1915 Tehcirinin Alman parlamentosu Bundestag’da “Soykırım” olarak kabul edilmesinde dikkatlerden kaçan ayrıntılar bulunmaktadır. Öncelikle bundan önceki parlamento kararlarında olduğu gibi bu kararın da anlamı yoktur. Bunu AB Adalet Divanı söylemektedir. Divana göre parlamento, siyasi bir organdır. Bugün bu şekilde, yarın tam aksi yönde karar alabilir. Hukuken bir kıymeti yoktur. Divanın bu tespiti doğru olmakla birlikte siyaseten, psikolojik olarak ve ekonomik sonuçlarıyla bunun önemi vardır, olacaktır. Dolayısıyla bu tür kararların olgunlaşma sürecinde örgütlerin, devletin yapması gerekenler var. Karar alındıktan sonra öfkeli beyanatlar sadece kararın etkisini artırır.
Bundestag’ın üye sayısı 630’dur. Halbuki Türkiye’ye karşı bu ağır iftiraya evet diyenlerin sayısı 160 olup bir milletvekili hayır oyu vermiştir. Bu durumda oylamaya katılmayan 470 milletvekili bir bakıma çekimser kalmıştır. Bu milletvekillerinin bir kısmının bir şekilde mazereti olabilir, oylamaya katılsaydı evet oyu verebilecekler vardı. Ancak Ermeni lobisi ile parti yöneticilerinin kararlılıklarına karşın yaklaşık her dört milletvekilinden üçü oylamaya katılmamışsa Türkiye lehine bu durumu sağlıklı değerlendirmek lazım.
Almanya’da 30 bin civarında Ermeniye karşın yaklaşık 3 milyon Türk yaşamaktadır. Yani bu ülkedeki Türkler, Ermenilerin yaklaşık 100 katı civarındadır. Öncelikle Hıristiyan toplumu olarak İslamafobi gibi kültürel sebeplerden dolayı Ermeni-Türk karşılaşmasında 1-0 geriden başladığımızı kabul edelim. Ancak bu olumsuzluk Türklerin yeteri kadar örgütlenemedikleri, kulis faaliyetinde bulunamadıkları, gerçekleri anlatamadıkları, belki de doğrusunu kendilerinin de bilmediği gerçeğini değiştirmez.
Üç milyonluk kitle, dünyada birçok ülkenin nüfusundan fazladır. Bu kadar insanın farklı siyasal ve kültürel kamplarda toplanmasını kimse önleyemez. Belki bu da bir zenginliktir. Ancak farklı dernekler halinde örgütlenmiş gurbetçileri milli meseleler sözkonusu olduğu zaman birlik halinde hareket ettirme görevi de devlete aittir. Esasen bu yönde birçok imkânlar sözkonusudur. Fakat devlet görevlileri de yeni bir örgüt halinde gurbetçiler karşısına çıkarsa, bulundukları kampa göre kan tartışması başlatılırsa çok daha tehlikeli alanlara girilmiş olur. Hatta Türkiye’deki yöneticilerin kan tahlili tartışmaları gündeme gelebilir. Nitekim 11 milletvekilinin kan testi gündeme getirilip düşman ilan edilmesi, dolaylı olarak hedef haline getirilmesi, müfteri durumundaki bu kişileri mağdurlar sınıfına sokmuştur. İşin hakikati en azından görünüşte kendi vicdanlarına göre oylarını kullanmış bu insanları hedef tahtasına oturtmanın ne Ermeni meselesini çözmede, ne Türk-Alman ilişkilerini geliştirmede ne de Avrupa’daki Türk toplmunu Anavatan çıkarları istikametinde yönlendirmede hiçbir faydası olmamıştır. Aksine Türkiye’nin prestijini düşürmede, hatta “zaten bunlar hep saldırgandır” kanaatini pekiştirmede son derece etkili olmuştur. Bu milletvekillerine koruma verilmesi, Türkiye’ye seyahat etmememe tavsiyesinde bulunma ihtiyacı duyulması dahi Ermeni lobisinin kendi başına elde edemeyeceği kazanımı sağlamıştır.
