Avrupa Parlamentosu Başkanı Martin Schulz, AB Konseyi Başkanı Donald Tusk, AB Konseyi Dönem Başkanı Mark Rutte ve Avrupa Komisyon Başkanı Jean-Claude Juncker 24 Haziran 2016 tarihinde yaptıkları ortak açıklama ile Birleşik Krallık’ta düzenlenen plebisit sonuçlarını değerlendirmişlerdir.
” 27 üyeli Birlik yoluna devam edecektir. Avrupa Birliği Konseyi’nin 18-19 Şubat 2016 tarihli toplantısında kararlaştırıldığı üzere, ‘New Settlement for the United Kingdom within the European Union’ (AB içinde Birleşik Krallık için yeni düzenleme) bundan böyle devreye sokulmayacak ve yok hükmünde olacaktır. Yeniden müzakere edilmeyecektir.” (Statement/16/2329)
Merhum Cumhurbaşkanımız Turgut Özal 14 Nisan 1987 tarihinde AB’ye “tam üyelik” başvurusu yaparak, 1959 yılından sonra bir türlü ilerlemeyen ilişkilere canlılık getirmiştir ama bir önemli konuya da dikkati çekmiştir: “Önümüzde ince, uzun ve yokuşlu bir yol var.” Özal’a göre Avrupa Birliği üyeliği Türkiye için Batıya giden bir gemide Doğuya gitmek değildir. Avrupa Birliği üyeliği Türkiye’nin demokratikleşmesi açısından itici bir araç, ekonomik açıdan büyük bir pazar, güvenlik açısından stratejik bir ortak, çağdaş bir ülke olma açısından da önemli bir modeldir.
Özal’ın en önemli hedefi, dünyanın ileri batılı ülkeleri arasına girmiş bir Türkiye idi. Özal, Avrupa Birliği’ne tam üyelik başvurusunu da bu amacın en önemli aşamalarından biri olarak görüyordu.
Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk’ten bu yana batılılaşma, çağdaş medeniyetler seviyesine ulaşma ve Avrupa ile bütünleşme hedefinden vazgeçmemiştir. Avrupa Birliği’ne üyelik hedefi, Türkiye Cumhuriyeti’nin dış ilişkilerinde “ortak üyelik” başvurusunun yapıldığı 1959 yılından sonraki en önemli kilometre taşıdır.
Türkiye, Avrupa Birliği’ne tam üyelik başvurusunu yaparken Türk toplumu için çağdaş değerleri hedef olarak seçmiş, bu değerleri önce kendi insanının refahı ve ilerlemesi için istemiştir.
Türkiye’de siyasi partilerin Avrupa Birliği ile ilişkilerin geliştirilmesine yönelik görüşleri, bir istisna dışında 1960 yılından sonra kurulan tüm hükümet programlarında yer almıştır. Türkiye’nin Avrupa Ekonomik Topluluğu’na üyelik başvurusu yaptığı 1959 yılında görev başında bulunan Beşinci Cumhuriyet Hükümeti olan Adnan Menderes Hükümeti’nin (04.12.1957 – 27.05.1960) Programı’nda Avrupa Ekonomik Topluluğu’na başvurudan söz edilmemektedir. Çünkü hükümet kurulduğunda AET henüz oluşmamıştı.
27 Mayıs 1960 darbesinden sonra iktidara gelen Cemal Gürsel Hükümeti (30 Mayıs 1960-5 Ocak 1961), AT’ye katılmak için başlatılan çalışmalara devam etmiş ve Topluluk ile müzakerelere kısa zamanda tekrar başlanılacağını açıklamıştır. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra iktidara gelen Anavatan Partisi’nin programlarında AB üyeliği hedeflenmiştir.
Dönemin Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç’ın 15 Eylül 2014 tarihinde AA tarafından yayınlanan demecindeki “… Türkiye kamuoyunun AB sürecine olan desteğinin giderek göreceli olarak zayıfladığı konuları, herkes tarafından konuşuluyor ve yazılıyordu” tespiti doğrudur. Çünkü kamuoyunun AB üyeliğine verdiği destek, Türkiye’ye karşı uygulanan çifte standart sebebiyle düşmüştür.
Avrupa Birliği’nin kamuoyu araştırmalarından sorumlu birimi Eurobarometre’nin 18 Aralık 2014 tarihinde açıklanan araştırmasına göre Türk halkının geçen yıl %38 olan AB desteği, 2014 yılında 10 puanlık rekor düşüş yaşayarak en düşük seviye olan %28’e gerilemiştir. Türklerin %54’ü “AB üyeliği bize hiçbir şey katmayacak” görüşündedir. Artış önceki yıla göre %9’dur.
