hatta, “Hababam Sınıfı”ndaki “İnek Şaban” tiplemesinden sonra, inekliğin ve ahmaklığın simgesi haline geldiği için çocuklara isim olarak verilmediği iddia edilen “Şaban” ismi bile. Ayrıca İslami isim, gayri İslami isim diye de bir şey yoktur. İslami isim veya sahabe ismi denilerek, Arap isimlerini Türk çocuklarına vermek ise, Türk Milli kültürünü yozlaştırmaktan ve bozmaktan başka hiç bir anlama gelmemektedir…


1- .

2- Aynı haber.

3-Aynı haber.

4-.https://drive.google.com/file/d/0B5ESSx689KnxTzBtWF9HVkNvNkk/view & ,

5- Semyon İvanoviç Aralov, Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Anıları 1922-1923, 3. Basım, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2014, s,98-99.

6-

"Hababam Sınıfı" isimli ünlü sinema filminin yakışıklı Ferit'i Tarık Akan öldü. Tarık Akan, ideolojik takıntıları olsa da ve bu takıntılardan hareketle, özellikle öteki mahallede yaşayanları rahatsız edecek tarzda kimi açıklamalar yapmış olsa da, Türk sinema sanatı için önemli bir kayıp olduğu tartışmasızdır. O, ayrıca toplumsal olaylara ve insan hakları ihlallerine tepkisini yüksek sesle dile getirmiş bir aktivist idi. Zaten rol almış olduğu sinema filmleri de genelde toplumsal olaylara değinen, ezilenlerin haklarını dile getiren ve kırsal alanda yaşayanların sorunlarını işleyen filmlerdi. Sinemadan kazandığını eğitim için harcaması ve özel okul işletmeciliği yapması takdire şayandır. Esasen Tarık Akan, iki fakülte bitirmiş bir adam olarak aynı zamanda bir aydın idi. Allah taksiratını affetsin ve kendisine rahmet eylesin... - saban

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir