ABD’NİN PLANI : “DİYARBAKIR ‘DAN TEBRİZ’E UZANAN BİR KÜRDİSTAN”
Hala konu hakkında birçoğumuz kafa karışıklığı yaşıyor ve mevcut durumu anlamlandırmaya, olaya tanı koymaya çalışıyoruz.
” Olay senaryo muydu?” , “Kayıkçı kavgası mı yoksa?”, “Bu cemaat örgütlenmesi ne kadar da etkinmiş!”. “Ya bundan sonra ne olacak?”, “Bizim nerede durmamız lazım?” , ” Şimdi bunlar darbeci mi, AKP’li mi?”
Öncelikle hepimizin şu gerçeği kavraması gerekiyor:
Türkiye’ye yönelik bütün silahlı müdahale, örtülü / açık operasyonlar, özellikle 1984’ten itibaren yaşadığımız düşük yoğunluklu çatışmaya dayanan bölücü terör eylemleri gibi Türk Ulusuna yönelik saldırılar, uluslararası merkezler tarafından planlanan ve uygulamaya sokulan uzun vadeli projelerin ürünü ve sonucudur.
Yaşadığımız coğrafya ( Ortadoğu, Balkanlar, Kafkaslar ve Asya ) dünyanın o kadar merkezinde yer almaktadır ki, bu coğrafyaya hükmeden bir devlet, dünyanın yönetimini eline alır.
Örneğin, Türkiye ile Çin arasında kalan bölge, dünya yer altı kaynaklarının ve doğal zenginliklerinin 4 / 3’ünü barındırmaktadır. Türkiye ise bu alan üzerinde, Asya’nın kilidi konumundadır. Bu kilidin kırılması demek, uluslararası güçlerin Asya’nın zenginliklerine büyük oranda egemen olması demektir.
Bu açıdan gerek Türkiye gerek de çevremizde yer alan ülkeler üzerinde yapılan planlar, kısa vadeli ve taktik politika üzerine kurulan planlar değil; stratejik hedef belirleyen ve uzun vadeli projelere dayanan planlardır. Türkiye, Irak, İran veya Suriye’de yaşanan olayları, iç çatışmaları, patlayan bombaları değerlendirirken bu uluslararası çerçeveden bakmamız, sonuca daha kolay ulaşmamızı sağlayacaktır kanısındayım.
Bu coğrafyada hiçbir sorun yalnızca o ülkenin kendi dinamiklerinden kaynaklanmaz. Ve hiçbir olayın etkisi yalnızca gerçekleştiği alanla sınırlı kalmaz. Bütün yaşanan olayların, operasyonların ve iç savaşların bölgesel dinamikleri ve besleyenleri, bu olayları tetikleyen uluslar arası bir merkezi mutlaka vardır. Çünkü uluslar arası emperyalizm, Avrasya’nın tamamına hükmetmek istiyor.Batılı devletler Ortadoğu, Kafkaslar, Balkanlar ve Asya’yı kapsayan Avrasya’ya hakim olma isteği karşısında, kendisine mukavemet gösterecek, küresel planlarına sekte vuracak bir güç istemez. Peki, emperyalizme mukavemet edecek güç nedir? Bunu öğrenmek için kendi kaynaklarına başvuralım isterseniz.
“ABD İÇİN EN TEHLİKELİ DÜŞMAN VE TEHDİT BAĞIMSIZLIK TEHDİDİDİR.”
“ Ortadoğu’da ulusçuluk ( milliyetçilik ) ve ulusal kimlik yok edilmeli, bunun için de Ortadoğu ‘Osmanlılaştırılmalıdır’. Böylece bölgede Batı çıkarlarına karşı çıkacak ulusal güç ve direnç noktası kalmayacak, sistemlerin çarkları rahatlıkla işleyecektir. ABD İÇİN EN TEHLİKELİ DÜŞMAN VE TEHDİT BAĞIMSIZLIK TEHDİDİDİR.”
