Kur’an’da Musa, Harun ve Sâmirî kıssası şirk inançlarının oluşumu ve bu inançların insanları iğva edişindeki sırları açıklıyor, ders ve ibret veriyor.
İsrailoğulları Mısır’daki kölelik döneminde Firavun’a kulluk etmekteydi.
Ataları İbrahim Peygamber, babası ve kavminin taptığı putları kırarak o putların acizlik örnekliği nezdinde babası ve kavmini putperestlikten Allah’a itaate döndürmek için mücadele verdi.
Ne ki, İbrahim’in oğlu İshak yoluyla Yakup’tan sonraki nesli olan İsrailoğullarının Musa ve Harun peygamberler döneminde Mısır’dan Sina çölüne geçen torunları,
Özgürlüğün meşekkatine katlanamadılar, “hür ve bağımsız olacağız diye böyle çöllerde sürünmektense tekrar eski kölelik gönlerine dönmek daha iyi” diye düşün
düler.
*
“İsrailoğulları’nı denizden geçirdik.Orada putları önünde bel büküp eğilmekte olan bir topluluğa rastladılar. Musa’ya dediler ki: “Ey Musa, onların ilahları gibi, sen de bize bir ilah yap. O: ‘siz gerçekten cahillik etmekte olan bir kavimsiniz’ dedi. Onların içinde bulundukları din mahvolucudur ve yapmakta oldukları şeyler de geçersizdir.” (Araf Suresi/138)
*
İsrailoğullarının kalplerindeki eğrilik onlara istedikleri yol için vesile oldu.
Mısır’dan çıkışları ardından gelen bağımsızlık döneminde yine putlara kul olmaya yöneldiler.
Çok geçmeden aralarında Musa ve Harun gibi iki peygamber bulunmasına mukabil, kavimleri içinde Sâmirî’nin yaptığı buzağı heykeline tapmaya başladılar.
Ataları İbrahim’in kırdığı putların benzerleri olan altın buzağı putuna taparak, ataları İbrahim’in manevi mirasını lekelediler…
*
“(Tur’a giden) Musa’nın arkasından kavmi, ziynet takımlarından böğürebilen bir buzağı heykelini (tanrı) edindiler. Görmediler mi ki o, onlarla ne konuşuyor ne de onlara yol gösteriyor? Onu (tanrı olarak) benimsediler ve zalimler oldular.” (Araf suresi /148)
*
İbrahim Peygamber dönemlerinde yaşamış, kadim Mezopotamya kavimlerinden olan Sümerlerin; kurdukları devletin çökmesi üzerine, bugünkü İsrail topraklarında kalan bölgelere yerleşen Sümer topluluklarından bazıları Sâmir adıyla anılıyordu ve Sâmirî, bu topluluktandı.
*
“Allah buyurdu: Senden sonra biz, kavmini imtihan ettik ve Sâmirî onları yoldan çıkardı.” (Taha suresi/85)
***
Kur’an’daki Musa, Harun ve Sâmirî kıssası bugün de sürüyor gibidir.
Türkler Sevrés Anlaşması’nın şartlarından ulusal devletleri Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarak çıktıklarında,
Devletin temelleri 1.TBMM’de Doğu ve Batı arasında yaşanan eski ve yeni çatışmasının çözümlenmesiyle inşa edildi.
Yeni devlette bağımsız Türkiye üzerinde Batı demokrasisini isteyenler inkilapçı, imparatorluğun devamının isteyenler muhafazakâr grubu oluşturdular.
*
Her alanda devrimlerle yeni bir zihniyet doğmakta ve bir vesayetin reddedilmesiyle bir diğer vesayetin reddi istenmekteydi.
Batılı demokratik düzen ulusun iradesine ve onu gerçekleştirecek lâik bir hukuk düzenine dayandırıldı ve kurumlar geliştirildi.
Türkler çağdaş medeniyet hedefiyle insanlığın müşterek medeniyetine ortak oldular.
Lâik hukuk düzeni cehalet ve hurafelere dayanan irticaî kesimlerle ve ulus devleti bölmeye yeltenenlerle mücadele etmenin koruyucusu oldu.
