Osmanlı ordusunu nasıl yok etmişti? Yeniçeri Kırımı
Gökçe Fırat
1826 yılının 14 Haziran tarihinde Padişah II. Mahmud’a bağlı askeri birlikler, Osmanlı Ordusu’nun merkezi gücü olan Yeniçeri Ocağı’na karşı harekete geçmiştir. Yeniçeri Ocağı’nın merkezi olan ve kışlaları diyebileceğimiz Odalar’ı kuşatan topçular, içerideki Yeniçerilerle birlikte kışlayı top atışına tutmaktadır.
Bu, Osmanlı’nın kendi ordusuna karşı giriştiği tasfiyenin silahlı safhasıdır.
O gün Yeniçeri Ocağı, kışlasıyla, tüm askerleriyle, mirasıyla ve her şeyiyle yok edilecek, yıkılacaktır.
Tarihe daha sonrasında “Hayırlı Olay” anlamında “Vakayı Hayriye” olarak geçecek ve devletin kendi ordusunu yok etmesi bir “bayram” olarak kutlanacaktır.
Yeniçeri Ocağı’nın tarihi
Yeniçeri Ocağı, Osmanlı padişahlarından I. Murat (hükümdarlığı 1359-1389) tarafından genel kabul edilen tarihe göre 1363 yılında kurulmuştu. Ocak, doğrudan padişaha bağlı bir Kapı Kulu Ocağı idi. Ocağın temel misyonu da Padişahın ve Hanedanın korunması idi. Tüm Osmanlı padişahları da aynı zamanda Yeniçeri Ocağı’nın birer askeri idi. Padişah 1. Orta’nın 1 numaralı neferi olarak kabul edilir ve Yeniçeri maaşı alırdı. Böylelikle “Ordu-devlet” geleneği sürdürülmüş oluyordu.
Ocak, fetihçi padişahın koruma ordusu olmanın dışında, aynı zamanda fetihlerin en önemli vurucu gücüydü. Geleneksel Türkmen sipahilerinin yanına eklenen bu piyade kuvveti ile Osmanlı, kendinden önceki Türk devletlerini aşan bir ordu kurumu oluşturmuş, bununla birlikte özellikle Balkanlar’da ve Avrupa’da fetihler yapabilmişti.
Ocağın askerleri, Balkanlar’da ve Avrupa’daki fethedilen topraklardaki Hıristiyan ailelerinin çocukları arasından seçilen devşirmelerdi. Bu çocuklar, Anadolu’daki Türk çiftçilerinin yanına gönderilmekte, burada Müslümanlığı benimsemekte, Türkçe öğrenmekte, Türkleşmekteydiler.
Aileleri olmayan, evlenme izinleri olmayan, kendilerini sadece Osmanlı’nın yaşamasına adayan bir “fedai ordusu”ydu bu.
Osmanlı’nın gerileme ya da duraklama devri diye adlandırılan döneme kadar da yani 1699 yılına kadar da oldukça başarılı bir teşkilat olmuş, tüm Avrupa’yı titretmişti.
“Askeri Müdahale”nin temeli
Ama kuruluşun üzerinden geçen üç yüzyıl içerisinde Ocak, ilk haliyle kalmamış, büyümüş, gittikçe kurumsallaşmış, Anadolu ve Balkanlar’da halkla iç içe geçmiş, sadece askerlikle sınırlı kalmayarak Ahilikle birleşmiş, Yeniçeri askerleri aynı zamanda esnaflaşmış, loncalara girerek ve loncaları örgütleyerek bir esnaf örgütü konumuna gelmiş, Bektaşi tarikatıyla iç içe geçerek mezhepsel bir örgütlenmeye dönüşmüştü.
Burada Yeniçeri sisteminin bozulması olarak adlandırılan süreci değerlendirecek değiliz. Ama önemli olan sonuç, Yeniçeri Ocağı’nın sadece bir asker ocağı olmadığı, toplumun büyük çoğunluğunu özellikle de kentli orta sınıfları temsil ettiğini, yine yoksul halk katmanlarına öncülük ettiğini, toplumsal bir örgütlenme olduğunu, hatta günümüz ifadesiyle adeta bir “siyasi parti” kimliği kazandığını tespit etmeliyiz.
Günümüzde Türk Silahlı Kuvvetleri’ne denildiği şekliyle bir “asker partisi”dir Yeniçeri Ocağı. Yine Ocak, Osmanlı Hanedanında kimin padişah olacağı belirlenirken genellikle Hanedan içinde bir taraf konumuna gelmiş, kimi zaman padişahları doğrudan seçmiş, kimi zaman seçilen padişahları tahttan indirmiş, kimi zamansa Genç Osman ya da III. Selim gibi padişahları katletmiştir.
Bu özelliği ile taht mücadelesinde en önemli güçtür, çünkü silahlı tek güçtür Yeniçeri. Bu haliyle baktığımızda “askeri vesayet” diye tabir edilen olgu, daha Yeniçeri döneminde başlamıştır diyebiliriz.