( Kaynak: Oden Yinon, “Kudüs – Amerikan Girişimcilik Enstitüsü Raporu”, Prof. Noam Chomsky, 1983.
Aktaran: Metin Aydoğan, “Bitmeyen Oyun”, Umay Yayınları, 68.Baskı. )
Türk Devletinin kurucu ilkelerinden olan milliyetçilik için “Parçalayıcı ulusçuluk” diyenlerin kulakları çınlasın. Demek ki “parçalayıcı ulusçuluk” bir tek kendilerinin ana fikri değilmiş. Daha doğrusu bu savın asıl sahiplerinin kimler olduğunu daha net öğrenmiş oluyoruz.
Ne kadar açık değil mi? ABD merkezli emperyalist odaklar diyor ki: Biz milliyetçilik ekseninde şekillenen bağımsızlık hareketlerine ve bu ilkelere sahip devletlerin varlığına müsaade edemeyiz. Bu devletlerin bir şekilde ortadan kaldırılması, bu ülkelerdeki ulusal bağımsızlık hareketlerinin yok edilmesi, bu bölgede isteklerime karşılık vermeyen veya artık kullanma dönemi geçmiş, ihtiyaçlarımızı karşılamayan hükümetlerin devrilmesi gerekir. Çünkü benim bu bölgedeki petrole, diğer eneri kaynaklarına ihtiyacım var. Bu yüzden küresel egemenliğim önünde engel olan devletlerin ülkelerinde etnik boğazlaşma çıkarır, etnik bölücülüğü güçlendirir, dinci terörü tırmandırırım. Bunu gerçekleştirmemin önünde engel olan ulusçuluk ( ulusalcılık değil, milliyetçiliğin karşılığı olan ulusçuluk ) akımlarını boğmam gerekir.
ABD emperyalizmi bu isteğini gerçekleştirmek için etnik bölücülüğü kullanır, ulus devletin ve devlet kurucu asli unsur olan egemen ulusun varlığını ortadan kaldırmayı hedefler.
Amerikan ordusunun 1991’den sonra Irak’a ikinci kez girişinde, başlattığı süreç, Ortadoğu’da kendi egemenliğine tehdit olacak devletlerin parçalanması amacına dönük bir sürecin başlangıcı olmuştur. Irak’ta, İran, Suriye ve Türkiye’de bu devletlerin varlığına kast eden etnik bölücülüğün temsilcisi örgüt( ya da örgütlerin ) desteklenmesi bu açıdan ABD merkezli bir plan olarak okunmalı.
Nitekim ABD ‘de süreli olarak yayınlanan ve yarı resmi nitelikli bir yayın organı olan “Armed Forces Journal”’da ( Silahlı Kuvvetler Dergisi ) 2006 yılı Haziran ayında yayınlanan “Blood Bordeers – How a Better Middle East Would Lok” ( Kan Sınırları – Daha İyi Bir Ortadoğu İçin ) adlı makalede Amerikan Savunma Bakanlığı’nda İstihbarat Müdür Yardımcısı olan Albay Ralp Peters bakın nasıl bir plan ortaya koyuyor!
ABD’NİN PLANI : “DİYARBAKIR ‘DAN TEBRİZ’E UZANAN BİR KÜRDİSTAN”
“ Balkanlar ve Himalayalar arasındaki adaletsizliği ile ünlü topraklardaki en göz alıcı haksızlık bağımsız bir Kürt Devletinin yokluğudur. Ortadoğu’da bitişik bölgelerde yaşayan 36 milyon Kürt var. Kürtler dünyanın kendisine ait bir devleti olmayan en büyük etnik topluluğudur.