Avrupa Parlamentosu Milletvekili Alman CDU´lu Elmar Brok’un “Bence AB mevcut haliyle Türkiye gibi büyük bir ülkeyi kaldıramaz. Bu, AB’nin fazla genişlemesi anlamına gelir” görüşünün ciddiye alınacak tarafı yoktur. Eğer ciddiye alınırsa, Türkiye’de hiçbir hükümet AB üyeliği konusunda istekli olmayacak, Türkiye ile Batı dünyası arasındaki ilişkiler zayıflayacak ve Türkiye’de bir “eksen kayması” bu durumda olabilecektir.
O zaman İsmet İnönü’nün dediği gibi “Yeni bir dünya kurulur, Türkiye de orda yerini alır.”
İktisadi Kalkınma Vakfı’nın (İKV) Realta Kamuoyu Araştırma Şirketi’ne yaptırdığı anketin sonuçlarına göre; kamuoyunda AB algısını ve AB üyeliğine destek düzeyini ölçen anket 23-24 Nisan 2016 tarihlerinde, Türkiye genelinde 18 yaş ve üstü seçmen nüfusunu temsil eden toplam bin 254 katılımcıyla, İstanbul, Ankara, İzmir, Manisa, Eskişehir, Bursa, Trabzon, Adana, Mersin, Diyarbakır, Gaziantep, Amasya, Sakarya, Malatya, Ağrı, Aydın, Batman ve Samsun olmak üzere toplam 18 ilde hanede kantitatif araştırma/yüz yüze görüşme metoduyla gerçekleştirilmiştir.
Buna göre katılımcıların yüzde 75,5’i Türkiye’nin AB üyeliğini desteklerken, yüzde 24,5’i karşı çıkmıştır. 2015 yılında yüzde 61,8 olarak ölçülen destek oranının 13 puan yükseldiği gözlenirken, destek verenlerin yüzde 45,4’ü üyelik ile refah ve ekonomik gelişmişlik düzeyinin artması, yüzde 35,8’i Avrupa’da dolaşım, yerleşme ve eğitim imkanı, yüzde 33,8’i ise demokrasi ve insan haklarında gelişme beklentisi ile üyeliği desteklemektedir.
Araştırmada katılımcılara AB’nin kendileri için ne ifade ettiği sorulduğunda en yaygın olarak verdikleri cevaplar, yüzde 44 ile yüksek refah düzeyi ve ekonomik gelişme, yüzde 35 ile demokrasi ve özgürlük, yüzde 27 ile kültür ve uygarlık, yüzde 20 ile serbest dolaşım ve sınırların kalkması, yüzde 15 ile ortak standartlar ve uyumlaşma olarak sıralanmıştır.
Kamuoyunun AB üyeliğine destek oranı yüzde 75,5 iken, araştırmada katılımcılara Türkiye’nin AB üyesi olup olmayacağına inanıp inanmadıklarının da sorulduğunda yüzde 35,6 inandığını söylerken, yüzde 64,4 inanmadığını açıklamıştır. Bu bakımdan İngiltere Başbakanı Cameron’un Türkiye’nin üyeliği için öngördüğü 3000 yılı haklı çıkmaktadır.
İngiltere’de Başbakan David Cameron gibi düşünmeyenler de vardır. Londra eski Belediye Başkanı Boris Johnson, (linç edilerek öldürülen Osmanlı İmparatorluğu’nun son Dahiliye Nazırı Ali Kemal’in torunu Stanley Johnson’ın oğludur) İngiltere’nin AB’den ayrılma konusunda önemli rol oynamıştır ama İngiliz gazetelerine yazdığı makalelerde Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğini savunmaktadır.
Son yazılarından birinde Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkan buna karşı çıkan Papa 16’ncı Benedict’i ağır sözlerle eleştirerek “Avrupalılar Türkiye’yi küçümsüyor. Türkler de Avrupa’dan uzaklaşıyor. Neden? Papa’nın, papazların, siyasetçilerin saçma değerleri yüzünden” ifadelerini kullanmıştır.
Türkiye, AB için önemli bir stratejik ortaktır. Türkiye’siz bir AB, zayıf bir küresel güç olmaya adaydır.
Avrupa Birliği Türkiye Delegasyonu Başkanı Stefano Manservisi’nin de belirtmiş olduğu gibi Avrupa Birliği Türkiye’nin açık ara birinci ticari ortağıdır. Günümüzde Türkiye ve AB arasında Gümrük Birliği çerçevesinde gelişmiş güçlü ticaret ve yatırım ilişkileri vardır.
