15.6.2016
___
26.06.2013
İstanbul İşgal Kuvvetleri Komutanı General Harrington, Padişah’ın yaveri Fahri Engin’le görüşerek Vahdettin’e şu mesajı göndermiştir: “Vaziyet Türkiye’de gittikçe fena bir şekil alıyor, Padişah isterse, kendisini Malaya gemimizle, Malta’ya nakledebiliriz. Durum düzelince memleketine dönerler..”
Fahri Engin, Harrington’un bu mesajını Vahdettin’e iletirken Fddişahı şöyle gözlemlemiştir: “Padişah beni iç mabeyn dairesinde kabul etti. Arkasında ropdöşambr vardı, yüzü tıraşlı, üzgün. Teklifi dinledi. Sonunda hiçbir şey söylemedi, sadece ‘gidebilirsiniz’ dedi. Benimle ikinci bir temas olmadı. Fakat Padişah’ın eşlerinden birinin erkek kardeşi olan Yarbay Zeki’nin, bu işler hakkında Harrington’la temasta olduğunu öğrendim.”
Tahtını ve tacını istemeyerek bırakmak zorunda kalan Vahdettin, 16 Kasım 1922’de İstanbul İşgal Orduları Komutanı General Harrington’a, “İstanbul’da hayatımı tehlikede gördüğümden İngiltere devletine sığınır ve bir an önce başka bir yere götürülmemi talep ederim efendim. Müslümanların Halifesi Mehmet Vahdettin.” diye kısa bir mektup yazarak, İngilizlerden sığınma talep etmiştir.
Vahdettin, 17 Kasım 1922 Cuma sabahı, oğlu Ertuğrul, beş eşi, doktoru, müzik hocası, baş mabeyincisi ve iki sekreteriyle birlikte Yıldız Sarayı’nın yan kapısından gizlice çıkarılarak,bir ambulansla rıhtıma getirilmiş ve oradan İngiliz Malaya Savaş gemisine alınarak Malta’ya götürülmüştür. Vahdettin Malta’da Kraliyet Topçu Subay Mahfili lojmanlarında konuk edilmiştir. Bu konukluğun İngilizlere haftalık maliyeti 100 sterlindir. O günlerde İngiliz parlamentosunda bir milletvekili, eski sultanın ölene kadar İngilizler tarafından mı besleneceğini sormuştur.
Vahdettin’in Türkiye’den kaçarken, gerek Harrington’a yazdığı mektubu “Müslümanların halifesi Mehmet Vahdettin” olarak imzalaması ve gerekse halifelik makamından istifa etmediğini açıklaması, onun “halifeliği” kullanmak istediğini göstermektedir. Kurnaz Padişah, İngilizlerin kendisini, “halifelik” sıfatı nedeniyle koruduklarını iyi bildiğinden bu sıfata sıkıca sarılmışa benzemektedir. Nitekim daha sonra “Kral Hüseyin’in kendisini davet ettiğini” söyleyerek Malta’dan Mekke’ye gitmesi, oradan da yine Müslümanların yaşadığı Mısır, Ürdün veya Kıbrıs’a geçmek istemesi, onun halifeliğin gücünü kullanarak ayakta kalmaya çalıştığını göstermektedir. Turgut Özakman’ın dediği gibi, “Düşmana sığınan, yani resmi esareti kabul eden bir halifenin halifeliği devam eder mi? Tabii ki etmez!” Ama “Büyük vatan dostu Sultan Vahdettin Han (!)” onursuzca vatanını terk ederken, “Ben hâlâ halifeyim!” diyerek, kendi canını koruma pahasına onu kullanmak isteyen İngilizlere büyük bir koz vermiştir.
Vahdettin, halifelik zırhına sıkıca sarılırken devreye giren Atatürk ve TBMM, 18 Kasım 1922’de Vahdettin’in halifelik sıfatını kaldırıp onun yerine Abdülmecit Efendi’yi halife olarak seçmiştir. Vahdettin’in halifelikten uzaklaştırıldığına ilişkin fetvayı Seriye Vekili Vehbi Hoca yazmıştır: “Müslümanların padişahı ve halifesi olan kişi, düşmanın bütün Müslümanlar aleyhinde mahva sebep olan ağır tekliflerini hiçbir mecburiyeti yokken kabul ile, Müslümanların haklarını müdafaadan aczini ortaya koyarak ve Müslümanların mücahitçe savaşlarında düşman tarafına muvafakat ederek Müslümanların çözülme ve mağlup olmasını hazırlayan hareketlere fiilen teşebbüs ve bu tür yıkıcı hareketlere devam ve ısrar ve daha sonra da ecnebi himayesine iltica ederek hilafet makamını terk ve hilafetten bilfiil feragat etmekle makamından şer’en indirilmiş olur mu? Olur!”