…Ankara’nın önünde bulunan Kürt sorunu, son on yıl içerisinde bir miktar kolaylaşmış olmasına rağmen, baskı yakın tarihlerde tekrar yoğunlaştı. Türkiye’nin doğusunda beşte birlik bir bölüm işgal edilmiş bir bölge olarak görülmelidir. Suriye ve İran Kürtleri de mümkün olsa bağımsız bir Kürdistan’a katılmak isterlerdi. Dünyanın meşru demokrasilerinin Kürt bağımsızlığını muzaffer kılmayı reddetmeleri medyamızı sık sık heyecanlandıran, beceriksizce yapılan hafif günahlardan çok daha kötü bir insan hakkı ihlalidir. DİYARBAKIR ‘DAN TEBRİZ’E UZANAN BİR KÜRDİSTAN, BULGARİSTAN VE JAPONYA ARASINDA EN BATI YANLISI DEVLET OLACAKTIR.”
Tercümeye gerek var mı? İran, Irak, Suriye ve Türkiye’nin toprak bütünlüğünü hedef alan, “Birleşik Kürdistan” hedefinin asıl merkezini tespit etmek için, diplomatik açıklamaların şifrelerini çözmeye gerek yok. Daha önce de “Ortadoğu ve Kafkaslarda 22 ülkenin haritasını değiştireceğiz.” şeklinde orta yerde duran Büyük Ortadoğu Projesi’nin ayrıntılı hali, yukarıda mevcut.
1984’te Türkiye’de başlayan bölücü terör örgütü faaliyetleri, tarihsel köken olarak Mondros ve Sevr’e kadar gider. Ancak yakın tarih itibariyle Irak’ta Barzani’nin, Türkiye’de PKK’nın, İran’da PJAK’ın ABD tarafından aktif olarak desteklenmesi, 1991’den sonra artarak devam etmiştir. 2011’den sonra Suriye’de PYD/YPG’nin ABD tarafından “Kara Gücü” olarak nitelendirilmesi, ABD Özel Kuvvetleri’nin Suriye’nin kuzeyinde örgütlenen PYD/YPG’ ye açıktan destek vermesi süreci; yukarıda izah edilen planın sağlaması niteliğindedir.
ABD, Ortadoğu’yu kendi ekonomik, siyasi çıkarları doğrultusunda yeniden biçimlendiremeye çalışırken 2003’te Irak’ı işgal etmiş; Kuzey’de Kürtlerin, merkezde Şiilerin, Güney’de Sünnilerin hakim olduğu üç parçalı Irak’ı, etnik ve mezhepsel boğazlaşmalar yaratarak, oluşturma yolunda adımlar atmıştır. Bu süre zarfında Türkiye’de bölücü terör örgütü ile müzakereler başlamış, “Çözüm Süreci”adı altında Ulus Devletin dinamikleri adım adım tırpanlanmıştır. 2011 sonrasında Irak’takine benzer bir senaryo bu kez Suriye’de , “İç çatışmalar” çıkararak, onlarca ülkenin desteklediği terör örgütleri vasıtasıyla gerçekleştirilmeye çalışıldı / çalışılıyor.
Görüldüğü gibi, ABD, bölgede temel aktör olarak etnik bölücülüğü kullanmaktadır. ABD’nin temel aktörlerini karşısına alan, dolaylı ya da dolaysız yolla ABD’yi de karşısına almış oluyor böylece.
ABD’nin Bölgesel Planları, Kürt Koridoru ve Fethullah Cemaati
Şimdi , “Cemaatten girdin, yine olayı ABD’ye bağladın” diyenler olacaktır. Öncelikle, evet, ben de bütün olayların arkasında uluslar arası emperyalizmi ve özellikle ABD’yi arayanlardanım. Çünkü yukarıda da somut örneklerle, kendi kaynaklarına dayanan belgelerle açıkladığımız gibi; Ortadoğu, dünyaya egemen olmak için temel öneme sahip olan bir bölge. Ortadoğu’ya ve Asya’ya hakim olmak için on yıllardır “Arap Baharı”, “Turuncu Darbe”, “Ilımlı İslam”, BOP gibi stratejik plan ve operasyonlarla bölgemizde faaliyet sürdüren devletin adı ABD. Kendisine göre gerekçeler yaratıp, Afganistan’ı ve Irak’ı işgal eden, Yugoslavya’yı beş parçaya bölen, Mısır’da, Libya’da, Tunus’ta etnik – mezhepsel boğazlaşmalar yaratan başka bir odak varsa, siz söyleyin. Ancak ben bu devletin Demokratik Kongo Cumhuriyeti ya da Patagonya Devleti olduğunu sanmıyorum!