Yeniçeri Ocağı ile TSK arasındaki bu benzerlik, iktidar kavgasına tutuşan güçler arasındaki “askeri vesayet”, “sivilleşme”, “darbe”, “diktatörlük” gibi kavramların da başlangıç noktasıdır.
Günümüzde süren Ergenekon tertibini anlamak için sivil idarenin üzerindeki askeri müdahale kavramının bu tarihsel kökenini özellikle aklımızda tutmak zorundayız. Çünkü Cumhuriyet dönemine ait bir sorunla değil, neredeyse 1700 yılından bu yana süren bir temel tartışma ile karşı karşıya olduğumuzu bilmemiz gerekir.
Gerilemenin nedeni Yeniçeri
Osmanlı İmparatorluğu, ilk büyük yenilgisini Karlofça Antlaşması (26 Ocak 1699) ile kabullenmişti. Bu tarihten itibaren artık Osmanlı’nın gerileme dönemi başlamış kabul edilir. Karlofça Antlaşması ile birlikte Osmanlı ilk defa toprak kaybı yaşamış, bunu kabullenmek ve hazmetmek zorunda kalmıştır. Elbette bu tür bir kaybın hazmedilmesi kolay olmayacaktır. Ancak uzunca bir süredir devam eden duraklama ya da gerilemenin nedenleri üzerinde uzun uzun düşünecektir Osmanlı.
Karlofça’nın hemen sonrasında Lale Devri’nin ünlü padişahı Sultan III. Ahmet (hükümdarlığı 1703-1730) döneminde başlayan bu düşünme, 1757 yılında ilk yenilikçi padişah olarak kabul edilen III. Mustafa (hükümdarlığı 1757-1774) döneminde genel bir sonuca ulaşmış ve Osmanlı’nın bundan sonraki dönemi reform ve yenilenme çabaları ile geçmiştir. Genel kabul gören fikre göre gerilemenin nedeni, Avrupa’nın ilerlemesi demektir, Avrupa’nın ilerlemesinin nedeni olaraksa Avrupa’nın fen bilimlerinde ilerlemesi görülecektir.
“Yenilmez Osmanlı”nın yenilmesinin sebebi ise ordusunun artık yeterli olmamasıdır. Bu açıdan orduda yenilenme yapılmak zorundadır. Böylelikle ordu teşkilatında reform yapma fikri gündeme oturacaktır.
Bu bir bakıma bugünden bakıldığında mantıklı gelebilir ama mantıklı olan bu açıklama gerçeklerle pek uyuşmaz. Çünkü Osmanlı, uzun yıllar boyunca Avrupa devletleri karşısında yenilse bile, askeri teknolojide geri kalmış bir devlet değildir. En azından Avrupa ile arada bir uçurum hiçbir şekilde yoktur. Çünkü Osmanlı, teknolojideki yenilikleri takip eden bir devlettir. Hele hele barut teknolojisini Avrupa’dan bile önce benimsemiştir. Nitekim yenilmez Osmanlı’nın yenilmesinin asıl sebebi olarak ordusunun teknolojiye sahip olmaması değil; ordusunun bizzat kendisi olduğu fikri o dönemde daha fazla kabul gören bir teoridir. Gerçekten de daha o dönemde Yeniçeri Ocağı’nın bozulduğu fikri yerleşmiştir.
O halde önemli olan teknolojiyi değil orduyu yenilemek ve değiştirmektir. Ama bu olacak şey midir?
Elinde silah olan kuvveti, nasıl yenilenmeye razı edebilirsiniz ki?Hele hele bu yenilenmenin altında aslında tümüyle bir tasfiyenin amaçlandığını o Ocak biliyorsa?
Burada Osmanlı yönetim sistemindeki bir kriz su yüzüne çıkmaktadır. Bir taraftan Osmanlı eski gücüne kavuşmalıdır ve bu nedenle ordusu yenilenmek zorundadır.
Ama bununla birlikte, hanedan içi rekabette baş aktör olan “asker partisi” Ocak, eski gücünü kaybedecektir. Bu nedenle Osmanlı padişahlarının askeri modernleşme amaçlarının altında gizli bir gündem olarak başlarındaki Yeniçeri kılıcının yok edilmesi bulunmaktadır. Ve bunu Yeniçeri Ocağı da gayet iyi bilmektedir.
İleri-geri kavgası mı?
Günümüze ilerici-gerici kavgası olarak aktarılan tartışma, reformcu-ilerici padişahların yenileşme çabalarına karşı çıkan gerici-tutucu bir Yeniçeri Ocağı tablosudur. Ama bu ideolojik örtünün altında yatan kavga bambaşkadır. Sultan III. Selim (hükümdarlığı 1789-1807) tahta çıktığında tarihler 1789’u göstermekteydi ve bu tarih tüm Avrupa’yı sarsacak Fransız İhtilali’nin başlangıç yılıydı. Sultan III. Selim’in yakın danışman kadrosu ise Fransız etkisi altında kalan isimlerdi. Napolyon’un Osmanlı’ya açık desteği vardı. Ve III. Selim, Napolyon’la mektuplaşacak kadar yakın bir Fransız dostuydu.
