Atatürk’e nasıl ihanet edildi ve bu günlere gelindi, en başından alalım.
Bugünkü kargaşa, keşmekeş ortamı, darbeler, Atatürk’e yapılan ihanetlerin sonucu ve ürünüdür…
Başımıza gelen felaketlerin nedeni, sağdan ve soldan Atatürk’e yapılan ihanetlerdir…
İlk karşıdevrim hareketi, Atatürk’ün ölümünden hemen sonra, devrimci kadroların yerine reformcu kadroların işbaşına getirilmesi ile başladı…
Mustafa Kemal’in en yakın mücadele ve çalışma arkadaşları olan İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya ve Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’a yeni hükümette görev verilmedi.
Ama ekonomide, kültürel konularda, siyasette Atatürk’le çatışma içerisine giren Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Fethi Okyar, Hüseyin Cahit Yalçın gibi isimler 1939 yılında yapılacak olan CHP seçimlerinde aday gösterildi.
Bu girişimlerin yanında, İzmir Suikastı davasından yargılanan Rauf Orbay, Adnan Adıvar, Kazım Karabekir gibi isimler önemli görevlere getirildi.
Bütün bu çalışmalar, “Eski küskünlükleri, kırgınlıkları kaldırmak, sosyal barışı sağlamak” bahanesine sığınılarak yapılmıştı…
Bu yeni düzenlemeler, Atatürk’ün tam bağımsızlık ilkesinden, millici, devrimci politikasından sapılacağını gösteren ilk sinyallerdi…
Nitekim daha sonraları, 1 Şubat 1949 tarihli genelge ile okullara program dışı din dersleri kondu.
Oysa Mustafa Kemal, “Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür gençler” yetiştirmek amacıyla, 1924 yılında “Tevhid-i Tedrisat”, yani yeni adıyla Öğretim Birliği yasasını kabul etmişti.
Bu yasaya göre eğitim, “mahalle mektepleri”nden, medreselerden, tekke ve tarikatların egemenliğinden kurtarılıp, tek elde toplanacaktı. Milli eğitime bağlanacaktı. Böylece eğitim ve öğretimde birlik sağlanacaktı. Eğitimde, öğretimde birliği sağladığı için adına eski dilde “Tevhid-i Tedrisat” denildi.
Böylece “Dinler, inançlar ”vicdanlara terk edilmiş oldu.” Devlet, ikiyüzlü bir davranış içerisine girmeden, laiklik ilkesine tam anlamıyla uyarak, din sömürüsüne son vermiş, dinsel alanlardan ve kurumlardan desteğini çekmişti.
Ama “vicdanlara terk edilen dinler, inançlar” 1950’lerden sonra yeniden “vicdan”lardan çıkarılarak siyasetin emrine verildi.
Politikacılar, topluma egemen olabilmek, çıkarlarına hizmet eden bir düzen kurabilmek için ”din silahı”nı kullandılar.
Toplumun bilincine kadercilik, tevekkül, boyun eğme, rıza gösterme gibi mistik değerleri aşıladılar.
Atatürk ve İnönü döneminde, “Takıyye (gizleme) Yöntemi” ile gerici yanlarını saklayan DP’nin önde gelen yöneticileri, çok partili yaşamla birlikte gerçek kimliklerini de ortaya koydular. 1950 seçimlerinden sonra emperyalizmle ve çeşitli tarikat liderleriyle sıkı ilişkiler içerisine girdiler.
Adnan Menderes’in “Siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz” sözleri, o yıllarda Atatürk devrimlerinden ne kadar uzaklaşıldığının bir göstergesiydi.
Atatürk’ün deyişi ile ”Din daima siyaset aracı, menfaat aracı, istibdat aracı yapıldı. Bu hal Osmanlı tarihinde böyle idi, Abbasiler, Emeviler zamanında da böyle idi.”
