Ayşe Böhürler
1963 yılında Kayseri’de doğdu. İstanbul Üniversitesi Gazetecilik ve Halkla İlişkiler mezunu. 1992-1994 arasında İzlenim ve 1994-1995 arasında Aksiyon dergilerinde kadın ve eğitim bölümlerinde editörlük yaptı. 1995-2007 yılları arasında Kanal 7 televizyonunda program sorumlusu, yapımcı-yönetmen olarak çalıştı.
30 Temmuz 2016
2010 yılında Deniz Baykal’ın kaset olayı üzerine Gülen’in yaptığı açıklamaya itiraz eden bir röportaj vermiştim. Röportajı Selin Ongan yaptı, arşivlerde yer alıyor. Orada eski bir vaizin hangi sıfatla siyasete karıştığını sorgulamış ve bu gizli siyaset ve yönetim erkini eleştirmiş, onları bir parti kurmaya davet etmiştim. Sonrasını tahmin edersiniz. Ağır hakaretler, tepkiler vs. Kendi üslubum içinde kalarak kimseye hakaret etmeden bu din anlayışının sonuçlarını da defalarca yazdım. Müslümanlar olarak onlar hiçbir zaman bizim kardeşimiz olmadılar. Üzerimizde oluşturdukları gizli güç halesinin perdelediği şeyleri, 2006 Hrant Dink suikasti başta olmak üzere, “hayatın olağan akışına ve makul sürece uymayan” birçok konuda fikirlerimi söyledim. Toplantılarda “ama” sözüyle başlayan itirazlarımın tanığı çoktur. Ancak kurulan faaliyet tuzaklarıyla “artık her şeye hakimsiniz” duygusunun nasıl pompalandığını yakından gördüm. Şu aşamada bunların bir önemi yok ancak bu örgütün siyaseti nasıl tıkadığına tanık olan birisi olarak tekrar not düşmek istiyorum.
Elbette tek başlarına değillerdi. Bir defa devletin içinde birçok kurum onlarla işbirliği yaptı. Aslolan onlar, seçilmiş siyasetçiler hep daha yabancıydı. Onları, bürokratları ve çeşitli kurumlardaki danışman kadroları aracılığıyla oyalayarak, pohpohlayarak, alttan kendi hegemonyalarını pekiştirdiler. Her türlü önemli sorunda “her şey harika gidiyor” sözleri hepimizin kulağında. Habisliğine aklımızın basmadığı bir gerçek. Diğer taraftan zarfı çok güzel olan pek çok iş de bu amaca hizmet etti. Suriye ile vizelerin kaldırılması, Osmanlıcılık vurgusu, Yeni Türkiye yazılarının bile sonuçlarına bakmak yeterli. Ak Parti’nin kuruluşunda, programında yer almayan birçok unsur sonradan devreye sokuldu. Nedenini o zamanlar bir türlü anlayamadığımız pek çok şeyin içinde bulduk kendimizi… Ve daha pek çok şey… İkiyüzlülük iş adamlarından siyasete her yere sirayet etti. Ticaret yapmak isteyen de siyaset yapmak isteyen de bir maskenin ardından oraya tutundu. Amerika gezilerinde Pensilvanya ziyareti yapmaya dini bir anlam yükleyen ve bunu gururla anlatan siyasetçiler bugün de ortada ve hain çete diyorlar.
Tüm bunlar hepimizin gözünün önünde yaşandı. İtiraf edelim ki aldandık, şeytanlığın böylesine aklımız basmadı ve çok şükür ki basmıyor… Ancak bizim için “din” meselesinin bir zafiyet alanı olduğunu görmemiz lazım.. Namaz kılmanın, umreye gitmenin, türbe ziyaret etmenin bir reklam unsuru gibi anlatılmasına prim vermemeyi öğrenmemiz gerekiyor. Dindarlık maskesi maalesef bu habis ve kötücül çetenin işlerini zamanında görmemizi engelledi. Diğer partilerde de durum farklı olmadı. Liberaller içinse konu tamamıyla çıkar meselesi olarak cereyan etti. Kim daha çok para veriyorsa oraya gittiler. Bir de tabii arkalarındaki Batı, din düşmanlığında ittifakları, onları celbetti…
13 yılık siyaset tanıklığım içinde duvarların nasıl örüldüğünü, doğru bilgiye ve kişilere ulaşmanın nasıl engellendiğini, “biz her şeye hakimiz, sen ne bilirsin” tarzıyla hareket eden egoları, gizlenen, manipüle edilen, şaşırtılan bilgileri hepimiz gördük. 2011 sonrasında belki de daha öncesinde Tayyip Erdoğan’ın onların hakiki yüzlerini ve verebilecekleri zararları gördüğünü, ancak sarmaşık gibi her yeri saran, ‘parçalı’ ve ‘çok merkezli’ yapısıyla temizlenmesinin oluşturacağı zararları göze alamadığını düşünüyorum. Elbette bir diğer sebep de devletin çeşitli unsurlarıyla yaptıkları ittifakları görerek bir devlet başkanı sıfatıyla devleti koruma duygusudur.