III. Selim’in en önemli projesi Yeniçeri Ocağı’nın yerine Batılı tarzda, modern, düzenli bir ordu kurmaktı. Nitekim bu ordunun bir örneğini Nizam-ı Cedid adı altında örgütlemeye başladı. Nizam-ı Cedid’in tam da Napolyon Fransası’nı örnek alarak kurulduğunu ise söylemek bile fazladır. Türk Ordusu’nun Batılı subaylar eliyle eğitilmeye başlandığı dönemdir bu. Günümüze kadar da değişmeyecek bir geleneğin başlangıcıdır.
III. Selim’in bu girişimi bir süre sonra Yeniçeri Ocağı’nı rahatsız eder ve Kabakçı Mustafa önderliğinde bir isyan başlar (1807). İsyan’ın nedeni Ocağın Nizam-ı Cedid’i istememesidir. Elbette Ocak, bu amacını ideolojileştirirken III. Selim’in gâvurla işbirliği yaptığını, dini çiğnediğini, hatta en önemli sebep olarak da gâvur kıyafetini Müslümanlara dayattığını öne sürecektir.
Bu nedenle günümüzde kılık-kıyafet tartışmasının ileri-geri kavgasının temeli olarak görülmesinin de başlangıcıdır bu olay. Pantolon giyen Batıcı modern padişah III. Selim’in gerici Yeniçeriler tarafından tahttan indirilmesi olayıdır.
III. Selim’in tahttan indirilmesinden sonra tahta IV. Mustafa geçirilir. III. Selim’in destekçileri durumu değiştirmek için Rumeli’nin güçlü beyi Alemdar Mustafa’yı ve ordusunu ikna ederler. Alemdar, ordusu ile İstanbul’a gelir ve tahta el koyar. Amaç, III. Selim’i yeniden tahta çıkartmaktır. Ama asıl facia burada başlar. Bunu önlemek için IV. Mustafa, hanedanın yaşayan iki erkek üyesinin öldürülmesi emrini verir. Devrik padişah III. Selim cellatlar tarafından öldürülür ve kanlı cesedi ortaya bırakılır. Selim’in amca oğlu II. Mahmud ise büyük bir boğuşmadan çıkar ve korumaları tarafından kaçırılır. Bu sırada Alemdar ve ordusu saraya girer. III. Selim’in kanlı cesedi ile karşılaşır. II. Mahmud (hükümdarlığı 1808-1839) kurtarılır ve tahta geçirilir. Tarih 28 Temmuz 1808’dir. II. Mahmud’un ilk emri, IV. Mustafa’nın öldürülmesi olacaktır. 17 Kasım 1808 tarihinde de öldürülecektir.
II. Mahmud dönemi Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılacağı dönem olarak tarihe geçecektir. II. Mahmud, amca oğlu III. Selim tarafından yetiştirilen ve onun çizgisinde bir yenilikçi padişahtır. Çocuğu olmayan III. Selim babası olmayan amca oğlu II. Mahmud’a adeta babalık yapmıştır. Özellikle siyasi eğitimi ile ilgilenmiş, onu tam bir yenilikçi olarak yetiştirmiştir.
III. Selim ile II. Mahmud arasındaki bu duygusal ve fikirsel birliktelik, III. Selim’in katledilmesine tanık olan II. Mahmud’un psikolojisini derinden etkileyecek, yenilikçi fikirlerindeki ordu reformu gündemi ile III. Selim’i katleden Yeniçeri’ye duyduğu nefret birleşecek, bir süre sonra Yeniçeri karşıtlığının siyasi ve psikolojik çizgisi ortadan kaybolacaktır.
Sultan Mahmud’un III. Selim’in katledildiği anda söylediği söz günümüze kadar ulaşacak ve bir atasözü olacaktır: Ya devlet başa ya kuzgun leşe!
Gerçekten de hükümdarlığı hep mutlak devlet otoritesinin tesisi için geçecektir. Bu mutlakiyetçilik çabalarının getirdiği otoriter yönetim anlayışı ve uygulamaları nedeniyle de Osmanlı padişahları içinde despotluğu ile anılacaktır.
1808 yılında tahta çıktığı zaman, felaketin eşiğinde bir ülkeyi devralmıştır ve 1839 yılına kadar tahtta kalacak, hükümdarlığının ilk 18 yılında Yeniçeri Ocağı ile padişah arasında müthiş bir mücadele yaşanacak ve bu defa kaybeden Ocak olacaktır.
Sultan II. Mahmud
II. Mahmud, amca oğlu Sultan Selim’in katline bizzat tanık olmuştu. Ama asıl tanıklık ettiği şey, Ocak ile III. Selim arasındaki mücadelenin seyriydi. Bir tarafta Ocağı tasfiye etmek isteyen sivil padişah, diğer yanda bu tasfiyeyi fark eden ve buna karşı direnen Askeri Ocak, tüm kozlarını oynamışlar ve bu oyunda sivil padişah askere yenilmişti.