Devrimin din özgürlüğünü sınırlaması ise irticaî görüşlerin devlet hayatı ve sosyal yaşam üzerindeki müdahalesini önlemek adına yapıldı…
*
Ne ki, giderek;
Birincisi; Doğu’nun Ortaçağ zihniyetinden kurtulma cehdi olarak “Batı medeniyeti bir bütündür, ancak bütünlüğü ile alınabilir, bu kesin karardır, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana genel olarak kabul edilmiş prensip budur” düşüncesi,
İkincisi; “İslam’ın manevi üstünlüğü noktasından hareketle Batı’dan alınacak bir şey olmadığı, yalnızca teknik iktibaslarla yetinilmesini gerektiği” düşüncesi yeşerdi.
*
“Batı’dan alınacak bir şey olmadığı” irticaî görüşü Cumhuriyet Devletini, Osmanlı Devletinin en geri devirlerinden bile daha geri saydı.
Eğer savaşılacaksa taklitçi olan inkilap yobazlarıyla, sahte devrimcilerle, dertleri Batı’ya yaranmak olan bu irtica ile savaşılmalıydı…
“İslamiyet üstündür,reforma ihtiyacı yoktur” fikrinde teokratik bir devlet taraftarlığıyla lâiklik ilkesini reddettiler.
Cumhuriyet rejimi kurmak için Batı’laşmayı dilencilik ve İslam dininin kat’ledilmesi olarak saydılar.
Türkiye’nin Batılılaşmak, Batı medeniyetinin esas unsurlarına bağlanmak ve bunları hayata uygulamak zorunda olduğunu, bunların unsuru olan ilim ve zihniyetin doğup serpileceği ortamın koşulu olarak lâik hukuku ve özgürlüğü hiç bir zaman benimsemediler.
*
Nihayet ABD, Ortadoğu’da kurumsal demokrasinin eksiklerini tamamlamakta müttefiki Türkiye’nin İslam dünyası içinde demokratik açıdan yol gösterici olma karakterini kullanmaya karar verdiğinde;
Fethullah Gülen’in “Adliyede, mülkiyede veya başka bir hayati müessesede bizim arkadaşlarımızın mevcudiyeti, bizim garantimizdir. İstikbale yürümek için, sistemin püf noktalarını keşfedin, sistemin püf noktalarını bilmek, keşfetmek, aşmak lazım. Sivrilmeden, mevcudiyetinizi hissettirmeden çok ilerlere gitme. Böylelikle bu kurumları dönüştürebilir ve İslam adına daha faydalı olabilirsin” fetvası doğrultusunda muridler ve Recep Tayyip Erdoğan;
*
Neoliberal pazarların güvenliği için sosyo-politik olarak milli gelir ve reel hayat arasında oluşmuş derin uçurumda halkların tepkisini kışkırttılar.
Yüzyıllık köhne yargıları ve iktidar olmak hırslarından kendi sivil toplum örgütleri, sendikaları, medyası ve anında harekete geçebilecek kamuoyu oluşturma mekanizmalarıyla islamcı burjuvazi ve sermaye birikimi oluşturmak, bu suretle küresel pazar ekonomisine entegre olabilmek karşılığında Cumhuriyet devleti ve rejimini paralel bir yapıda tamamiyle yeniden yapılandırdılar.
*
İki ortak Tayyip Erdoğan ve Fethullah Gülen’in yüce İslam dinini dünyevîleştiren cemaati ve siyaset gürûhu;
Osmanlıcılığın “sınırlar içinde yaşayan herkes ırk, din, dil ayrımı olmaksızın eşittir”, İslamcılığın “toplumu bir arada tutan temel faktör din’dir” sentezinde oldular ki;
Oluşturulan siyaset dinamiğini bir ucunda ABD/CIA ve İsrail/MOSSAD’dan satın alınan destek,
Diğer ucunda ise içlerine aldıkları CIA ve MOSSAD istihbarat örgütlerinin yönetiminde ABD ve İsrail’in Ortadoğu’daki çıkarlarına güvenlikli bir bölge oluşturmak için ödenen karşılıklar bulunmaktaydı…
*
Batı’nın Arap Baharı ardından “İslami dava faaliyetleriyle siyasi parti faaliyetlerinin birbirinden ayrılması” ve “bir siyasi partinin dini alanda vesâyet sağlamasının bir yararının olmayacağı” kararıyla,
Önce Mısır’da Muhammed Mursi ve Müslüman Kardeşler Örgütü’nün şeratçı hükümeti darbe ile yıkıldı, cihadçı Müslüman Kardeşler örgütü mahkûm edildi.