Böylece halifelik zırhını da kaybeden Vahdettin savunmasız, çırılçıplak adeta ortada kalmıştır.
Hainliğinin farkında olan Vahdettin, yaptıklarının hesabını veremeyeceğini düşünerek, ülkeden kaçmıştır. “Müslümanların halifesi”sıfatını taşıyan Vahdettin, İngilizlere sığınırken hain Mustafa Sabri’ye yazdırıp yayımladığı “Beyannamesinde” vatanını terk edip İngilizlere sığınmasını, bu onursuz davranışını, hiç utanıp sıkılmadan Hz. Muhammed’in “hicreti” ile özdeşleştirebilmiştir:“Müvekkil-i Zişan olduğum peygamberin hicret sünnetini izledim” diyen Vahdettin beyannamesinin bir yerinde de, “Beni haksız yere ihanetle suçlayanlar, saltanatla hilafeti ayırarak saltanatı Muhammediye’yi yıkmış, sadece vatanlarına değil, İslama da ihanet etmişlerdir!” demiştir.
Vahdettin’in bu beyannamesini inceleyen İlahiyatçı Prof Yaşar Nuri Öztürk şu değerlendirmeyi yapmıştır: “Dikkat edilirse Vahdettin, Hz. Peygamber’in sıfatının başına bir Hz bile eklemezken, kendisinden ‘zişan’ (şanlı, şerefli) diye söz ediyor. Hem de Cenab-ı Peygamber’in isminin tam yanında. Halbuki İslam terbiye ve geleneği, o ifadede ‘zişan’ sıfatının Hz. Peygamber’e verilmesini gerektirir.”
Gözleri kör olmuş, kalpleri mühürlenmiş Vahdettinci yazarlar da Vahdettin’in Türkiye’den kaçıp İngilizlere sığınmasını, hiç utanmadan, “hicret” olarak yorumlama aymazlığını göstermişlerdir. Vahdettin’in bu korkakça ve onursuzca davranışını Hz. Muhammed’in hicretiyle bir tutmak, her şeyden önce Hz. Muhammed’e yapılmış büyük bir saygısızlıktır.
VAHDETTİN’İN KAÇARKEN HAZİNEYİ SOYMA İDDİASI
Vahdettinciler, Padişahı aklamak için sürekli olarak, “Vahdettin’in, Türkiye’den kaçarken hazineyi soymadığını” dile getirmişlerdir. Öncelikle “hainlikle”, “hırsızlığın” aynı şeyler olmadığını hatırlatarak bu Cumhuriyet tarihi yalanını deşifre edelim.
Vahdettin’in “hazineyi soymadığını” iddia edenler, bu iddialarını kanıtlamak için padişahın paraya pula düşkün olmadığını ileri sürmüşlerdir. Ancak II. Abdülhamit’in kızı Şadiye Osmanoğlu, babasından kalan içi mücevher dolu bir çantanın Vahdettin’in çok ilgisini çektiğini ve Vahdettin’in o çantayı vermemek için”birtakım itirazlar icat ettiğini” belirtmiştir.
Lütfi Simavi de anılarında, “Vahdettin Efendi’nin Paraya Karşı Olan Aşırı Sevgisi” başlığı altında onun paraya çok düşkün olduğunu; ağabeyi Sultan Reşat’tan kalan paraları yasal mirasçılarına vermeyip “kendi keyfince harcadığını”, bu parayla bir takım saray eşyası ve sofra takımları yaptırdığını “büyük bir şaşkınlık içinde öğrendim” diyerek ifade etmiştir.
Öncelikle, evet! Vahdettin isteseydi, hazinenin tümünü değil ama “yükte hafifi pahada ağır bazı şeyleri pekala götürebilirdi”. Ancak Özakman’ın da belirttiği gibi, “Vahdettin, anlaşılan aile içi para ilişkilerinde zayıf ama töreye karşı dikkatli” olduğundan, tarihi öneme sahip değerli parçaları sarayda bırakmıştır. Örneğin Kaşıkçı elmasını cebine atmadan gitmişti. Eğer bunları çalsaydı Vahdettin’e “hırsız”[ dememiz gerekirdi. Ancak Vahdettin’in hırsız olmaması, hain olmadığı anlamına gelmez; çünkü her hırsız hain olmadığı gibi, her hain de hırsız değildir! Nedim Çakmak’ın dediği gibi, “Vahdettin haindi, ama hırsız değildi!”