II. Mahmud, tüm bu mücadeleyi gayet iyi izlemiş, sivil padişahın gücünü ve bu gücün sınırlarını görmüş, Ocağın gücünü görmüş, bu gücün ne şekilde kırılabileceğini daha net anlamıştı. Ortada tasfiye edilecek, hatta kırılacak bir Yeniçeri Ocağı vardı. Ülkede padişah iradesi olacaksa, o iradenin üzerindeki askeri vesayet kaldırılmalıydı. II. Mahmud bunu kendisine en önemli görev olarak belirlemişti. Hatta hayatını buna adadığını ve sadece bunun için yaşadığını düşündürtmüştür iktidarı boyunca.
Tahta geçen Mahmud, amca oğlundan çok daha dikkatli, çok daha kurnazca, çok daha uzun vadeli düşünmek zorundaydı. Çünkü kaybedeceği sadece iktidar değil aynı zamanda kendi kellesi olacaktı.
O halde akıllı bir şekilde bu ordu nasıl tasfiye edilebilirdi?
Bunun planı yapılmalı, bu plan gizli tutulmalı, gizli uygulanmalı, zaman kazanılmalı, düşman daraltılmalı, ittifaklar bulunmalıydı.
Mahmud, yola koyuldu.
Devlet içinde devlet:Ocak
II. Mahmud, en büyük düşman olarak kendi ordusunu görüyordu. Onun için Avrupa devletleri Ordu’ya karşı dost unsurdu. Avrupa devletleri için de aynı durum geçerliydi.
Osmanlı’nın son 100 yıldır savaştığı Ruslar elbette çok büyük bir tehlikeydi ama bu tehlikeyi yok etmek için de önce Ordu yok edilmeliydi.
Kısacası, Osmanlı Hanedanı için dış düşman ittifak edilebilecek bir dosta dönüşürken, kendi ordusu olan Yeniçeri Ocağı bir “iç düşman” halini almıştı.
İç düşmanın icadı bu şekilde politik literatürümüze eklenmiş oluyordu.
Ancak bu iç düşman son derece güçlüydü çünkü tek başına değildi. Yeniçeri Ocağı, aynı zamanda padişahlara karşı “ulema” tabir edilen kesimle işbirliği yapıyordu. Yeniçeri isyanlarının büyük bölümü “Şeriat isterük” sloganı ile başlar, Şeyhülislamdan fetva alınır, isyana ulema da destek verirdi.
Ocağın ikinci büyük müttefiki, özellikle başkent İstanbul’daki esnaftı. Ocak, şehrin tüm esnafı ile iç içe geçmiş ve bu kentli orta sınıfın temsilcisi konumuna gelmişti.
Ocak, Bektaşi tarikatına doğrudan bağlıydı, Tarikat ve Ocak birbirini güçlendiriyordu. Bektaşi Tarikatı’na tanınan tüm ayrıcalık ve haklarla, Ocak aynı zamanda dinsel bir örgütlenmeye dayanıyordu.
Ocak, kent içi ulaşımı doğrudan denetliyordu. İstanbul’a girişler Yeniçeri tarafından denetleniyor, kent içinde iki kıta arası ve Haliç içinde ulaşımı kayıkçılar idare ediyor, bunlar ise Ocağa bağlı çalışıyordu. Yine İstanbul’un tüm kahvehaneleri Yeniçeri’nin örgütsel ağı konumundaydı. Kahvehaneler aynı zamanda Bektaşi örgütlenmesinin de birer şubesi durumundaydı.
Buna Ocağa bağlı fırınları dahil ettiğimizde kentin doyurulmasında da doğrudan Ocak söz sahibiydi.
Kısacası, Ocak gerçekten de devlet içinde ayrı bir devlet olmuştu.
Bunun dışında Ocağın özellikle padişahın kendi sarayında bile büyük bir nüfuzu bulunmaktaydı. Padişahın dışında kalan şehzadeler, paşalar Ocağın ittifak ettiği kuvvetler olurdu.
İşte böylesi bir iktidarı alan Mahmud, aslında bulunduğu konumun hiç de iktidar olmadığını, sadece taht üzerinde bir iktidarının olduğunu ama ülke üzerindeki iktidarın doğrudan Ocağa ait olduğunu görmüştü.
Bu durum değişmeliydi ama bunu değiştirmek için hata yapmamak gerekiyordu. Hata yapmamak içinse acele etmemek…
Ocağı içerden çökertmek
II. Mahmud, ülke içinde dayanacak bir gücü olmadığını gayet iyi biliyordu. Ve ülke içinde güç yaratmak için de Batıdan destek almak, bu desteği ülke içinde güce dönüştürmek tüm yenileşme dönemi boyunca Batıcı padişah ve yöneticilerin temel yöntemi olacaktı.