ABD’nin son planı Suriye’deki toprak bütünlüğünü ortadan kaldırıp, Irak’taki Çadır Devletle, Suriye’de oluşturacağı Kürt Kantonlarını birleştirerek, bölgede Türkmenlerden ve Araplardan arındırılmış homojen bir Kürt Koridoru yaratmaktı. Bu tespiti defalarca yazdık, çizdik. Peki, bu Kürt Koridorunun aktörlerinden biri de PKK değil mi? Evet.
2015 Temmuz’undan bu yana Türk Silahlı Kuvvetleri ve Emniyet Teşkilatının sürdürdüğü operasyonlar, kime yönelik? Bölücü terör örgütüne yönelik… Yani? ABD’nin bölgedeki temel vurucu güçlerinden birine yönelik operasyonlar gerçekleşiyor. ABD, Türkiye’deki temel müttefiklerinden birinin, PKK’nın, 2015 Temmuz’undan bu yana fena halde dayak yediğini ve durumun ciddi olduğunu görünce 21 Ocak 2016 tarihinde ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden’i Türkiye’ye gönderdi. Bu ziyaret esnasında HDP’nin de dahil olduğu siyasi partilerle ortak bir masada görüşmeler gerçekleştirmiş, bu görüşmelerden sonra ABD Adana Konsolosu Linda Stuart Specht 27 Ocak’tan itibaren Doğu ve Güneydoğu illerindeki HDP’li belediyelere yönelik bir takım temaslarda bulunmuştu. ABD Adana Konsolosu’nun yaptığı açıklama, bir sömürge valisinin yaptığı açıklama niteliğindeydi.
“Konsolosluk olarak bölgede yaşananları kendi gözlemlerimizle görmek için ziyaretler gerçekleştiriyoruz. Yapılan bu ziyaretlerle hem bölgedeki yerel yönetimlerle ilk defa bir araya gelmiş olduk hem de bölgede yaşananları kendi gözlemlerimizle görmek istedik. Bundan dolayı yaşananları görmek ve duymak bizim için önemlidir.”
Biraz daha gerilere gidelim. 10 Ekim 2015 tarihinde malum Ankara patlaması olduğu gün ise ABD, TSK’nın terör örgütüne yönelik gerçekleştirdiği operasyonlar karşı bakış açısını ortaya koyan, “uyarı” niteliğinde bir açıklama yaptı. Bu açıklamada ABD Bakanlık Sözcüsü John Kirby, konuyla ilgili , “Bölge ve Türkiye’de devam eden şiddet göz önünde bulundurulduğunda, şu zamanda, tüm Türk vatandaşlarının kendilerini tekrar barışa adaması ve teröre karşı birlikte durması özelikle önemli. Biz de Türk halkıyla dayanışma içindeyiz ve ortak terörizm tehdidiyle mücadele etmek için Türkiye ile çalışmayı sürdürmeye dönük kararlılığımızı yeniden teyit ediyoruz.” diyor.
Burada “Türk halkı kendisini ‘TEKRAR BARIŞA ADAMALI’ “ derken, ABD’nin, terör örgütü ile yeniden müzakerelere başlanması gerektiğini… ” ‘ORTAK TERÖRİZM TEHDİDİ’ ile mücadeleye hazır olduklarını” ifade ederken de çok net bir biçimde, “Terör ve terörist algın benimle ortak olacak. Benim terörist olarak gördüğümü sen de tehdit kavramı içerisinde yorumlayacaksın. Ancak benim için müttefik olanla sen de ittifak yapacaksın. “ dayatmasını diplomatik yolla ifade ettiğini görmemiz gerekiyor. Peki, ABD’nin bölgede “Kara Gücüm” dediği odak hangisi?