Bu gerçeğin altını çizdikten sonra şimdi gelelim, “Vahdettin’in hazineyi soymadığı” ve “parasız pulsuz” Türkiye’den kaçtığı iddiasına!
Öncelikle, Osmanlıda iki tür hazine vardır. Bunlardan biri devlet hazinesi olan Hazine-i Birun, yani dış hazine, diğeri ise, Hazine-i Enderun, yani iç hazine. İç hazinedeki giriş çıkışlar Padişahın emriyle ve bilgisi dahilinde yapılmaktadır. Tarihçi Ubucini, “Bu hazine kayıtsız şartsız milletin malıdır. Hüküm süren sultan bu hazinenin sadece koruyucusudur” demiştir. İç hazinenin Ceyb-i Humayun denilen kısmı ise padişahın gündelik masrafları için kurulmuştur. Gelirleri arasında Mısır irsaliyesi, darphane faizleri, hediyeler, müsadereler vb bulunan bu hazineden padişaha her ay belli bir miktar maaş ödenmektedir. Tanzimat’tan sonra padişahların bütün hazineyi istedikleri gibi kullanmalarının önüne geçilmiş ve padişahlara belli bir miktar maaş ödenmesine başlanmıştır.
Eğer Vahdettin, Tanzimat’tan önce yaşamış bir padişah olsaydı, Refi Cevat Ulunay, İsmail Hami Danişment, K. Mısıroğlu ve N. Fazıl Kısa-kürek gibi yazarların”Vahdettin makbuz karşılığında isteseydi bütün hazineyi götürebilirdi” iddiasına hak verilebilirdi, ancak 1922 yılında bir padişahın elini kolunu sallayarak hazineyi götürmesine imkan yoktur. Bu yüzden Vahdettin geçici olarak yanında bulunan ve Hazine-i Hümayun’a ait olan “altın çekmeceyi”, Kıyametname adlı kitabı” ve “Kur’an mahfazasını” yanına almamış, geri vermiştir ki, bu durum Osmanlı töresinin bir gereğidir. Ayrıca, Büyük Taarruz kazanılıp İzmir kurtarıldıktan hemen sonra Refet Paşa TBMM’yi temsilen İstanbul’a gelerek Tevfik Paşa’dan yönetimi devralmıştır. Padişah Vahdettin’le de görüşen Refet Paşa, İstanbul’daki bütün yönetim merkezleriyle birlikte aralarında Yıldız ve Topkapı saraylarının da olduğu tarihi yerleri kontrol altına almıştır. Bu nedenle aslında Vahdettin, istese de Osmanlı hazinesini götürecek durumda değildir.Ayrıca Vahdettin’in hazineyi soymasına da hiç gerek yoktu; çünkü zaten çok zengindi. Ağabeyi Sultan Reşat’ın ödeneği 20.000 altındı. Ayrıca saltanat mülklerinden gelen gelirleri de vardı. Ayrıca yıllık 50.000 lira ziyafet ve seyahat ödeneği almaktaydı. Vahdettin’in aylık ödeneği (1995 itibariyle) 80 milyar lira tutmaktadır. 1918 temmuz’undan 1922 Kasım’ına kadar 51 ay tahtta kaldığına göre devletten toplam 1.020.000 altın (yaklaşık 4 trilyon lira) ödenek almıştır.Peki, Vahdettin Türkiye’den ayrılırken yanına ne kadar para almıştır? Aslında bu konuda kesin bir belge yoktur. Değişik kaynaklarda bu para, 3000 lira ile, 50.000 lira ve 23.000 altın arasında değişmektedir.
Vahdettin Avrupa’da kendi el yazısıyla, “Önce İstanbul’daki Milli Banka’da (National Bank) olup kısa bir süre sonra British Corparation’a nakledilen 20.000 sterlin tutarındaki şahsi servetim ile on yaşındaki oğlum Ertuğrul Efendi adına Milli Banka’ya yatırılan birkaç bin sterlin bu kurumlarda kalsın. İngiliz Dışişleri’ne bildirdiğim zaman hizmetime sunulsun” demiştir.
Tütüncübaşı Şükrü Bey’in verdiği bilgiye göre Vahdettin’in yanında ve hesabında 23.000 altın vardır.