Mahmud için bu güç, Fransa değil İngiltere’ydi. Osmanlı yönetiminde etkili olan Fransızların yerini artık İngilizler alacaktı. Bu işin en önemli sorumlusu ise, yıllar sonra Tanzimat Fermanı’nı okuyacak olan Koca Reşit Paşa olacaktı. Sultan Mahmud bir taraftan III. Selim döneminin yenileşmeci danışmanlarını etrafına toplamıştı. Reşit Paşa ise 1818-19 Rus Harbi sırasında Osmanlı Ordusu’nda yazıcı olarak görev yapacak, Ruslar karşısındaki büyük yenilgi sonrası Mahmud’a Ordu’nun neden ve nasıl yenilenmesi gerektiği ile ilgili bir rapor sunacak, bu şekilde Mahmud’un en yakın danışmanı olacağı dönem başlayacaktı.
Yıllar sonra Tanzimat’la karşımıza çıkacak Reşit Paşa’nın önerisi Yeniçeri Ocağı’nın tasfiyesi, onun yerine modern Batılı bir ordunun kurulmasıydı. Mahmud’un askeri danışmanının önerisi, Ordu’yu yok etmek ve yerine yeni bir Ordu kurmaktı.
III. Selim’den beri tartışılan bu proje için Mahmud ilk adımı attı. Mahmud’un asıl önem verdiği topçu kuvvetleriydi. Bu nedenle Topçu Ocağı yenileştirildi, güçlendirildi ve Yeniçeri’ye alternatif bir güç olarak konuşlandırıldı. Tasfiye öncesinde 10 bin topçu askeri, 4. 400 top arabacısı ve 1. 000 subayla, büyük bir Padişah Ordusu teşkil edilmişti.
Yeniçeri bu durumun farkındaydı. III. Selim de benzer bir yöntemi uygulamıştı çünkü. Elbette Sultan Mahmud da Yeniçeri’nin hoşnutsuzluğunun farkındaydı. Ancak Mahmud biraz daha uyanık davranmış ve doğrudan Yeniçeri Ocağı’nın içine el atmıştı. Çünkü tasfiye için Ocak içinde güçlenmek gerekliydi.
Sultan Mahmud’un Ocak içindeki güçlenme çabası oldukça basitti: En üst rütbeden başlayarak Yeniçeri’nin üst rütbeli ve etkili subay kadrosunu kendi projesine ikna etmek. Bunun için bu subaylara maddi anlamda bir pay vermek, yeni düzende yerlerini garanti etmek yoluyla kendi Ocak’larını satmaları ve yeni düzene ve Yeni Ordu’ya tabi olmalarını sağlamak gerekiyordu. Sultan Mahmud, Ocağı yıkmak için en etkili yandaşları bu politikası ile yine Ocak’tan devşirdi.
Bu planda en önemli olay, Sultan Mahmud’un Yeniçeri Ağası Hüseyin Ağa ile sarayda baş başa yaptığı görüşmedir. Bu olağanüstü görüşmeyi daha sonra Batılı elçiler de ülkelerine rapor edeceklerdi. Sivil idarenin başı padişah Sultan Mahmud ile askeri idarenin başı olan Yeniçeri Ağası Hüseyin Ağa, artık bir ikili olmuştu. Hedefleri ise Ocağı yıkmaktı.
Yeniçeri Ağası Hüseyin Ağa
Hüseyin Ağa’nın yükselme hikayesi de başlı başına önemliydi. 1822 yılı Ocak ayında Yeniçeri Ağası Osman Ağa’ydı. Rütbe olarak ondan sonra Kul Kethüdası Ali Ağa geliyordu. Ali Ağa’nın altında ise Zağarcıbaşı Hüseyin Ağa vardı. Kısacası Hüseyin Ağa’nın o dönemin Genelkurmay Başkanlığı olan Ağalık mevkiine yükselmesi için önünde uzun yıllar vardı. Ama mevkilerle oynayan padişah, o günün Yüksek Askeri Şura düzeni içinde bir yıl sonra 1823 yılı Şubat’ında Hüseyin Ağa’yı Yeniçeri Ocağı’nın başına geçirmişti. Hüseyin Ağa’nın Ocağın tasfiyesi için önerisi gayet sert ve netti:
“Yeniçeri büyükleriyle küçüklerini yola getirmek ve yeni teşkilâta almak kabildir. Fakat orta sınıfı ikna etmenin imkânı yoktur. Bunların da en nüfuzluları İstanbul kışlalarında oldukları için topunun birden temizlenmesinden başka çare mevcut değildir. “
Elbette bu hızlı yükselişle birlikte alt kademelerdeki boşalan yerlere de Padişah’ın kendi adamları atanmıştı. Böylelikle komuta kademesi sağlama alınmıştı.
Ve bu yeni komuta kademesi kendilerine işbirlikçilik yapacak yeni düzenin subaylarını ayarlamaya başladılar.
1826 yılına gelindiğinde üç yıl sonra Ocak üst rütbeli subaylarının büyük çoğunluğu Ocağın yıkılmasına ikna edilmiş olacaktı. Mahmud, Ocağı içerden çökertecek harekâtı başarıyla yürütmüştü.
