Birleşmiş Milletler Teşkilatı, tehlikeli bir gidişat gösteren muhtelif krizler karşısında siyasi bir aktörden ziyade bir izleyici görüntüsü çiziyor.
İşte ABD; tek taraflı olarak Hazar Havzasının Enerji Kalkınması Projesi ile Rusya’dan geçen hatlara bağımlılıklarının kaldırılması için Hazar ülkelerinin bağımsızlığını, alternatif ihraç yollarının bulunmasını,
Ya da Büyük Ortadoğu Projesi ile Ortadoğu ülkelerini belirli ekonomik ve demokratik kriterlerle tava getirmek ve ekonomilerinin bağlı olduğu petrol ve gaz akışının Hürmüz Boğazı ve Doğu Akdeniz su yollarından serbest olarak yapılmasını istiyor.
Ya da Çin’in Doğu Asya ile yetinmemesi ve Afrika kıtasında nüfuz bölgesini genişletmesi gibi bir çok gelişmeyi engellemeyi öngörüyor.
*
Çünkü, tabiî bir kural işliyor, bir kere üstünlük sağlayan bir güç olarak ABD kendi gücünü başka devletlerle paylaşmak istemiyor…
Eh! Rusya ve Çin de çatışma konularında taraflar arasında kalıcı çözümlerin sağlanabilmesi için BM statüsünün değiştirilmesine çaba gösteriyor.
ABD, uluslararası hukuku sürekli hiçe sayıyor, hiçbir zaman Afganistan’da, Irak’ta, Suriye’de ve Libya’da milyonlarca insanın ölümüne yol açan gayri meşru savaşlarından dolayı herhangi bir BM mahkemesine hesap vermemiştir.
Üstelik şimdilerde kendi çıkar planlarının önündeki bütün engelleri yıkmaya kararlı bir görünüm veriyor.
II.Dünya Savaşı’ndan bu yana görülmedik ölçekte bir askeri çatışmaya doğru ilerliyor…
*
ABD, Çin ile savaş stratejisinde Batı Pasifik’teki gemilerden, denizaltılardan ve üslerden, Çin ekonomisini felce uğratmaya yönelik bir deniz kuşatmasıyla desteklenen kapsamlı bir hava ve füze saldırısı öngörüyor.
Bugünlerde Başkan Obama, Çin’e karşı Asya’ya dönüş siyasetinin bir parçası olarak Güney Çin Denizi’ndeki eski düşük yoğunluklu bölgesel anlaşmazlıkları yeni ve çok daha yıkıcı bir hale getiriyor ve bir savaşı tetikliyor.
Avustralya’da ve Filipinler’de yeni üs düzenlemeleri oluşturulmuş: Singapur’a en yeni kıyı muharebe gemileri yerleştirilmiş: Vietnam, Malezya ve Endonezya ile bağlar geliştirilmiş: Bölgede ortak askeri tatbikatlar artmıştır.
Son olarak eski sömürge Filipinler vekil olarak kullanılmış ve BM Daimi Tahkim Mahkemesi’nden; Çin’in Güney Çin Denizi’nin büyük bölümüne yönelik tarihsel haklarını ve Çin’in kontrolündeki kayalıkların ve adacıkların etrafındaki sulara ilişkin hak iddialarını sınırlayan ve denizi doldurma dahil çeşitli faaliyetleri yasadışı olarak mahkum eden bir karar çıkarılmış bulunuyor.
Bir taraftan da ABD donanmasının Güney Çin Denizi’nde bulunan Çin kontrolündeki adacıkları çevreleyen sularda kışkırtıcı ihlallerinde sıklık bakımından artış görülüyor…
Bu noktada Çin Komünist Partisi yönetimi, Çin milliyetçiliğini kışkırtarak, silahlı kuvvetlerini genişleterek ve Güney Çin Denizi üzerinde bir Hava Savunma Kimlik Saptama Bölgesi uygulama tehdidinde bulunarak doğrudan ABD’yi tehdit ediyor…
*
Askeri Yetki ve Trans-Atlantik Bağlantı esasları bağlamında Polonya/Varşova’da NATO Zirve’sinin üzerinden çok zaman geçmemiştir.
Rusya’nın Transkafkasya ve Orta Asya’dan sonra Orta Doğu’da da nufuz genişletme çabalarına giriştiği iddia ediliyor.
İşte NATO; Rusya’nın nasıl kıskaca alınacağı, nasıl en fazla zarar verecek yerinden vurulacağı, nasıl fiziki ve moral olarak etkisizleştirilerek yıkılacağını senaryolaştırıyor.
ABD ve Rusya gibi iki büyük nükleer güç arasında savaş ile siyasetin, asker ile sivilin, barış ile çatışmanın, cephe ile emniyetli bölgenin, dost ile düşman kavramlarının arasındaki hatların belirsizleşmesine yol açan gerilimi daha da artmış görünüyor…
*
Bu çerçevede NATO Liderler Zirvesi’nde Türkiye’yi ilgilendiren;
Suriye krizinin küresel terörün kaynağına dönüşmesi: Mülteci sorunu çözülmezse Avrupa’da güvenlik endişesinin artacağı: Türkiye-Yunanistan çekişmesi ve Kıbrıs sorunu nedeniyle güçlendirilemeyen NATO-AB İşbirliğinin ivedilikle sağlanması: Karadeniz filosu ve kara sınırlarında AWACS’ların sayılarının artırılması:NATO’nun
Türkiye’nin sınır güvenliğini ve terörle mücadelesini daha çok destekleyeceği kararları almıştır.
