VEDAT KOLE
Beşir Ayvazoğlu
besirayvazoglu
Osmanlı’nın paralel yapıları
15 Temmuz darbe teşebbüsünün ardından malum yapı hakkında ortaya saçılan bilgilerin ve birbiri ardınca gelen itirafların aklı başında herkesi hayret ve dehşete düşürdüğünden eminim. Bu bilgiler, tarihî tecrübenin ne kadar önemli olduğunu da gösteriyor. Cumhuriyet devrinde geçmişle bugün arasına çekilen kalın duvarlar sayesinde beyaz bir sayfa açıldığı zannedilerek tarihin derinliklerinden gelen bütün problemlerin yok edildiği hüsnüzannı, bu problemleri çok ağır bir biçimde yeniden yaşanmasına yol açtı.
Eğer devleti yönetenler, “paralel devlet” yapılanmasının yeni bir vakıa olmadığını, Osmanlı tarihi boyunca böyle yapılarla mücadele edildiğini, daha da önemlisi derin sosyolojik meselelerin yok farz edilmekle yok olmayacağını bilselerdi, bugün yaşadıklarımızı yaşamayacaktık.
En önemli amacı Selçuklu hâkimiyetine son vermek olan Haşhaşîliğin temelindeki Batınî İslâm yorumu, farklı çehrelere bürünerek sürekli problem üretmiş ve devletin zayıfladığı zamanları kollayarak harekete geçmiştir. Babaîler ve Şeyh Bedreddin isyanları gibi…
Siyasî ihtirası sınır tanımayan Şeyh Bedreddin, Fetret Devri’nde, yani şehzadeler birbiriyle kavga ederken güç kazanarak taraftar toplamış ve ilk fırsatta başkaldırmıştı. Osmanlı yöneticileri bu isyan yüzünden sonraki yüzyıllarda son derece ihtiyatlı davranmış, tarikatların devlet içinde devlet gibi hareket etmelerini önleyecek tedbirler almışlardır. Sultan II. Murad’ın, Ankara civarında hızla çoğalan ve etkinleşen Bayramîlerin devletin başına bela olabilecekleri yolunda söylentiler çıkması üzerine Hacı Bayram Veli’yi Ankara’ya getirttiği, kendisiyle görüştükten sonra söylenenlerin doğru olmadığı kanaatine vararak hürmet ve iltifatla geri gönderdiği bilinmektedir.
Fetret döneminde Hurufîlerin de Anadolu ve Balkanlar’a nüfuz ettiklerini, birtakım tarikatlara intisap ederek kendilerini gizlediklerini, Çelebi Mehmed ve II. Murad devirlerinde halkın yanı sıra bazı yöneticileri bile etkileyerek şaşılacak sayıda taraftar kazandıklarını, II. Mehmed’in ilk saltanat döneminde de saraya sızarak genç padişahı avuçlarının içine aldıklarını unutmamak gerekir. Amaçlarından biri de Yeniçeriler arasında taraftar kazanmak (yani orduya hâkim olmak), Mehdici bir anlayış olan Hurufîliği devletin resmî mezhebi haline getirerek iktidarı ele geçirmekti. Halkın “veli” olarak kabul ettiği Mahmud Paşa’nın zamanında müdahalesiyle tehlike bertaraf edilmişse de, gizlenmeyi çok iyi başaran Hurufîlerin faaliyetlerine devam ettikleri bilinen bir gerçektir.
II. Mehmed (Fatih), şeyhlere ve tarikat erbabına karşı hürmette kusur etmemiş, onların nüfuzundan faydalanmışsa da (Hacı Bayram’ın halifelerinden Akşemseddin’le ilişkisini düşününüz) halkı etkilemelerinden her zaman endişe etmiş, tarikatların birer iktidar odağı olarak öne çıkmalarına izin vermemiştir. Onun bu ihtiyatlı politikası, iktidara yürürken Halvetîlerin ciddi desteğini alan II. Bayezid döneminde sürdürülemedi. Cem Sultan’ı destekleyen Şeyh Vefa ile Bayezid’i destekleyen Cemal-i Halvetî arasındaki mücadele romanlara konu olacak kadar heyecan vericidir.
