Av. Yüksel Sarı/Muğla Haber Gazetesi
Mehmet Bedri Gültekin’in geçen hafta yayınlanan “AKP Güçleniyor mu?” başlıklı yazısı bize geçmişte tanık olduğumuz bir tartışmayı hatırlattı.
Yetmişli yıllardı. TİKP binasında oturmuş HASAN YALÇIN’ı dinliyorduk. O günlerde sol çevrelerde tartışma konusu, Türkiye’de faşizmin tırmanıp tırmanmadığıydı. Bizim görüşümüze göre emperyalizm çağında faşizm, ancak emperyalizme sırtını dayayarak gelebilirdi. “Tarihin Tunç Kanunu” böyle diyordu. O halde faşizm tırmanamazdı.
Sohbetin bir aşamasında Hasan Yalçın Faşizmin tırmanmakta olduğunu söyleyince yanımda oturan arkadaşım hemen itiraz etti.
Dedi ki,
“Aylardır bizim dışımızdaki sol kesime karşı faşizmin tırmanamayacağını iddia ediyoruz. Dergilerimizde böyle yazıyor. Bunun “Tunç Kanunu olduğunu söylüyoruz. Şimdi ne oldu da siz faşizmin tırmandığını söylüyorsunuz.“Tunç Kanununa ne oldu?”
Hasan Yalçın’ın yanıtı oldukça kısa olmuştu;
“Kardeşim tırmanıyor işte ne yapalım, tırmandığı halde tırmanmıyor mu diyelim?”
Olgulardan hareket etmek gerektiği ancak bu kadar iyi anlatılabilirdi.
Tunç Kanununa rağmen ulusal ordu direnmedi
Uzun zamandır da “Ulusal ordu direnir, bu tarihin Tunç Kanunu’dur” diyorduk. Buna öyle çok inanıyorduk ki, Kuran’dan ayet okur gibi ikide bir bu cümleyi tekrarlayıp duruyorduk.
Ancak;
Ergenekon ve Balyoz davaları başladığında, Türk ordusu tarihinin en büyük saldırısı ile karşılaştığında, yüzlerce kurmay subayı, generali ve hatta Genel Kurmay Başkanı bile hapislere atıldığında, kozmik odasına girildiğinde, bu kahırlara dayanamayıp intihar edenleri bile olduğunda, “Tunç Kanunu’nun işlemesini ve ulusal ordumuzun direnmesini çok bekledik, ama olmadı.
Daha yeni, henüz birkaç gün önce, kuvvet komutanlıkları elinden alınmış, ordusuz bir komutana dönüştürülmüş olan Genel Kurmay Başkanının, bu eylemi gerçekleştiren siyasi iktidarın önünde saygı ile eğilmesini izlerken içimiz parçalandı.
“Tunç Kanunu” bir kez daha umutları boşa çıkarmıştı.
Yine mi Tunç Kanunu ?
Mehmet Bedri Gültekin, söz konusu yazısında, Tayyip Erdoğan’ın diktatör olamayacağını açıklarken kırk yıllık Tunç Kanunu’na göndermede bulunuyor.
Diyor ki;
“Emperyalizm çağında dikta rejimlerinin “Tunç Yasası “ dır. Gelişmekte olan dünya ülkelerinde dikta rejimleri ancak sırtlarını emperyalizme dayayarak var olabilirler.”
Yani , Tayyip Erdoğan ABD’den uzaklaştığı için artık diktatör olamaz diyor.
Demek ki, kırk yıl bile geçse bazıları için herhangi bir ilerleme söz konusu olmuyor!
Merak ediyorum, bu gün de birisi çıkıp dikta ile yönetilen, fakat ABD karşıtı tutum sergileyen ülkeleri sorarsa ne olacak?
Karşısında Hasan Yalçın gibi bir değer yok ki, olgulara bakıp gerçeği söylesin!
İktidar yandaşlığı uğruna kendilerini helak edenler
Komik yazarımızın şu cümlelerini okuyunca artık içimizden gülmek değil, ağlamak geliyor!
Diyor ki;
“Gelişmeleri doğru değerlendirmek açısından dikkate değer bir diğer gelişme ise Erdoğan’ın ve AKP’nin, son zamanlarda Atatürk’ü dillerinden düşürmemeleridir.