Bugünler de Türkiye’ye gelerek Başbakanla görüşecek olan ABD Genelkurmay Başkanı’nın bu hengamede ne amaçla geleceğini bilmek için, müneccim de olmaya gerek yok artık. Değil mi?
DIŞ İSTİHBARAT GÜDÜMLÜ SALDIRININ TEMEL AMACI NEDİR?
Yukarıdaki parçaları birleştirdiğimizde şu tablo ortaya çıkıyor:
Bölücü terör örgütünün “Kırsala dayalı, meskun mahalde çatışma stratejisine “ karşı,TSK’nın inisiyatifi yeniden ele alması, bölgede ABD’nin de beklemediği ölçüde başarı kazanması, ABD’yi tedirgin etmiştir.
Suriye’ye karşı, ABD’nin planlarını gerçekleştirememesi, bölge ülkelerinin Suriye konusunda süreç içerisinde dayanışma içerisine girerek ortak hareket etmesi, ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik temel stratejisi için bir tehlike arz etmektedir.
Üstelik Rusya ve Türkiye ilişkilerinin, görüşmelerle yeniden rayına oturmaya başlaması ABD’nin bölgesel planlarına vurulacak ikinci darbe olacaktır. Putin ve Erdoğan’ın 9 Ağustos’ta görüşme kararı almak için, telefonla konuşma yapacağı gün İstanbul Havalimanın’da gerçekleşen terör saldırısı, bu son nedenle birlikte yorumlanmalıdır.
TSK’nın Suriye’de kurulacak olan Kürt Koridoruna karşı, temel mukavemet gücü olarak varlığını koruması ABD için temel handikaplardan biridir. 2015 Temmuz ayından bu yana, meskun mahalde çatışma halinde bile temel direncini kaybetmeyen, bu süreçten psikolojik ve askeri olarak galip çıkan bir TSK; ABD’nin bölgesel planları için temel tehditlerden biri olarak kalmaya devam edecektir.
Terörle mücadele sürecinde, Türk milletinin ordusuna olan güveni artmış, asli güvenlik unsurlarından olan JÖH ve PÖH birimleri arasında “Birlik” ruhu oluşmuştur. ABD’nin temel yöntem olarak kullandığı “böl – parçala – yut” planına karşı, Türk milletinin ortak paydalarda bir araya gelme konusunda fikir olgunluğuna varması, emperyalizm için temel tehditlerine en büyüğüdür. Oden Yinon, “Kudüs – Amerikan Girişimcilik Enstitüsü Raporu”nda ne diyordu : “Ortadoğu’da ulusçuluk ( milliyetçilik ) ve ulusal kimlik yok edilmeli… ABD İÇİN EN TEHLİKELİ DÜŞMAN VE TEHDİT BAĞIMSIZLIK TEHDİDİDİR.”
Papa, APO ve Gülen
ABD’nin bölgesel bir planı olan Kürt Koridoruna yönelik, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin açıktan tehdit teşkil etmeye başladığı, Irak’taki Kürt Çadır Devleti ile Suriye’deki Kürt Koridorundan sonra, Türkiye’nin Güneydoğu’sunun da bu eksene dahil olmasında rol alacak olan PKK’nın büyük oranda etkisizleştiği, Türkiye ile bölge ülkelerinin zorunlu nedenlerden dahi olsa yakınlaşmaya başladığı bir dönemde; ABD diğer temel gücünü harekete geçirdi.
Said- i Nursi ve bölücü örgütün sözde lideri olan APO’dan sonra Papa’ya mektup yazan, ABD için “Dünya gemisinin amirali” diyen, “Batı’nın hizmetindeyim” şeklinde açıktan beyan veren, Türk düşmanı cemaat lideri Fethullah Gülen adıyla örgütlenen çete, ABD’nin kullanacağı bir diğer odaktı.