Yargı’ya operasyon
Padişah için Ocağın tasfiyesinde ikinci önemli adım Ocak’la işbirliği yapan ulemanın kendi tarafına çekilmesiydi. Ulema, bizde genellikle din adamları sınıfı olarak algılanır ve bunların genel olarak yobaz oldukları düşünülür.
Halbuki Osmanlı’da ulema, yargı sistemini oluşturuyordu. Elbette yargı içindeki görevliler din eğitimi alan insanlardı çünkü yargılamanın dini ölçütler gözetilerek yapılması gerekiyordu. Fakat bu durum Batı’daki gibi bir rahip sınıfının karşılığı değildi.
Yeniçeri ile ulema arasındaki işbirliği ise, Ordu ile Yargı arasındaki bir işbirliği anlamına geliyordu. Şehrin hakimleri olan Yeniçerilerle, şehrin hukuki hakimleri olan ulema arasında doğal bir dayanışma vardı ve bu ikili genellikle padişahın otoritesini sınırlayıcı bir rol oynardı. Ulema kanun temsilcisi olduğu için şehir ahalisinin kontrolünde son derece kritik bir role sahipti. Yeniçeri’nin silahı ancak kanunla birleştiğinde halk üzerinde etkili olabilirdi. Kanun güvencesinde olmayan silahlı güç, yasadışı olurdu.
İşte Sultan Mahmud son derece akıllı bir hamle ile ulamaya, yani Yargı’ya el attı.
1825 yılında Şeyhülislam Mekkizade Asım Efendi görevden alındı ve yerine Tahir Efendi atandı. Böylece Yeniçeri’nin destekçisi ulema en tepeden padişaha bağlanmış oluyordu. Tüm bu operasyonlar sırasında Sadrazamlık makamında da hızlı değişiklikler göze çarpar. Eylül 1824’te Galip Paşa Sadrazam olur. Sultan Mahmud, Yeniçeri Ocağı’nın tasfiyesi ile ilgili projeyi sadrazama açar. Sadrazam Galip Paşa da aynı düşüncededir ama bu iş için kendisini uygun bulmaz. Bu işi yapacak Sadrazamın daha atak ve savaşçı biri olması gerekir. Bunun için Galip Paşa’nın önerisi ile Benderli Mehmet Selim Paşa sadrazamlık makamına atanır. Benderli de askerlikten gelmedir ve Ocağın defterinin nasıl dürüleceğini gayet iyi bilmektedir.
Protestanlar, Nakşiler, VahabilerTabii tüm bu süreç içerisinde Mahmud’un en önemli destekçisi İngiltere olacaktır. İngiliz Elçisi Lord Canning, bir elçi olmaktan öte sarayda söz sahibi bir yetkilidir. Lord Canning ile Reşit Paşa, çok sıkı iki dosttur. Lord Canning, koyu bir Protestandır. Osmanlı’nın da Hıristiyan olmadığı için geri kaldığını düşünmektedir. Osmanlı Ordusu’nun yenilenmesi için çalışmakta ve bunun için de Reşit Paşa’yı kullanmaktadır.
Reşit Paşa ise çok iyi bir Batılı ve Batıcıdır ama aynı zamanda koyu bir Nakşibendidir. Nakşibendilik o dönem için Osmanlı’da oldukça güçsüz bir tarikattır. Ancak Ruslarla yapılan Kafkas harplerinden sonra Anadolu’ya göçle birlikte güç kazanmaya başlamıştır.
Osmanlı’nın Protestan Hıristiyan’ı yoktur ama Osmanlı’da en etkin devlet olan
İngiltere’nin elçisi koyu Protestandır, Osmanlı’da saray katında en etkisiz tarikatlardan biri Nakşibendiliktir ama Sultan Mahmud üzerinde en etkili olan danışman Reşit Nakşibendidir. Ve yine o güne kadar hiçbir gücü olmayan Vahabilik de Arabistan’da aynı İngiltere tarafından kurulacak ve örgütlenecektir.
1820’li yıllarda başlayan bu tarikat operasyonu ile birlikte 100 yıllık bir tarikat dönemi başlar. Anadolu Protestan İngiliz ve Amerikalı misyonerlerle dolacaktır.
Arabistan Vahabilerin eline geçecektir.
Ve Anadolu’nun en güçlü tarikatı Nakşibendiler olacaktır!
İşte Batıcı ve ilerici Sultan Mahmud ve Reşit Paşa’nın Türkiye’ye hediyesi bu olmuştur.
Yunan İsyanı
Tüm bu hızlı değişikliklerin yaşandığı yıllar 1820’li yıllardır. Bu yılları tanımlayan şey ise Mora’da başlayan Yunan isyanıdır. 1821 yılında başlayan isyan çok büyümüş ve Osmanlı tarafından bir türlü bastırılamamıştır. Nitekim isyanı Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın kuvvetleri bastırabilecektir.