Binali Yıldırım, eğer konuşmasında Nazım Hikmet’e, Ahmet Arif’e göndermeler yapmak ihtiyacı duyuyorsa bu da bir işarettir.
Türk Milleti” ve “Vatan” kavramları şimdi AKP’lilerin konuşma dilinde en revaçta olan sözcüklerdir.
Bütün bunlar şu çarpıcı gerçeğin ifadesidir:
Erdoğan ve AKP, gelinen aşamada ancak Atatürk’ün arkasına geçerek veya Türk Milleti, Türk bayrağı ve Vatan kavramlarına sarılarak ayakta kalabileceklerini hesaplamakta ve ona göre hareket etmek ihtiyacını duymaktadırlar.”
Zavallı; inandırıcı olabilmek için nasıl da kendini helak ediyor
Onun mantığına göre, Kenan Evren de sıkı bir Atatürkçüydü!
Nitekim,Atatürk gibi giyinir,eline asa alır, başına da fötr şapka takardı.Atatürk gibi trenin penceresine kollarını dayayıp resim bile çektirmişti.
Çok Atatürkçüydü çook!
Hatta, 12 Eylül darbe bildirisinde şöyle diyordu;
“Atatürk Milliyetçiliğinden hız ve ilham almanın, politikada "Yurtta sulh, cihanda sulh" ilkesine bağlı kalmanın, milli mücadele ruhunun, millet egemenliğine Atatürk ilke ve devrimlerine olan bağlılığın tam şuurunu yerleştirmek ve geliştirmekle ülkemize yönelik tehditlerin ulusça göğüsleneceğini..
Eğitim ve öğretimde Atatürk Milliyetçiliğini yeniden yurdun en ücra köşelerine kadar yaygınlaştıracak tedbirler en kısa zamanda alınacaktır.”
Ama bu sözleri onun diktatör olmasını engellemedi.
Asmayalım da besleyelim mi? “diyen oydu.
“ Bir soldan, bir sağdan bir soldan, bir sağdan bir soldan…” diyende
Ona göre Anayasa bize bol geliyordu ve daraltılmalıydı. Bu yüzden dedi ki;
“Biz aydınlarımıza düşünmeyin demiyoruz, sadece düşündüklerini başkalarına söylemesinler yeter.”
Fethullah Gülen bile onun sayesinde palazlandı. O derece Atatürkçüydü yani!
Kendi hayallerini gerçeklerin yerine koyanlar.
İktidar yandaşlığında sınır tanımayan yazarımız, Tayyip Erdoğan’ın diktatör olamayacağının delili olarak Rusya’ya yaklaşmasını gösteriyor. Bu nedenle ona kefil oluyor.
Oysa Tayyip Erdoğan’ın Rusya’yla arasını düzeltmesi, hatta onunla birlikte bazı stratejik adımlar atmasıyla Türkiye’de dikta rejiminin kurulup kurulmaması arasında ne gibi bağlantı olabilir?
Yoksa,Rusya ile askeri ve siyasi alanda ilişkisi bulunan devletlerin tamamında demokratik yönetimlerin işbaşında olduğunu mu zannediyor?
Ya da Türkiye’de dikta rejimi olup olmamasının Rusya’nın umurunda olduğunu mu düşünüyor?
Nihayet bu kadar zorlamaya neden gerek duyuyor?
Oysa, kendi hayallerini gerçeklerin yerine koyarak hem kendini hem de milleti yanıltacağına, sokağa çıksa, olgulara baksa, gerçeği daha çabuk öğrenecek.
Belki de bu sayede, Polis, ordu, yargı, istihbarat ve stratejik öneme sahip diğer kurum ve kuruluşların tek elde toplanmış olmasının başlı başına bir diktatörlük tanımı olduğunu fark edecek.
Ya da, darbe girişiminin başarısız kılınmasından hemen sonra, darbe üzerine başka bir darbe yapılmış olduğunu, daha ilk günden, hiç gerekmediği halde, Türkiye’nin her yanında birden OHAL ilan edildiğini, bir gecede ordunun paramparça edildiğini, Topçu kışlası inadını ve darbe gecesi sokaklara dökülen ‘kara gömleklileri ‘ görecek.