Darbe Girişimi Değil, İşgal Provası
Türkiye’de tek merkezden planlanan, farklı zamanlarda ve illerde gerçekleşen bombalı terör saldırıları sıklaştıkça, konuya hakim olanların yaptığı yerinde bir benzetmesi vardı : “Ortadoğuda Suriye Afganistanlaştırılmak istenirken, Türkiye ise Pakistanlaştırılmaya çalışılıyor. “
Ortadoğu’da, Irak ve Suriye’deki iç savaşın dalgalarının Türkiye’yi vurmasına karşı yapılan bu benzetme, artık yaygın olarak kullanılan bir ifade oldu. Ancak şimdi durum daha da ciddi bir boyut kazandı. Bu kez amaç, Türkiye’nin Suriye haline getirilme çabaları. 15 Temmuz 2016’daki saldırı bu temelde algılanmalı.
Saygıdeğer aydınımız Müyesser Yıldız’ın çok yerinde olarak tespit ettiği gibi “15 Temmuz’da yaşanan bir darbe girişimi değil, işgal ve iç savaş provasıydı. Ülkenin, devletin, milletin zafiyet ve son direnç noktaları tespit edildi.” tespiti; burada çok net bir şekilde yerine oturuyor.
Yazının başında yakın zamandan kaynak göstererek verdiğimiz örnekler, ABD’li yetkililerin açıklamaları, ABD ve diğer küresel güçlerin planları ve bölgesel dengeler, bütün bunlarla beraber, Türkiye’nin konumu ve içinde bulunduğumuz süreç, bizim, zaten başka bir düşünce üretmemize izin vermiyor.
Türk Ordusu’na karşı Ergenekon, Balyoz, Atabeyler daha öncesinde Şemdinli operasyonları ile komuta kademesinde Atatürkçü – milliyetçi subayların etkisizleştiği, tasfiye edildiği yerlere çöreklenen, dış istihbarat güdümlü cemaat örgütlenmesi, tam da Müyesser Yıldız’ın tespit ettiği amaç doğrultusunda bir operasyon gerçekleştirmiştir.
2006’dan itibaren psikolojik savaş, açık örtülü operasyonlarla saldırıya açık hale getirilen Türk Ordusu; bu işgal girişimi ile bir kez daha en çok tahrip edilen kurum olmuştur.
TSK’yı itibarsızlaştırma çabaları ilginç bir tesadüftür ki Temmuz ayına gelen günlerde gerçekleşiyor.
TSK’ya karşı kırılma noktası özelliği taşıyan ilk saldırı 2003 Temmuz ayında ABD’nin Süleymaniye baskını ile başladı.
2015 Temmuz ayında ABD’nin temel aktörlerinden PKK’ya yönelik operasyonlarda, diplomatik saldırı şeklinde ve PKK’nın kent merkezli çatışmaları ile devam etti.
2016 Temmuz ayında, TSK’nın içinde, son günlerde sık kullanılan tabirle “Net – Work” (Bilgisayarların iletişim hatları aracılığıyla veri aktarımının sağlandığı sistem, bilgisayar ağı ) şeklinde örgütlenen ihanet şebekesinin saldırısıyla bir kez daha darbe aldı.
Şimdi de durumu fırsata çevirenler TSK’nın Milli Kodları ile oynamaya başlıyor.
İç savaş ve işgal deneyimi taşıyan bu saldırı ile TSK’nın mukavemet gücü kırılmak istendi.
Savaş ya da işgal halinde, Türk milletini savunacak temel silahlı gücümüz olan Türk Ordusu ile millet arasına nefret tohumu ekildi.
Asli güvenlik güçleri olan Ordu ile Emniyet teşkilatı arasında güven bunalımı yaratıldı.
Ana akım medya, her ne kadar “Darbeci teröristlerle, askeri ayırıyoruz.” şeklinde cümleler kursa da ortaya çıkan tablo öyle değil maalesef.