*
ABD’de Kasım’da Başkan seçimlerine gidilirken hem dünyada hem de Türkiye’nin bölgesinde muhtemel bir barışın ve muhtemel bir savaşın şartlarını oluşturulmaktadır.
Bu cümleden olmak üzere muhtemel bir barışta İsrail’in; Çevresinde güvenli bölge oluşturulması: En uzak mesafedeki füzelerin bertaraf edilmesi için düşman devletler sınırları ötesinde koruma daireleri oluşturulması,esasına dayanan Askeri Doktrini’ne işlerlik kazandırılması,
Ya da muhtemel bir savaşta; bölgede bulunan hiç bir ordunun sahip olmadığı, TSK’nın geçmişte bir Bağımsızlık Savaşı kazanan ulusal onurda olan farklılığının minimize edilerek silikleştirilmesi gerekiyor.
*
Zaten uzun zamandır TSK’nın NATO’ya alınmakla yeniden organize edilen millî anlayışta askeri damarı;
İyileştirme arayan,sosyal yapıdan kaynaklanan üstünlüğü kaldırmak isteyen, zenginliğin ve imtiyazların eşit dağılımını destekleyen sol politik hareketi tasfiye etmekte kullanılmasıyla başlayan,
Ardından Başkan Carter’ın ABD Ulusal Güvenlik Konseyi Danışmanı Paul Henze’den “Bizim çocuklar bu işi başardı” diye haberini aldığı,
TSK’nın 24 Ocak kararlarına bekçi edildiği 12 Eylül 1980 darbesiyle giderek özelleştirilmiştir.
Liberalleşme uygulamalarıyla ülke kaynakları topluma ait tüm tarihsel ve kültürel miras, doğal çevre talan edilirken,
Eğitimde, inançlarda, kültürel yapıda insan hakları ihlalleriyle lâik kültüre darbe vurulurken ve Kürt Sorunu büyürken,
Bu karakterle Türkiye’nin yetiştireceği kuşaklara uygulanan bir depolitizasyon hareketine yol verilirken,
TSK 1995’te Türkiye’nin Dünya Ticaret Örgütü’nün inisiyatifinde yürüttüğü Hizmet Ticareti Genel Anlaşması’nı imzaladığı ve dünyanın tek bir elden yönetilmek amacıyla sermaye tekellerinin tek bir küresel ekonominin anayasası için uluslararası yatırım alanlarında yatırım rejimlerinin liberalleştirildiği sırada;
Cevheri ne olursa olsun siyasete karışmış, birlikte hareket ve savaşma yeteneğini kaybetmeye başlamış ve vatanın savunma gücünü pasifize etmeye yürüyordu.
*
Şimdi 15 Temmuz darbe girişiminin ardından yapılan tesbitler, ABD’nin “başarısız olması plânlı darbe girişiminin” tezgâhlayıcısı olduğu yönündedir.
Gelinen nokta ise tıpkı I.Dünya Savaşından yenik çıkan ve işgal edilen Türkiye’nin tüm askeri güçlerinin sıfırlanmaya çalışıldığı günleri hatırlatıyor.
Donanmanın gemilerinin torpidoları çıkartılmış, top kamaları sökülmüş, kazanları çalışmaz hale getirilerek Haliç ve İzmit körfezlerinde etkisiz ve battal halde demirletilmişti.
Milli kuvvetlerin lehine olabilecek hiçbir harekete müsaade edilmiyordu.
2 milyonluk Osmanlı Ordusu’nun silahlarının kamaları, tüfeklerin mekanizmaları ve topların kamaları sökülüp İngilizlere, Fransızlara, İtalyanlara teslim ediliyordu.
*
15 Temmuz, işbirlikçi hain Fethullah Gülen Terör Örgütü’nün başarısız darbe girişiminin Varşova’daki NATO zirvesinden yalnızca bir hafta sonra gerçekleştiğine dikkat edilmelidir.
Bu hain girişimle, sonuçta TSK’yı oluşturan Politik: Ekonomik: İnsan gücü nitelikleri: Moral değerler ve kültür: Harekete geçme potansiyelini kullanma: Ulusal gücü oluşturan örf, âdet ve töreler, yurt sevgisi, çalışkanlık, bilgi, cesaret ve kendine güvenden oluşan manevî gücünde büyük zaaflar oluşmuştur.
Bu değerlere sahip olamayan bir silahlı kuvvetin, tıpkı 2 milyonluk Osmanlı ordusunu gibi asla başarılı olamayacağı çok açıkken;
TSK, bugünün geleneksel olmayan kuvvet ve yöntemlerin kullanıldığı yeni savaş stratejisinde komutasını, silah arkadaşlığını, sevk ve idaresini, taktik ve stratejilerini kısacası vatanın savunma gücünü, güvenilir bir müttefik olarak kabul ettiği NATO’ya devretmiş bulunuyor.
*
Küresel savaş yönelimi bir ülkeden diğerine diktatörce yöntemlere doğru hızlanarak yoğunlaşıyor.
Ve biz “Yaşasın Demokrasi” diye haykırabiliriz…
25.7.2016
Bir yanıt yazın