Ama bunların hiç birini göremiyor. Çünkü olgulardan hareket etmiyor.
Zorunluluklar meselesi
Türkiye’nin bağımsızlığı ve toprak bütünlüğü için Batı’dan uzaklaşıp, bölge ülkeleri ve Rusya ile yakınlaşmasının zorunlu olduğu uzun zamandır konuşulan, yazılıp çizilen bir gerçeklikti. Bu yöneliş elbette Türkiye için bir zorunluluktu.
Ancak unutulmasın ki, Tayyip Erdoğan iktidara geldiğinde de bu zorunluluk vardı. Buna rağmen on beş yıllık iktidarı boyunca bu zorunluluğu dikkate almadığı gibi BOP eş başkanlığı görevini üstlendi. Görevi nedeniyle hem bölge ülkeleri hem de Türkiye için bir güvenlik sorunu haline geldi. Ne zaman ki, kendi iktidarını ve şahsi güvenliğini tehlikede gördü, işte o zaman Rusya’ya yaklaştı.
Demek ki, Erdoğan aslında Türkiye’nin zorunluluklarına göre değil, kendi zorunluluklarına göre hareket ediyormuş.
Demek ki, tek başına zorunluluklar bir şey ifade etmiyormuş. Türkiye’nin zorunlulukları ne olursa olsun, koşullar değiştiğinde Erdoğan da yeni yaklaşımlar gösterebilirmiş!
Demek ki; Erdoğan’ın Rusya ile yakınlaşması, Türkiye demokrasisi için bir güvence olamazmış.
AKP zayıflıyor mu?
Herkesin AKP’nin güçlendiğini düşündüğünü ve telaşa kapıldığını ama gerçekte AKP’nin zayıfladığını iddia eden yazarımız diyor ki;
“Bugün içerde ve dışarıda uygulamak zorunda kaldığı program, kendisinin yıllardır uygulamaya çalıştığı program değildir. Bu program uygulandığı zaman gelişecek olan o programın asıl sahipleri olacaktır. AKP olmayacaktır.”
Yani; “Bugün AKP’nin uyguladığı program bizim programımızdır. Bu yüzden bu program uygulandıkça AKP değil biz kuvvetleneceğiz” diyor. Onun için “hiç kimse telaş etmesin ” demeye getiriyor.
Bu yaklaşımın sonunda AKP tabanının da aslında kendi tabanları olduğunu, siyasetlerini de buna göre şekillendirmeleri gerektiğini söylerse hiç şaşırmayın. Zaten o yöne doğru bir eğilim de var.
MHP ve CHP ile denedik olmadı. Bir de AKP ile deneyelim, neden olmasın!
Oysa, AKP’nin güçlendiğini mi yoksa zayıfladığını mı öğrenmek için zorlamalara ve yeni teoriler icat etmeye hiç gerek yoktu. Daha önce önerdiğimiz gibi sokağa çıkmak yeterdi. Bilimsel anketlere ve araştırmalara, AKP’ye doğru meyil eden sermayeye, sinir merkezlerine ve kuvvet odaklarına bakmak yeterdi.
İlle de bir teori isteniyorsa şöyle de denilebilirdi;
Sen istediğin kadar doğru görüşleri savun ve en iyi programları yap. Uygulayacak gücün yoksa hiçbir önemi yoktur. Doğru programı kimin uygulama gücü varsa ve kim uyguluyorsa kazanacak olan daima odur.
Onun için, yıllarca demiştik ki;
“İttifakçılık hastalığını bırak, kuvvet toplamaya bak “
Tarihin sayfalarında yer tutamayacaklar
Son söz,
Tarihimizin bundan sonraki sayfalarında kahraman olarak sadece ama sadece Bağımsızlık ve Demokrasi mücadelesini birleştiren ve bu doğrultuda halka önderlik edenler yer alacaktır.
O sayfalarda Amerikancı darbe girişimine tavır almayan, böylelikle bağımsızlıktan vazgeçenler ile demokrasi mücadelesinden vazgeçip diktatörlüğün yolunu açanların yeri olmayacaktır.
Herkes kendi yerini buna göre belirlemelidir.
Bir yanıt yazın