Mısır gelişmelerinin ardından sıra Fethullah Gülen Cemaatinin de tasfiyesine geldi.
Nihaî tasfiye için 15 Temmuz’da ABD’nin “başarısız olması plânlı darbe girişimi” ne yol verildi.
*
15 Temmuz’da Türkiye’nin büyük bir kesimi, aklın ve ilmin rehberliğinde vicdan ve düşünce özgürlüğünde Türk kültürünün çağdaş uygarlıklar düzeyine çıkarılması, tam bağımsız, ulusal birlik ve bütünlükle, seçme ve seçilme hakkında söz ve karar sahipliğinde, millet egemenliğinde huzur ve refah için toplumun temel kurumlarından devletin rejimi ve işleyişinde oluşturulan sistematikte millete ve insanlığa adanmış özgür bireyler olmak hedefine yeniden dönüleceğini bekledi.
*
Ne ki, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Saray’daki makam masasında yer alan ve kendisinin dile getirmekten bıkmadığı, esasen Sünni İslam’ın yılmaz savunucuları olarak gösterilen Müslüman Kardeşler örgütünün işareti, üzerinde “Tek Millet (İslam Ümmeti),Tek Bayrak,Tek Vatan,Tek Devlet” ifadelerinin yazılı olduğu ‘Rabia’ heykelciği önünde ve eliyle de ‘Rabia ” işareti yaparak;
“Bunlar dini bir gruptur ve eğitimle işi vardır, silahla işi yoktur diyorduk.Tam tersi milletin parasıyla elde ettiği ağır silahlarıyla, millete karşı kullanacak kadar alçak, hain ve namussuzlarmış. Bunların Pensilvanya’daki temsilcisi kendine göre sürekli meydan okuyor. Hamdolsun bekledikleri neticeyi alamadılar. Bunlar dini bildiklerini sanıyorlar ama bir şeyi bilmiyorlar. En büyük hesap sahibi olanın Allah olduğunu, hesaba katmamışlardı” diyor…
*
Doğrusu Erdoğan’ın, İslam Hukuku’nda devlet başkanlığı ile aynı anlamda kullanılan ve kendisinin yüksek hükümet organı niteliği ve yetkisine sahip olarak, “Mü’minlerin Emiri-Emirü’l Müminin”sıfatının gösterdiği görevle Başkan olması tasavvurundan vazgeçtiğine ilişkin bir kanıt yoktur.
Erdoğan ve güruhu ilahi hükümlerin devamı, dirlik ve düzenin sağlanmasını bu nitelikte bir devlet başkanına bağlıyor.
Devlet başkanına Muhammed Peygamberin vekili olarak toplumu yönettiği için “halife”, önder ve lider olması nedeniyle de “İmam” deniyor.
Allah’ın Resulüne ve emir sahiplerine itaati emrederken, emir sahiplerinin Müslümanlardan olmalarını vurgulamasından hareketle Devlet Başkanının hiç bir şekilde kâfirleri temsil etmeyeceğine inanılıyor.
Devlet Başkanı Emirü’l Müminin’dir, bu sıfatla müminlerin kalbinde imandan kaynaklanan geniş bir sorumluluk uyandırmak, dini ve dinin hükümlerini korumak, düşmana karşı cihad etmek, sadakaların, zekât ve hayır hasenatın ve kafirlerden elde edilen vergiler gibi değerlerin toplanmasıyla devletin güvenliği ve kamu düzeninin korunması, devletin savunulması, kamu işlerinin kontrolü, adaletin sağlanması ve malın idare edilmesi görevlerinde bulunacaktır…
*
“Rabia” altın heykelciği halâ makam masası üzerindedir…
Halbuki, Türk Ulusu, “Hukukun Üstünlüğü ve ölçülülüğün belirlediği Demokrasi”nin işletilmesini beklemektedir.
29.7.2016
Bir yanıt yazın