Askere yönelik taciz niteliği taşıyan saldırılar gözümüzden belki kaçıyor. Emniyetin tatbikat gerekçesi ile ordu komutanlıklarının etrafını kuşatması şeklinde oluşturduğu psikolojik baskı niteliği taşıyan uygulamalar ( en son 30 Temmuz Cumartesi günü, Adana kolordu komutanlığı, TOMA’larla kuşatılmış, ordu evi ve birliklere giriş çıkışlar uzun süre yasaklanmıştı )… TSK’nın merkezi yapısını, emir komuta işleyişini, temel kuvvetler arasındaki eş güdümü bozacak olan değişimler TSK’nın hala yoğun bir baskı altında olduğunu göstermektedir.
Bu ihanet kalkışmasından en çok istifade edecek olan gücün, bölücü terör örgütü olacağını belirtmiştik.
Nitekim son bir haftada bölücü terör örgütünün roketatarlı ve bombalı saldırıları neticesinde 10’dan fazla şehit vermemiz bu kaygımızı doğruladı.
Unutulmamalı ki, bu silahlı ihanet girişimi ordu içerisinde önemli mevkileri işgal etmiş, yabancı devlet ya da devletlerin hesabına çalışan bir odak tarafından gerçekleştirildi. Ancak yine unutmamamız gereken yön, bu ihanet girişimi aynı teşkilat yapısı içerisinde yer alan bir kısmı daha önce Ergenekon, Balyoz davalarında mağdur olan subaylar sayesinde engellendi. TSK’nın emir komuta zinciri, temel komutanlıklar arasındaki koordinasyon ve eşgüdüm; bu işgal girişimini başarısızlığa uğratan en büyük etmendir.
Eğer TSK’nın bütününü zan altında bırakacak girişimler olur ve TSK’nın ana yapısı ile oynanırsa, emin olun temel mukavemet gücümüz de zaafa uğrar. Bundan en çok fayda sağlayacak olanların kimler olduğunu yazmama gerek yok sanırım. Yukarıda bunu uzun uzun açıkladım.
Emperyalizmin En Çok Korktuğu Değerlere Sarılalım
Yaşananın bir “Kayıkçı kavgası” olmadığı ortada… Bizim yer almamız gereken saf da belli: Emperyalizmin karşısında konumlanmak. Çünkü saldırının boyutu, cemaat – tarikat ölçeğinde küçük değil. Türkiye’yi tamamen müstemleke haline getirmek isteyen yabancı devletler, kısa vadeli planlar yapmazlar.
Peki, biz ne yapmalıyız? Yazının girişinde, ABD için temel tehdit olarak, kendi ağızlarından ne ifade ediliyordu? Bir kez daha hatırlamakta fayda var: “Ortadoğu’da ulusçuluk ( milliyetçilik ) ve ulusal kimlik yok edilmeli… ABD İÇİN EN TEHLİKELİ DÜŞMAN VE TEHDİT BAĞIMSIZLIK TEHDİDİDİR.” Yapmamız gereken belli o zaman. Emperyalizmin istemediği eylemi ortaya koyacağız.
Yani milliyetçilik bayrağına daha sıkı sarılmalı, bağımsızlık ülküsünü bütün çıkarların üstünde tutmalıyız.
Milliyetçilikten kastımız, Atatürk’ün savunduğu Türk milliyetçiliğidir. Türk milliyetçiliği ışığında, antiemperyalist ulusal kurtuluş savaşı ile kurulan Cumhuriyet, temel ölçekleri ile “Fabrika ayarlarına” yeniden döndürülmeli.
Bunun yolu, daha önce denenmiş, sınanmış ve başarıya ulaşmış olan Müdafaa-i Hukuk Doktrinini yeniden hayata geçirmektir. Siyasi partiler üzerinden kurtuluşun sağlanamayacağı, sabit örneklerle kanıtlanmıştır.
Mithat Akar
Bir yanıt yazın