Almanya’da onaylanan soykırım iddiaları tasarısını Türk kökenli bir milletvekili hazırlamış ve süreci başlatmıştır. Aynı milletvekilinin daha önce benzer girişimleri önlediğini biliyoruz. Gezi olaylarındaki tutuma tepki olarak süreci başlattığı söyleniyor. Eğer bu iddia doğru olsaydı 2015’te, 1915’in 100. sene-i devriyesinde hazırlanması gerekirdi. Ki geçen sene Ermeni lobileri Almanya’da da çok daha yoğun çalıştılar. Ne oldu da 2016 başında bir Türk kökenli milletvekili böyle bir girişimde bulundu? Öncelikle bu sorunun cevabının araştırılması gerekmektedir. Yurt dışında bulunan Türk kökenli milletveilleri ile diğer soydaşlarımızın mensubu olduğu parti veya grup ile bunun Türkiye’deki yansıması ne olursa olsun devletin görevi bunları Türkiye’nin çıkarları istikametinde organize etmek, bu insanlarla gerekli iletişimi kurabilmektir. Almanya büyükelçisinin başarısızlığı meydanda olup merkeze çekilmesi doğru bir karardır. Ancak bu sonuç büyükelçiyi aşmaktadır. Ermenistan cumhurbaşkanı soykırım iddiaları ile ilgili Alman liderlerle görüşmüş ve diplomatik nezaket çerçevesinde bu sonuca ulaşmak için her fırsatı kullanmıştır. Benzeri girişimleri Türk yönetici ve yetkililerden göremedik.
Soykırım iddialarına karşı gerçekleri söylediği için partisiyle sorun yaşayan Hakkı Keskin ile Şükrü Server Aya gibi fedakârların milletvekillerine kitap veya mahkeme kararları göndermeleri sonucu değiştirmeye yetmemiştir. Karar alındıktan sonra “gelin arşivleri araştıralım” çağrısını artık anlamsız buluyorum. Bunun yerine mesela 2005 Viyana platformundan Ermenilerin nasıl kaçtığını her Türk temsilci adı gibi bilmeli ve bunu her fırsatta dile getirmelidir. Malta soruşturması, Lozan’daki müzakereler, AB Adalet Divanı kararı, AİHM kararı gibi nokta atışı olabilecek unsurları öncelikle yöneticiler çok iyi bilmeli ve bunu her fırsatta gündeme getirmelidir.
Sorunun kulis, lobi, propaganda boyutu son derece önemlidir. Buradan alınan güçle diplomasi kullanılır. Ancak öfkenin baskın olduğu beyanat, sadece kayıpları artırır, ülkeye ve Avrupa’daki Türk toplumuna zarar verir.
Bu karardan sonraki durum, bugüne kadar elde edilen kazanımlar, akl-ı selim ve dipolomatik sanatın önde olduğu toplantılarda değerlendirildiğini ve buna göre oluşturulan hatt-ı hareketin yürürlüğe girdiğini görmek istiyoruz. Bu konuda akademisyenlerin çalışmaları cepten para harcayarak basılabilmekte, Türkiye’deki üniversitelere dahi ulaşamamaktadır. Bunlardan gerekli görülenler başka dillere çevrilip, özellikle batılı ülke kütüphanelerine ulaştırılmalıdır. Halbuki yurtdışındaki Türk üniversitelerin kütüphaneleri dahi soykırımcı eserlerle dopdolu olup gerçeklerle alakalı araştırmaya ulaşmanız zordur.
NOT: “Ermeni Soykırım İddiaları ve Uluslararası Hukuk” başlıklı derleme çalışmamız basılmıştır; Astana Yayınları, Ankara.
öncevatan, 15.06.2016
alaeddin.yalcinkaya
Bir yanıt yazın