Bu (1995 itibariyle) 92 milyar lira etmektedir. Vahdettin, Avrupa’da elindeki bazı mücevherleri satmış ve çok kıymetli bir safir taşını da İngiltere’ye rehin vermiştir. 25 Kasım 1922 tarihli Chronicle Ajansı’nın haberine göre, “Sultan Vahdettin Osmanlı Bankası’na 75.000 lira yatırmış, bankadaki mücevherlerine karşılık da 50.000 lira almış”.
Bu paralara Mediha Sultan İle Kral Hüseyin’in bazı yardımları da eklenince Padişah Vahdettin’in gurbet parası 140 milyarı geçmiştir.
KAÇAK PADİŞAHIN SEFALETİNE ÜZÜLMEK
Şimdi gelin, “Kaçak Padişahın sefaleti” hikayesini şöyle bir inceleyelim:
Vahdettin, Malta’dan Avrupa’ya geçmiş ve İtalya’da San Remo’da orta boy bir villaya yerleşmiştir. Daha sonra, İstanbul’da bıraktığı eşleri ve eşlerinin yardımcıları da gelince Magnoli (Manolya) villası adlı büyük bir köşkte yaşamaya başlamıştır. Köşkün yıllığı 600 İngiliz lirasıdır.Tarık Mümtaz Göztepe, Vahdettin’in bu köşkteki yaşamını şöyle anlatmaktadır: “Nefis bir saray yavrusu olan villa 40 odası, 15 dönümden geniş bir portakal, limon korusu ve bahçesi bulunan, beyaz renkli mükellef bir kasırdı… İstanbul’dan gelen harem erkânı… kadınefendileriyle, hazinedar us-talarıyla mükellef bir harem hayatı meydana gelmiş, musahipler, yaverler ve esvapçıbaşından, ibriktarbaşına kadar bütün beyler kadrosu kuruluvermiş ve meşhur Mabeyni Hümayun tam tertip canlanmıştı… Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün teşrifat ve merasim usulleri olanca titizliğiyle korunuyordu… Yaver Zeki bu küçük kasırda kalıyordu. Burası dominyonlarda görevli zengin ve hakim-i mutlak İngiliz sömürgecilerine parmak ısırtacak bir refah ve konfor bolluğu içinde yüzüyordu…”
Vahdettin’in sefaletine bakar mısınız?
Göztepe’yi dinlemeye devam edelim: “Sultan Vahdettin adamlarına, Padişahlığı esnasında aldıkları maaşları, gurbette de fazlasıyla ve düzenli olarak veriyordu. Bu bol maaşlı kapı yoldaşlarına gün doğmuştu. Hepsi de İstanbul’daki ikbal günlerinde aldıkları maaşlardan yüksek aylık alıyor. Ayrıca da Yıldız Sarayı’nın meşhur mutfağını aratmayacak mükellef ve zengin bir mutfak, sofra sofra yemekler yetiştiriyordu. Öğle ve akşam yemeklerine, burada bir de mükellef sabah ve ikindi kahvaltıları ilave edilmişti. Yıldız Sarayı’nın o zengin ve meşhur mutfağı, çeşit ve nefasetinden çok şey kaybetmeden San Remo’da da devam ediyordu.” Görüldüğü gibi Padişah Vahdettin, San Remo’da adeta bir eli yağda bir eli balda “zevk-ü sefa” içinde yaşamaktadır. Buna karşın “Cumhuriyet tarihini en çok çarpıtan” yazarlardan Abdurrahman Dilipak, hiç çekinmeden, “Vahdettin, aç yaşadı, ama onurlu öldü!” diye yazabilmiştir.
Hangi açlık ve hangi onur?
Peki ama bu bolluk, bu şatafatlı yaşam nasıl sona ermiş de Vahdettin parasız pulsuz kalmıştır?