Ancak bu isyan oldukça enteresan bir isyandır. Çünkü isyanın hazırlandığından saray ve padişah her aşamada haberdar edilmiştir. Gerçi padişah daha sonra haberdar olmadığını söyleyecektir. Ama isyan bir şekilde başlar ve bastırılamaz. Çünkü Sultan Mahmud için önemli olan Yunanlar değil içimizdeki Yunanlar olarak görülen Yeniçerilerdir. Nitekim propaganda hemen başlar:
Yeniçeriler Yunan isyanını bastıramamıştır, kabahatli Ocak’tır.
Hatta Ocak bilerek isyanı bastırmamaktadır, çünkü Yunanlarla işbirliği halindedir.
Ve daha ötesi aslında Ocak içinde Yunan ajanları vardır ve bu nedenle isyana müdahale edilmemektedir.
Tabii burada Yunan isyanını bastırma görevi ile Mora kıyılarına çıkartma yapıldığını, böylelikle 5 bin Yeniçeri’nin bu ıssız sahilde bırakıldığını, bu şekilde tasfiye öncesi çok hesaplı ve programlı başka bir fiili tasfiyenin de gerçekleştiğini belirtelim. Devlet, 5 bin Yeniçeri’yi isyanı bastırmak için değil, kendilerinden kurtulmak için o kıyıya çıkartmış ve orada bırakmıştı.
Tasfiye başlıyor
İşte böylesi bir ortamda Yunan isyanının bastırılamaması bahanesi ile padişah tarafından bir Danışma Meclisi çağrısı yapıldı.
Toplantı, 26 Mayıs 1826 günü Şeyhülislam konağında yapıldı. Bu bir danışma toplantısı değildi çünkü karar verilmişti.
Üç gün içinde yeni bir Ordu Kanunu hazırlanması için toplantı dağıldı ve üç gün sonraki toplantıda kanun görüşüldü.
Sadrazam Benderli açılış konuşmasında bir avuç Yunan köylüyle baş edemeyen Yeniçeri Ocağı’nın yetersizliğini uzun uzun açıkladı.
Bundan sonra Ocağın içinden bir ses yükseldi. Kethüda Hasan Ağa “Ocak’ta disiplin kalmadı. Böyle bir askerle ben de savaşa gitmek istemem. “ dedi.
Ocağı temsilen katılan diğer ağalar ve subaylar da ona hak verdi.
Bu toplantıya katılanlar bir kanun hazırladılar ve imzaya açıldı. 209 imzacıdan üçte ikisi Yeniçeri’ydi. Yani aslında Yeniçeri’yi yok eden Yeniçeri’nin kendisiydi. Yeniçeri subayları Mahmud tarafından devşirilmişti. Ama Yeniçeri’nin bundan haberi bile yoktu.
Sonunda Eşkinci Ocağı adıyla yeni bir ordu kurulması kararı verildi. Bu kanunla birlikte Yeniçeri Ocağı’ndan her bir birlikten 150’şer asker seçilecek ve yaklaşık 8 bin askerlik Eşkinci Ocağı kurulacaktı. Eşkinci Ocağı projesinin daha önceki Nizam-ı Cedid’den ya da Sekban-ı Cedid’den bir farkı yoktu.
Bunu Yeniçeri kabul etmezdi. Ama zaten istenilen de buydu.
Yeniçeri itiraz etmeliydi ki başı ezilebilsindi.
Hatta Yeniçeri isyanının kışkırtılmasında çok önemli rol üstlenen iki subay, bizzat padişah adına çalışıyordu!
Sonunda Eşkinci erlerine giymeleri için pantolon dağıtıldı.
Bunu hiçbir Yeniçerinin giymeyeceğini gayet iyi biliyorlardı.
Ve Yeniçeriler kendileri için hazırlanan bu plana dahil oldular ve padişahın beklediği tepkiyi verdiler.
Ocak isyan ediyordu.
Ama bu isyana devlet bu defa hazırlıklıydı. O kadar hazırlıklıydılar ki, her isyanda olduğu gibi Yeniçerilerin önce kendi ağalarının konağını, ardından da sadrazamın konağını basacağını biliyorlardı.
Yanılmadılar da.
Ama bu defa Yeniçeriler ne Ağayı ne de Sadrazamı yerinde bulabildiler!
Yeniçeri Ağası, Sadrazam, Şeyhülislam, Yeniçeri’nin işbirliği yapan subayları, ulema temsilcileri bu saatlerde Topkapı Sarayı’nda toplanmışlardı. Padişaha haber iletildi, o da geldi. İsyan başlamıştı ve bu isyanı bastırmak için Hazreti Muhammed’in Sancak-ı Şerif’i çıkartıldı.
Bir yanda Ocak, diğer yanda Müslümanlar olacaktı!
Padişah kuvvetleri gayet hazırlıklıydı.
Topçu binbaşısı Kara Cehennem komutasında topçular ilerlemeye başladılar.
Bu sırada medrese talebelerinden 3 bin öğrenci toplanmıştı. Yine İstanbul halkına tüm Müslümanların Muhammed’in sancağı altında toplanması istenmişti ve öyle de oldu.
Artık sonucu belli bir savaş başlıyordu.