Gizlenmeyi, her türlü kötü iş için ittifak yapabilmeyi ahlak haline getiren bu yapıyı sardığı yerlerden ayrıştırmak çok da kolay değil. Cumhurbaşkanını öldürüp bu halkı esir almayı başarsalardı bu topraklarda Lozan dahil olmak üzere pek çok şeyi yeniden konuşabileceğimiz bir zemini oluşturacaklardı. Elbette güven duygumuz, dinin kullanıldığı ihanet planları içinde zedelendi. Çete mensuplarının ifadelerine “Kur’an okuduk, namaz kıldık…” diye başlamalarının bile bir tuzak olduğunu düşünmeden edemiyorum. 15 Temmuz’da yaşadıklarımız anılarda kalmamalı, hep hafızalarımızda canlı durmalı ve tutulmalı ki bir daha bu gafleti göstermeyelim. 250 şehit ve binlerce yaralı gazinin/milyonlarca halkın cesaretini, sadakatini, fedakarlıklarını hep hatırlayalım ve onlara layık olmaya çalışalım.
….
Bu haftayı gazilerimizi ziyaret ederek geçirdim. Bir tane “korktum” diyeni, “pişman oldum, canım yanıyor, çok ağrım var” diyeni görmedim. Tankın önüne çıkıp hesap soran, kaval kemiğinden vurulan Safiye Bayat, iki tankın altından kolu ezilerek çıkan Sabri Uzun, abisi gözlerinin önünde şehit, kendisi de gazi olan garson Oğuz, sabah 6’da vurulana kadar direnen ambulans şoförü Ersoy, Tuzla’da askerlerin silahlarına kendini siper eden inşaat işçisi İsmail, Sabiha Gökçen’de tankın üzerine çıkıp oradan düşüp bacağı parçalanan Fatih Kaya ve daha niceleri… Doktorlarının ifadesiyle ağır yaraları olağanüstü bir hızda iyileşiyor. Hepsi de “Şükür teslim olduklarını gördük ya bunlar geçer” diyorlar. Kimisi işsiz, kimisi borçlu… Ama hiçbirisi de bir şey talep etmiyor. (Dün öğrendim; bir iş adamımız Kazan’da uçakların kalkışını engellemek için tarlalarını yakan köylülere bir yıllık hasatlarının bedelini ödemek istemiş, köylüler bunu kabul etmemişler…)
Bu ruh hali her yere hakim. Kürt-Türk, zengin, fakir, herkes ülkeleri için hainlere karşı birlikte saf tutmuş durumda. Vinç operatörleri, sabaha kadar köprünün üzerinden yaralı taşıyan kuryeler, motorcular, kamyoncular, tırcılar, taksi şoförleri; öğrencisi, yetişkini, kadın ve erkeğiyle tüm emekçilere çok şey borçluyuz. Onları dinlerken halkın ferasetinin ve sağduyusunun hakikatin ta kendisi olduğunu görmek insana çok iyi geliyor. Hepsi “darbenin olmaması için ne yapabiliriz” düşüncesiyle yola çıkmışlar. Ambulans şoförü Ersoy Diler; en büyüğü 7 yaşında olan 3 çocuğunu geride bırakmış…“Sabaha kadar insan vurdular, bir kişi geri dönmedi, bir kişi kaçmadı, bir kişi korkmadı. Bir servis arabası bir de eski arabası sabaha kadar yaralı vatandaşları hastaneye taşıdılar. Ellerinde hiç silah olmayan insanlar tank toptan yılmıyorsa bu insanlara bir şey yapılamaz.” Onlarla sohbet ederken gördüğüm bir başka şey daha var ki o da demokrasi bilinci, darbeye, askerin vesayetine karşı duruş, Fetö’nün kurmaya çalıştığı gizli gölge vesayete karşı bilinç, Dünyanın ve Türkiye’nin değme üniversitelerinden ünvanlı okumuşlarında olmayan bir şuur, bilgi ve ifade gücü. Çok şükür. Eğitim sistemimizin onca aksaklıklarına, okumuşların bulanık zihinlerine rağmen bu halkın feraseti ve özgüveniyle bu darbeyi kısmen de olsa atlattık. Meydanlarda da bu ferasetin devam ettiğini görüyorum. Bu bilincin kaybettiğimiz her şeyi çok daha fazlasıyla kazanmamıza vesile olacağına inanıyorum. Bu halk sadece askeri darbeyi değil okumuşların üzerimizdeki ambargosunu da deldi. Allah onlardan razı olsun.
Bir yanıt yazın