Öncelikle Vahdettin, San Remo’da kaldığı köşkte -eski alışkanlıkla- elindeki paranın bir gün biteceğini bilmeden ikincisi de yanında bulundurduğu bazı kişiler”hovardaca”, Vahdettin’in servetini göz açıp kapayıncaya kadar eritmişlerdir. Yine Tarık Mümtaz Göztepe’ye kulak verelim: “Yaver Zeki’den başka, iki içki düşkünü ve keyif ehli daha vardı. Bunlardan biri İkinci Musahip Mazhar Ağa, diğeri de Tütüncübaşı Şükrü Bey. Bunlar sakızlı mastika ve düz rakının adeta küplüsü olmuşlardı. Şükrü, San Remo’ya gelince işi adamakıllı ayyaşlığa dökmüş ve postu San Remo meyhanelerine ve pavyonlarına kurmuştu. Mazhar Ağa da akşam olup da içki zamanı gelince kafayı iyice tütsüleyip körkütük oluyordu… Üçüncü Musahip Hayrettin Ağa da şehrin gezip tozma yerlerini zevk ve safa köşelerini karış karış biliyordu… Yaverler, mabeynciler, ağalar ve beyler, mirasyediler gibi bir tatil ve hava değişikliği hayatı sürüyorlardı.”
Özakman’ın dediği gibi, “Bu gereksiz, özenti, gösterişli hayata, bu hesapsızlığa ve savurganlığa para mı dayanır?”
Vahdettin’in servetini tüketen başka bir etken de Padişahın, bazı maceracıların aklına uyarak Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk’e karşı bazı projelere paraca destek olmasıdır. Bu maceracılar San Remo’da kaldıkları sürece onların bütün masraflarını da Vahdettin karşılamıştır. San Ramo’ya gelerek Vahdettin’i ziyaret eden Vehip Paşa, Gümülcineli İsmail, eski İç İşleri Bakanlarından Mehmet Ali Bey “Atatürk’ün hakkından gelmek için” Vahdettin’den para istemişler, Vahdettin de bu hainlere 2000 İngiliz lirası vermiştir. Ayrıca, bir Yunan albayıyla birlikte Vahdettin’i ziyaret etmeye gelen “Atatürk düşmanı” Mevlanzade Rıfat, Yunanistan’la birlikte Ankara’ya karşı bir anlaşma yapmak istediğini bildirerek Vahdettin’den para sızdırmıştır. Hatta San Remo’da Vahdettin’e bağlı Türkiye karşıtı Tarikat-ı Selahiye adlı bir örgüt kurulmuştur. Bu örgütün, Vahdettin’le yurt dışına gitmekten pişman olan ve Türkiye’ye dönmek isteyen Dr. Reşat Paşa’yı öldürdüğü iddia edilmiştir. Yılmaz Çetiner, Vahdettin’in, oğlu Ertuğrul Efendi’nin öğrenimi için ayırdığı 5000 lirayı bile Türkiye Cumhuriyeti’ne ve Atatürk’e karşı “teşkilat” yapmak için geldiklerini söyleyen bu kişilere verdiğini belirtmiştir.
Atilla İlhan, Vahdettin’in yurt dışındayken, Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı tertiplerin içinde yer aldığını şöyle ifade etmiştir. “Sevr Antlaşması’nı imzalayan Rıza Tevfik o kadarla kalsa iyi, Vahdettin’i Hilafet ve saltanat tahtına iade etmek amacıyla… faaliyet gösteren Hilafet-i Kübra Cemiyeti’nin de gözdesiydi. Bu cemiyetin icra komitesi Romanya’da… bir toplantı yapıyor, aldığı karar, Başkan Mehmet Ali Bey’in San Remo’da bulunan Zat-ı Şahane’ye müstakbel bir kabine önerilme-sidir ki, üyeler arasında adı geçen Dahiliye Nazırı olarak gösterilmiş, Vahdettin’in onayı alınmıştı. Ne demek bu? Milli Mücadele başarılı olmuş, ülkede yeni bir düzen kurulmuş, onlar hala bir karşı inkılap tertibi içindedirler. Yani nehir Ankara’ya ters akıyor. Şeyh Sait İsyanı’nda bu kanadın, isyanın beyni sayılan Şeyh Seyit Abdülkadir’le irtibatı meydana çıkıyor. İddiaya bakılırsa Şeyh Sait’in iki oğlundan birisi, yurt dışında Zat-ı Şahane ile, öbürü yurt içinde Şeyh Abdülkadir’le temas halindeymiş! İsyanın gerekçesine gelince, onu o sırada asilerin halka dağıttıkları bir beyannameden okuyalım: ‘…Halife sizi bekliyor. Halifesiz Müslümanlık olmaz. Hiçbir halife memleketten çıkartılamaz. Şeriatımız dindir. Şeriat isteyiniz. Şimdiki hükümet durmadan dinsizlik yaymaktadır. Kadınlar çıplaktır. Mekteplerde dinsizlik ilerliyor.’ Vahdettin, biraz da çevresini saran Türkiye ve Atatürk düşmanlarının etkisiyle, yurt dışındayken de “ihanette” sınır tanımamıştır. Öyle ki, Cumhuriyet Türkiye’sini ABD’ye şikayet ederek ABD’den bile yardım istemiştir.