Topçu birlikleri Yeniçeri kışlası olan Odalar’a doğru hücuma geçti. Odalar çevrildi. Önce top atışına tutuldu. Sonra ateşe verildi.
Bina, içindeki tüm Yeniçerilerle birlikte yakıldı.
Kışlanın dışındaki Yeniçerilere karşı şehirde bir av başladı. Yakalanan her yeniçeri SultanAhmet Meydanı’na getiriliyor orada idam ediliyordu. Bir kısmı ise öldürülüyor ve meydana getiriliyordu.
O gece kimse uyumadı. Padişah kuvvetleri geceyi Sultanahmet Camisi’nde geçirdiler. Ertesi günü Yeniçeri avı devam etti.
Padişah II. Mahmud ertesi günkü Cuma namazını kılarken artık Yeniçeriler tarihe karışmıştı.
Yeni Hedef Bektaşiler
Evet, artık her şeyin kabahatlisi olan Ocak yok edilmişti.
Ama bu basit bir tasfiye değildi, Yeniçeri’nin kökü kazınmalıydı.
Yeniçeri askerleri sadece İstanbul’da değil tüm Osmanlı eyaletlerinde vardı. Tüm eyaletlere talimat verildi ve oradaki Yeniçeriler de idam edildi.
Yeniçeri kıyımı sürerken Ocağın kaldırılış kararnamesi yayınlandı.
Bu kararnameye göre Yeniçeriler iki şeyle suçlanıyordu.
Birincisi itaatsizlik, yani sivil idare olan padişaha karşı gelmek.
İkincisi ise disiplinsizlik.
Bu bakımdan Ocağın yıkımı askeri vesayetten sivil idareye geçiş sayılabilirdi. Ama Yeniçerilere yönelik suçlama bununla kalmadı. O güne kadar “gerici ve yobaz” olarak görülen ve suçlanan Yeniçeriler bu defa “dinsizlik”le suçlanıyordu.
Hatta Yeniçerilerin sünnetsiz olduğundan, bıçaklarla Kur-an’ı parçaladıklarından söz ediliyordu.
Bunun sonu belliydi ve bir sonraki aşama başlıyor demekti. Gerçekten de hemen ardından sıra Bektaşi Ocağı’na geldi. Ocak kapatıldı. Bektaşi liderleri idam edildi. Bektaşi tekkelerine el konuldu, mal varlıkları hazineye aktarıldı.
Ama daha önemlisi, Bektaşi Ocağı’na ait mülkler Nakşibendilere devredildi. Böylece ilerici II. Mahmud “dinsiz” Bektaşileri yok ederken, Nakşibendilerin önünü açıyordu.
II. Mahmud’un sonu
II. Mahmud artık rahat bir nefes alabilirdi: Ocak yoktu ve artık dirilemezdi!
Ama bir yıl sonra Yunan isyanı büyüdü, Osmanlı donanması Navarin’de Fransız, İngiliz, Rus donanmalarının ortak operasyonu ile yakıldı.
Oysa tüm bu devletler Osmanlı’nın ordu reformunu nasıl da destekliyordu!
II. Mahmud artık sadece ordusuz değil donanmasız bir padişahtı.
Bir yıl sonra 1828’de ise Yunanistan bağımsızlığını ilan ederken, Mahmud sessizce kabullenmek zorunda kaldı.
1828’de yeniden Rus Harbi başladığında Yeni Ordu henüz kurulmuştu, hezimet çok büyüktü.
Hemen ardından Mısır’da Mehmet Ali Paşa ayaklandığında Mahmud’u koruyacak bir ordusu yoktu ve mecburen Rus Ordusu’nu hanedanı korumak için İstanbul’a çağırdı. Artık Sarıyer sırtlarında Rus askerleri Osmanlı’yı koruyordu!
Sultan Mahmud, atasözü olacak ikinci cümlesini de o zaman kurmuştu: “Denize düşen yılana sarılır!”
Evet Mahmud artık rahat uyuyabilirdi: Ocak yoktu ve artık dirilemezdi.
Ama aslında Ocak yoksa Osmanlı da yoktu.
Mahmud bunu belki anlayacaktı belki anlamayacaktı ama kendi ordusunu yok eden padişah artık gerçek iktidar olduğunu iddia edemezdi.
Çünkü ordusuz iktidar olunamazdı.
Nitekim Sultan Mahmud’un Yeniçeri Ocağı’nı kaldırmasından 1839 yılındaki ölümüne kadar geçen süre içinde Osmanlı ileri, modern, Batılı bir devlet olmuştu ama artık Yunanistan, Sırbistan, Eflak ve Bağdan Osmanlı toprağı değildi.
Mısır ve Suriye özerkliğini ilan etmişti.
Arabistan’da Vahabiler hakimdi.
Ruslar Kafkasya’yı ele geçirmişti.
Fransızlar Cezayir’i işgal etmişti.
Ordusuz padişah işte bu kadar iktidar olabilirdi.
“Askeri vesayet” kalkmıştı ama “emperyal vesayet” kalkmamıştı ve ona karşı duracak bir askeri yoktu padişahın!
Bir yanıt yazın