AB, Türkiye’ye gelen doğrudan yabancı yatırımların ana kaynağıdır. Avrupalı şirketler otomotivden enerjiye, haberleşmeden mali hizmetlere çeşitli sektörlere yatırım yapmaktadır. Türkiye’deki doğrudan yabancı sermaye stokunun üçte ikisi AB ülkeleri kaynaklıdır.
Avrupa Birliği Türk şirketlerin ana yatırım adresi olmuştur. Son beş yılda Türkiye kaynaklı doğrudan yatırımların yarısından fazlası (%57) AB üyesi ülkelere gitmiştir. Avrupa’da Türk sermayesiyle kurulmuş yaklaşık 150 bin şirkette 630 bin kişi çalışmaktadır
Avrupa Birliği’nin bazı üyeleri Türkiye’yi tam üye olarak alma konusunda isteksizdir ama Türkiye’nin başka denizlere yelken açmasını da istemezler. AB Devlet ve Hükümet Başkanları 17 Aralık 2004 tarihinde şu kararı almışlardır: Eğer Türkiye AB’ye üye olamazsa, Türkiye’nin AB kurumlarına demirlenmesi söz konusudur (is fully anchored in the European structures) . Demirlemek şu demektir: “Avrupa Birliği’ne eğer üye olamayacaksanız, AB’den fazla uzaklara da gitmeyin.”
Bu durumu Türkiye kabul edemez.
AB nezdinde geçmişte Büyükelçi olarak görev yapan yakından tanığım Pulat Tacer’in yapmış olduğu bir tespit çok önemlidir. AB ile Türkiye arasında yapılan geri kabul anlaşması ve 33’ncü Başlığın açılması konusunda Bavyera Maliye Bakanı CSU ‘lu siyasetçi Markus Soder ZDF televizyonunda (20 Mart 2016) kendisine sorulan bir soruyu cevaplandırırken, Türkiye’nin bu konuda üstüne düşen yükümlülükleri yerine getirmesinin güç olduğunu belirtmiştir.
Ayrıca, demokrasi, insan hakları, düşünceyi ifade özgürlüğü ve yargı bağımsızlığı konusunda Avrupa değerlerine uymayan Türkiye’nin vize muafiyetinden yararlanabilecek koşulları yerine getirmesini beklemediğini açıklamıştır.
Soder, 33’ncü Başlığın açılmasının aslında Türkiye’ye yapılan bir haksızlık olduğunu, çünkü Türkiye’nin üyeliğinin gereken çoğunluğu sağlamasının mümkün olmadığını tüm AB ülkeleri yöneticilerinin bildiğini, buna rağmen Türkiye’yi beklenti içine sokmanın aldatma olduğunu vurgulamıştır.
Önceki Başbakan Davutoğlu 28 Ocak 2015 tarihinde Türkiye’nin Avrupa Birliği hedefinin stratejik bir hedef olduğunu ve kararlılıkla devam ettirileceğini söyleyerek yeni dönemin hedefleri arasında stratejik AB hedefini de saymıştır. Davutoğlu’nun “AB bizim için stratejik bir hedeftir. İnşallah öyle veya böyle bir gün mutlaka Türkiye AB’nin üyesi olacaktır” görüşü, o dönemde AB ile iplerin inceldiğini fakat kopma noktasına gelmediğini göstermektedir (Hürriyet, 28.01.2015).
İngiltere Eski Dışişleri Bakanı Straw 14 Mayıs 2013 tarihinde Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı’nda (TEPAV, 2013) verdiği konferansta, Bulgaristan ve Romanya’nın tüm kriterleri karşılamazken AB’ye üye ülke olduğunu, Türkiye’ye ise süreçte çifte standart uygulandığını belirtmiştir. Straw, coğrafi sınırlarla ilgili bir sıkıntın olmadığını ifade ederken, “Sarkozy zamanında ‘Avrupa’nın sınırları olmalı’ demişti. O zaman Güney Kıbrıs da AB üyesi olmamalıydı” derken çok haklıdır.
Kim ne derse desin Türkiye tercihini yapmıştır: “Memleketimizi asrileştirmek istiyoruz. Bütün çalışmamız Türkiye’de asri binaenaleyh batılı bir hükümet vücuda getirmektir. Medeniyete girmek arzu edipte Batıya yönelmemiş millet hangisidir?” (Mustafa Kemal Atatürk, 29 Ekim 1923) Eğer öyle olmasaydı neden milyonlarca mülteci Avrupa gitmek için yola çıkmaktadır? Birçoğu da yollarda ve Ege denizinde hayatlarını kaybetmektedir.
Bir yanıt yazın