VAHDETTİN’DEN ABD BAŞKANINA MEKTUP
Vahdettin, San-Remo’da bulunduğu günlerde ABD Başkanı’na bir mektup yazmıştır. Bu mektup, Halis Reşat Bey tarafından Paris’te bulunan Amerikan elçiliğine teslim edilmiştir. Elçilik de bu mektubun orijinalini ve İngilizce çevirisini I5 Nisan 1924 tarihli yazısıyla Washington’a göndermiştir.
Vahdettin’in mektubu Amerika Birleşik Devletleri Ulusal Arşivi’nde 86700/1788 numarada kayıtlıdır.
İşte o ibretlik, tarihi mektup:
“Amerika Cemahir-i Müttefikiye Reisi Mösyo Coolidge Cenahlarına Siyasi olayların ve gelişmelerin tüm iç yüzünü, hangi nedenlerden dolayı Saltanat merkezimi geçici bir süre için terk etmek zorunda kaldığımı biliyorsunuz. Bu konuda ayrıntılı bilgi sunmayı gereksiz görüyorum.Bu süresiz uzaklaşmanın, bahadan kalma sahip olduğum Saltanat ve Hilafet makamından vazgeçtiğim anlamına gelmeyeceği açıktır. Ankara meclisi gibi bir isyancı fitnenin hu konuda alacağı tüm kararların geçersiz olacağını bildiririm. Şöyle ki; İslam Hilafetinin Osmanlı Saltanatı’ndan soyutlanması ve ayrılması ve Hilafetin tümüyle kaldırılması dini, kavmiyeti, vatanı belirsiz ve karışık askerlerden ve öteki sınıflardan oluşan küçük bir şer zümresinin kısmen zorla ve kısmen bilgisizlik ve gafletle yönlendirdiği beş-altı milyonluk Türk kavminin yetki alanı içinde değildir. Bu ancak tüm İslam dünyasınca atanan uzman kişilerden oluşan bir meclisin toplanması ve tüm din bilginlerinin ortak kararı ile çözümlenecek büyük bir evrensel sorundur. İslam bilginlerinin bildiği üzere şeriata aykırı kararlar herhangi makamdan olursa olsun sonuçsuz kalmaya mahkumdur. Bundan başka bu durumun, içinde bulunulan koşullarda İslam dünyasında sonuçları pek vahim olabilecek büyük bir heyecana yol açacaktır. Ayrıca gelişmiş ülkelerin iç güvenliklerine de büyük bir etki yapacaktır. Hanedanımın ileri gelenleri aleyhinde Ankara meclisi tarafından kabul edilen sürgün ve kovma, emlakine ve bireysel mallarına el koyma gibi haksız kararları hanedanım bireylerini, insan ve kişilik haklarından soyutlar mahiyettedir.Bu konuda yüce kişiliğiniz ve cumhuriyet hükümetiniz tarafından olanaklar ölçüsünde yapılabilecek yardımları pek değerli sayacağımı açıklamaya gerek yoktur. Bu vesile ile sağlıklı olmanızı yüce haktan niyaz eylerim.
13 Mart 1924. Mehmed Vahideddin”
Vahdettin’in 1924 yılında ABD Başkanı’na yazdığı bu mektup, Vahdettin’i aklayıp “Büyük vatan dostu!” yapmaya çalışanların fena halde yanıldıklarını gözler önüne sermektedir. Bu belge, Vahdettin’in Kurtuluş Savaşı sırasındaki hıyanetleri bir yana, asıl büyük “hıyanetini” San Remo’daki sürgün günlerinde yaptığını göstermektedir.Vahdettin’in ABD Başkanı’na yazdığı mektuptaki bazı ifadeleri “hıyanetin” yazıya dökülüş, belgelenmiş halidir. Bakın ne diyor Vahdettin:
• “Saltanat merkezini geçici bir süre terk etmek zorunda kaldım!”
• “Saltanat ve Hilafet makamından vazgeçmiş değilim!”
• “Ankara Meclisi, bir isyancı fitnedir ve alacağı bütün kararlar geçersizdir!”
• “Türkiye Büyük Millet Meclisi dini, ırkı, vatanı belirsiz ve karışık askerlerden ve öteki sınıflardan oluşan küçük bir şer zümresidir.”