Hacı Bayram Veli’nin halifelerinden Bıçakçı Ömer Dede’nin izinden giden Bayramî Melâmîleri de tasavvuf tarihinin en şaşırtıcı sufi topluluklarından biridir. Osmanlı düzenine ve resmi ideolojisine muhalif bir hareket olarak şekillenen ve Vahdet-i Vücud doktrini en aşırı şekilde yorumlayarak bir çeşit panteizmi (Vahdet-i Mevcud) benimseyen Melâmîler, Kanuni devrinden itibaren sıkı takibata uğramışlardır. Hurufîlikle de irtibatları olan Melâmîler de onlar gibi zamanla çeşitli tarikatlara nüfuz ettiler.
Melâmîlerin siyasî amaçlarının bulunup bulunmadığı tartışma konusudur. Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler adlı çok önemli eserinde bu topluluğun Osmanlı iktidarının meşruiyetini sorgulamasını “kutup” anlayışına bağlar.
Sahibü’z-zaman ve sahibü’l-vakt de denilen Melâmî kutuplarında Allah’ın zuhur ettiğine inanılıyordu. Velayet teorisine göre, kutuplar kâinatın yönetiminden sorumlu idiler; yani kâinatı Allah adına yönetiyorlardı. Sahibü’z-zaman, Ahmet Yaşar Ocak’ın ifadesiyle, “aşağıdan yukarıya doğru, sayıları giderek azalmak suretiyle bir mertebeler silsilesi meydana getiren ‘veliler piramidi’nin tepe noktasındaki şahsiyet”ti.
Allah’ın bu âlemi yönetmek üzere ilahi yetkilerle donattığı, insan görünümündeki bu insanüstü varlık, yani Melâmî kutbu, yalnız manevi değil, özellikle dünyevî otoriteyi de ele alarak adaleti hâkim kılacaktı. Ahmed Yaşar Ocak, “Böylece,” diyor, “kutbun hem dinî, hem de dünyevî (daha doğrusu siyasî) olmak üzere iki misyonuna işaret olunduğu görülmektedir ki, işte Melâmîlerin Osmanlı iktidarına neden karşı çıktıkları sorusunun cevabı da burada yatmaktadır. Çünkü Melâmîleri bu inançlarının tabii sevkiyle Osmanlı sultanlarının hem dinî, hem dünyevî otoritesinin gayrı meşru olduğunu düşünmekte, dünyayı yönetmesi gereken asıl otoritenin de kendi kutupları olduğuna inanmaktadırlar.”
Okuyucularıma bu anlayışın çok tanıdık geldiğini biliyorum.
Melâmîliliğin Kanuni devrinden itibaren ciddi takibata uğradığını söylemiştim. İsmail Maşukî ve Hamza Bâlî gibi çok önemli Melâmî kutupları idam edilmişlerdir. Hamza Bali’nin Şeyhülislâm Ebussuud Efendi’nin fetvasıyla 1561 yılında idamından sonra kendilerini Hamzavî diye isimlendiren ikinci devre Melâmîlerinin özellikle İsmail Maşuki’den sonra gizliliği (lâmekânîliği, gaybîliği, muhtefîliği) tercih ettiklerini kaydetmekte fayda vardır. Bir Melâmî-Hamzavî kutbu olarak yıllarca faaliyette bulunan Hacı Ali Bey’in İdrîs-i Muhtefî olduğunu müritleri dışında kimse öğrenememişti. Devrin birçok ünlü şahsiyetini, hatta devlet adamını kendisine bağlayan Hacı Ali Bey, köşe bucak arandığı halde sonuna kadar gizli kalmayı başarmıştı.
Şunu unutmamakta fayda vardır: Osmanlı yönetimi, tarikatların devleti tehdit edecek paralel iktidar odakları haline gelmemesi için mücadele eder, tedbirler alırken asla tasavvuf ve tarikatları yasaklamak yoluna gitmemiş, Tanzimat’tan sonra da Meclis-i Meşayih’i kurarak tarikatları etkili bir şekilde denetlemeye başlamıştı. Çünkü yasaklandığı takdirde yer altına çekilip faaliyetlerini gizlice yürüteceklerini, bunun daha tehlikeli olduğunu biliyorlardı. Görünen tehlikeyle mücadele etmek kolaydır. Göremediğiniz tehlikenin nereden, ne zaman ve nasıl saldırıya geçeceğini bilemezsiniz.
O halde çözümün ilk şartı düşünce, ifade, inanç ve örgütlenme hürriyeti, yani demokrasidir.
Bir yanıt yazın