Daha sonraları, 1980 darbesiyle üstü örtülü bir Atatürk düşmanlığı dönemi başladı. “Büyük Atatürk, Yüce Atatürk…” diye diye, Atatürk’ün cumhuriyet kurumlarını birer birer yok ettiler.
Dinci eğitim, laik eğitimin yerini aldı. Okullara zorunlu din dersleri konuldu. Tarikatlar, tekkeler yerden biter gibi çoğaldı. Nakşibendilik Çankaya’ya değin tırmandı.
Çağdışı akımlar ve düşünceler bilimin önüne geçti. Bu alanda o kadar ileriye gidildi ki, “Kadavraya don giydirilmesi”ni savunan, karşı cinsi muayene etmek istemeyen doktorlar bile çıktı.
1991 yılında Turgut Özal Hıyanet-i Vataniye Kanunu kaldırdı. Bakın o kanunda ne deniliyordu:
“Dini ve dini mukaddesatı siyasi gayelere esas almak veya alet etmek amacıyla cemiyetler kurmak, bu cemiyetlere girmek, dini kullanarak devletin şeklini değiştirmek ve bozmak, fesat ve nifak sokmak, gerek tek tek ve gerek toplu olarak, sözlü veya yazılı veya fiili bir şekilde nutuk söylemek veyahut yayın suretiyle harekette bulunmak vatan hainliği sayılır…”‘
Şeriatçılar, demokrasiyi ve siyasal partileri, bir din devleti kurmak için kullanılması gereken araçlar olarak görüyorlardı. Bir İslamcı “mevcut düzenin olanaklarından sonuna kadar yararlanmasını” bilmeliydi. Bu konudaki görüşlerini Şevki Yılmaz şöyle açıklıyordu:
“Türkiye’de Müslümanları selamete çıkarmanın, hürriyete kavuşturmanın yolu, mevcut düzeni kullanmaktan geçer. Müslüman, bulunduğu mekânda, mevkide ve zamanda davası için düzeni kullanabilmelidir…” (Şevki Yılmaz, Taraf Dergisi, 1993)
Recep Tayyip Erdoğan da düzenin kullanılmasından yanaydı. Şunları söylüyordu:
“Demokrasi bizim için bir amaç değil, araçtır. Amacımıza ulaşana kadar demokrasiye bağlıyız.
Demokrasi bizim için bir tramvaydır. İstediğimiz durağa gelince ineriz…”
Fethullah Gülen bir söyleşisinde takıyye konusundaki görüşlerini şöyle belirtiyordu:
“Taktik ve stratejiler söylenmez. Söylendiği an onun bir taktik olma hüviyeti ortadan kalkar. Stratejiler sadece tatbik edilir.” ( Şemseddin Nuri, Küçük Dünyam)
Elbette takıyyeyi en iyi uygulayan tarikat liderlerinin başında Fethullah Gülen geliyordu.
O, Nurculuğun ‘ılımlı İslam’ kanadının temsilcisiydi. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında İngilizlerin desteklediği Said Nursi, Kemalizm için nasıl bir tehlike idiyse, günümüzde de Amerikalıların desteklediği Fethullah Gülen aynı tehlikeyi sürdürmekteydi ve bu tehlike gelip, sonunda DARBEYE dönüştü…
Rüzgâr eken AKP iktidarı fırtına biçmişti…
Atatürk ilkelerine, devrimlerine, laik eğitime bağlı kalınsaydı… Atatürk’e ihanet edilmeseydi, ne Fethullah Gülen cemaati, ne darbe olurdu, ne de kan dökülürdü…
Ne demişti o büyük adam:
“Efendiler ve ey millet biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ülkesi olamaz. En doğru, en gerçek tarikat uygarlık tarikatıdır…”
Atatürk’ten sonra gelen çıkarcı politikacılar, uygarlık tarikatı yerine dinci tarikatları koydukları için, 15 Temmuz FETÖ darbesi yaşandı bu güzel ülkede…