• “Saltanatla Hilafetin birbirinden ayrılıp kaldırılması, bu şer zümresinin kısmen zorla ve kısmen bilgisizlik ve gafletle yönlendirdiği beş-altı milyonluk Türk milletinin yetki alanı içinde değildir.”
• “Saltanatın ve Hilafetin kaldırılması şeriata aykırıdır! İslam bilginlerinin bildiği üzere şeriata aykırı kararlar herhangi makamdan olursa olsun sonuçsuz kalmaya mahkumdur.”
• “Hilafetin kaldırılması gelişmiş ülkelerin iç güvenliklerine büyük etki yapacaktır!”
• “Hanedanımın ileri gelenleri aleyhinde Ankara meclisi tarafından kabul edilen sürgün ve kovma, emlakine ve bireysel mallarına el koyma gibi haksız kararları insan haklarına aykırıdır.”
• “Bu konuda ABD Başkanının yapacağı yardımları pek değerli sayarım!”
İşte, yurt dışında bulunduğu sırada Türkiye ve Atatürk aleyhine hiçbir olumsuz işe girişmediği söylenen Vahdettin’in Türkiye karşıtı bazı marifetleri! Ayrıca İngiliz arşivlerinde ele geçirilen bazı belgeler, Vahdettin’in Avrupa’dayken İngiliz yetkililerine yazdığı bazı mektuplarda Atatürk için, “küfre varan derecede ağır ifadeler” kullandığı görülmüştür. “Vahdettin, Atatürk’e bir bakıma düşman, çünkü Atatürk onu tahtından indirdi, saltanatına son verdi…”
Vahdettin’in paralarının suyunu çekmesini sağlayan son etken, yaveri Zeki’nin San Remo’daki rezillikleridir. “Ele geçirdiği serveti, vur patlasın çal oynasın, har vurup harman savurmuş, delice bir hırsla giyime ve içkiye harcamış, sonunda kumarda bitirmiştir.”
MEMLEKETİN PARASI VAHDETTİN’E VERİLMEZ
Vahdettin’in parasız kaldığı o günlerde bir Osmanlı generali Atatürk’ten yardım istemiştir. Hasan Rıza Soyak’a göre Vahdettin’in para sıkıntısını anlatan generalin mektubunu alan Atatürk, üzülmüş ve hatta gözleri yaşararak şunları söylemiştir: “Gördün mü dünyanın halini çocuk? Nerde o görkem, nerede o ululuk, nerede o saltanat! Şimdi hepsinin yerinde yeller esiyor. Bu alemde hiçbir şeye güvenilmez! Nasıl yardım edilebilir? Benim kişisel servetim yok ki, devlet hazinesi ise fakir! Hem zengin bile olsa oradan yardıma hiç hakkımız yok. Memleketin en bayındır yerleri, özellikle son ölüm kalım mücadelemizde yıkıntıya uğradı. Söz konusu olan kişinin de yanılgıları yüzünden vatan hak ve savunması için boğuşma zorunda kalarak şehit olan memleket bireyleri, arkalarında yüz binlerce yetim ve kimsesiz insan bırakmış bulunuyor. Devlet gelirlerini ancak memleketin bayındırlığına ve bu zavallıları yaşatmaya harcayabiliriz. Onun için bu konuyu bırakalım çocuk. Yalnız mektubu bir belge olarak özellikle sakla.”
Vahdettin, 15/16 Mayıs 1926 gecesi, kalp krizinden ölmüştür. Ailesinin isteği üzerine otopsi yapılarak cenazesi Şam’a nakledilmek istenmiş, ancak 120.000 lira borcu olduğu için İtalyan alacaklıları tarafından cenazesine haciz konulmuş ve bu yüzden cenaze bir ay evde kalmıştır: Bir ay sonra kızı Sabiha Sultan para bularak cenazeyi Şam’a naklettirmiş ve Vahdettin’in cenazesi burada Sultan Selim Camii’nin bahçesine defnedilmiştir.
HAİNİN DİBİ: VAHDETTİN:
Vahdettin’in Atatürk’ü “Kurtuluş Savaşı’nı başlatması için değil de, tam tersine başlamış olan yerel direnişleri sonlandırması, Mondros Ateşkes Antlaşması’na uygun olarak dağıtılmamış orduları dağıtması, silahları toplaması için” Anadolu’ya göndermesi (Bunu Vahdettin’den 21 Nisan 1919 tarihli bir notayla İngilizler istemiştir,o da İngilizlerin bu isteğini yerine getirmiştir.) Vahdettin’in kurtuluştan anladığı İNGİLİZLERİN MERHAMETİNE SIĞINMAKTIR. Bu nedenle Samsun’a hareket etmeden önce Atatürk’e “Paşa Paşa devleti kuratarabilirsin” derken aslında”İNGİLİZLERİN DEDİKLERİNİ YAPARSAN, ONLARI MEMNUN EDERSEN devleti kurtarısın” demek istemiştir. Bunu sonraki gelişmeler doğrulamıştır. Atatürk, Anadolu’ya geçip Vahdettin’in kendisine verdiği görevin tam tersine Kurtuluş Savaşı’nı başlatır başlatmaz Vahdettin’in Atatürk’ü İstanbul’a geri çağırması, Atatürk gelmeyince onu görevden alması (Bu yüzden Atatürk askerlikten istifa edip sine-i millete dönmüştür). Anadolu’daki asker, sivil yöneticilere Atatürk’ün tutuklanması talimatını verenlere ses çıkarmaması. Kurtuluş Savaşı sırasında ülkenin bütün yönetimi fiili olarak İngilizlere bırakması, İngilizlerin işini kolaylaştırması, İngilizlerle yaptığı görüşmelerde Atatürk’e hakaretler ederek Atatürk’ün ortadan kaldırılmasını istemesi, Kurtuluş Savaşı yazışmalarını çaldırıp İngilizlere teslim etmesi, İngilizlerin isteği doğrultusunda Atatürk’ü TBMM içinde yapılacak bir darbeyle devirmek için Atatürk’ün Kazım Karabekir, Rauf Orbay gibi yakın silah arkadaşlarıyla temas kurup, onları Atatürk’e karşı kışkırtması, Büyük Taarruz’dan bir hafta önce bile İngilizlerle görüşerek Anadolu’daki milli harekete karşı, Atatürk’e karşı İngilizlerin desteğini istemesi, İngilizleri milliyetçilere saldırtmaya çalışması, İngiliz kuklası hain Damat Ferit’i beş defa sadrazam yapması, Türkiye’yi parçalayan SEVR ANTLAŞMASI’nı imzalatması, Anadolu’da Haçlı emperyalizmine karşı mücadele eden Kuvayı Milliye’ye karşı Haçlı emperyalizmine destek olmak için paralı KUVAYI İNZİBATİYE (HALİFELİK ORDUSU)’nu kurması, ayrıca hain Damat Ferit Hükümeti ile birlikte Atatürk’ü ve silah arkadaşlarını “dinsiz-zındık” ilan eden fetvanın yayınlanmasına ses çıkarmamış olması, Atatürk’ün idam fermanını ımzalamış olması, Atatürk’ün rütbelerini-nişanlarını söktürmesi, Damat Ferit’le birlikte Anadolu halkını kışkırtıp Anadolu’da “İÇ SAVAŞ” başlatması (isyanlar vs.), dahası Kurtuluş Savaşı’ndan sonra HALİFELİK sıfatıya İngilizlere sığınarak kaçması ve böylece İngilizlerin Halifeliği kullanmalarına olanak yaratması,ülke dışında olduğu zamanlarda sürekli Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk düşmanlarıyla temas kurarak Atatürk’e ve Türkiye’ye yönelik haince planlar içinde olması, Vahdettin’in HAİNİN DİBİ olduğunun işaretidir.
Vahdettin’in bu ihanetleri nedeniyle TBMM daha 1920 yılında yaptığı bir gizli oturumda Vahdettin’e “HAİN” damgasını yapıştırmıştır. Vahdettin’e çok sonraları Kemalistler “hain” dememiş, daha 1920’de TBMM “HAİN” demiştir. Atatürk de 1920’de TBMM’de gizli oturumlardaki konuşmalarında “HANİN VAHDETTİN” ifadesini kullanmış, 1927’de kaleme aldığı NUTUK’ta ise Vahdettin’e hem “HAİN” hem de “SOYSUZLAŞMIŞ YARATIK” demiştir. ABD’nin BOP’una uygun olarak tarihi yeniden yazanların hainleri kahraman, kahramanları hain yapmasına şaşırmamak gerekir!
(Bo konunun ayrıntıları için bkz. Sinan Meydan, Cumhuriyet Tarihi Yalanları, 1. Kitap, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2010.)
Sinan Meydan / Bütün Dünya Dergisi
Odatv.com