1-TRT BELGESEL Osmanlı izlerini takibe devam ediyor.
2-Türklüğümü sorgulayanlara …
3- Mülteci sorununda bilinmeyenler
4- Mersin’in haber ve yorum üstadı: Erdal Akalın
5- Türkiye’den aldığı şeref madalyasını iade eden tarihçi
Erik Jan Zürcher’in gerçek yüzü…
6- Amsterdam Biyografi Okumalarında Arif Nihat Asya
anlatıldı
TRT BELGESEL Osmanlı izlerini takibe devam ediyor
İlk yayın 4 haziran cumartesi akşam TS ile saat 23.30’da, Avrupa saatiyle 22.30’da
AMSTERDAM /İZMİR (ÇAYPRESS/AJANS) – TRT BELGESEL KANALI’nın daha önce hazırlayıp yayınladığı ‘Uzaktaki Dostlar’ adlı beş bölümlük serinin ardından, şimdi de 8 ülkeyi kapsayan yeni bir seri tamamlandı.
10 ülkeyi kapsayacak olan İZLER programının ilk çekimleri Macaristan ve Viyana’da yapıldı. Fotoğrafta soldan sağa kameraman Orhan Aybertürk, prodüktör İsmail Elden, işadamı ve fahri konsolos Osman Şahbaz, danışman ve sunucu İlhan Karaçay, yönetmen Sacit Şahin ve kameraman Mehmet Türkoğlu görülüyor
Prodüktör İsmail Elden, yönetmen Sacit Şahin, program danışmanı ve sunucu İlhan Karaçay tarafından hazırlanan ‘Uzaktaki Dostlar’ adlı belgeselin, gerek yurtiçi ve gerekse yurtdışındaki yurttaşlarımız tarafından çok beğenilmesi ve yayınların tekrarlanması için yoğun istek gelmesi üzerine harekete geçen TRT BELGESEL KANALI, Osmanlı izlerini takip etmek için bu kez 8 ülkede çalışmalar yaptı.
Osmanlı-Türk-İslam medeniyetinin küresel izlerini ve etkilerini ortaya seren bu programlar, Macaristan, Avusturya, Almanya, Hollanda, Belçika, Fransa, İtalya, İspanya’da çekildi.
İsterseniz, önce ‘Uzaktaki Dostlar’ adlı beş bölümlük programlarda hangi konulara yer verildiğini bir hatırlayalım:
Hollanda’daki bir köye neden ‘Türkiye’ adının verildiğini, Belçika’daki bir köy halkının her yıl neden Türk festivali yaparak Türkler gibi yaşadığını, İtalya’da bir köy halkının da aynı şekilde her yıl Türk Festivali düzenleyip Türkler gibi yaşadıklarını, Fransa’da pek çok yere Osmanville, Turqueville. Turquestein ve Turkheim adlarının verildiğini, İspanya’da Sax kasabasında her yıl düzenlenen festivalin en büyük ve görkemli grubunun İspanyol Türkler olduğunu, Corpanse de Turcos adlı bu grubun 1920’de Atatürk’ün istiklal savaşı galibiyetine sempati duyan İspanyollar tarafından kurulduğunu ve o günden bu güne muhteşem bir binada yerleşmiş olduklarını gittik, gördük ve yaşadık.
Avrupa’da gördüklerimiz sadece ‘Turkiye’ ve ‘Turquestein’ gibi tabelalardan ibaret değildi tabii…
Fransa’nın Caen kentindeki ‘Passage Du Grand Turc’ isimli bir pasaj avlusunun duvarında, tam 6 metre büyüklüğünde iki Osmanlı figürünün 5 asırdır nasıl silinmediğini ve buraya gelen ziyaretçilerin bu muhteşem figürleri hala hayranlıkla nasıl izlediklerini de gördük.
Avrupa’daki Türkiye ve Türk izleri tabii ki bunlarla sınırlı değil.
Son olarak gittiğimiz İspanya’da her yıl şubat ayının başında yapılan bir Türk Festivali var. Valencia bölgesindeki Sax kasabasında yapılan bu festivalin neden yapıldığı hakkındaki gerçekler de çok ilginç. Bu festivalin 400 yıl önceki nedeni, Hıristiyanlar’ın Müslümanlar’a karşı elde ettikleri galibiyete dayanıyor. Festivalin nefret ve intikam kokan havası, 300 yıl sonra 1920 yılında birden bire değişiyor.
Daha önceki kutlamalarda, Hıristiyanlar’ın Müslümanları çok kanlı bir şekilde mağlup etme sahneleri ağırlıklı iken, 1920 yılında, Atatürk’ün Anadolu’da elde ettiği zaferlere gıpta ile bakan bir grup İspanyol, bu festivale, ‘Comparsa de Turcos’, yani Türk Grubu adlı bir ekip ile katılma kararı almış. O yıldan bu yana da festivalin kin ve intikam kokan havası, dostluk ve sevgiye dönüşmüş.
8 ülkeyi kapsayan İZLER’deki konular
Prodüktör İsmail Elden, yönetmen Sacit Şahin ve program danışmanı ve sunucu İlhan Karaçay tarafından hazırlanacak olan İZLER programı, Türkiye’nin yeni dönemde küresel etkisi olan bir devlet olma isteğini destekleyen bir içerikle düşünülmüştür. Konular bir araya geldiğinde Osmanlı-Türk ve İslam medeniyetinin küresel izlerini ve etkilerini ortaya çıkarmaktadır. Mesela Bizde 19. Yüzyılda batı kültürünün etkisinin artmaya başladığı bilinirken, 17 ve 18. Yüzyılda batıda özellikle Fransa’da başlayan güçlü bir Osmanlı kültürü etkisi pek bilinmemektedir. O yıllarda saraylarda bile kadınlar Osmanlı kıyafeti giymeye başlamıştı. Bunun bir çok tabloda açık örnekleri vardır. Bu akıma ‘Turquerie’ demekteydiler. Bunun izleyiciler tarafından bilinmesi yeniden bir Türk modasına geçilebileceğinin de ihtimalini ortaya koyar.
Program danışmanı ve sunucu İlhan Karaçay Estargon Kalesi önünde.
Macaristan’daki Estargon Kalesi’nin bu görüntüsü, Tuna Nehri’nin Slovakya yakasından çekilmiştir
İZLER’de işlenen konular aşağıdadır
Avusturya-Macaristan:
1- İki yılda bir Macaristan’ın Bugaç kentinde düzenlenen ve 2012 yılında iki yüz binden fazla insanın katıldığı Turan festivali. Festivale Türklerin yaşadığı tüm bölgelerden (Türkiye dahil) katılım gerçekleşmektedir.
2- Sekeller… Kuzeyden gelen özel bir Türk halkı… Hala Romanya ve Macaristan’da yaşamaktadırlar. Katolik Hıristiyandırlar. Ayrıca bugünkü Macaristan’da bir bölge Kumanların adını taşımaktadır.
3- Budin’de geriye kalanlar. Budin’deki yüzlerce Türk eserinden bir kaçı geriye kalmış. Osmanlı Avrupa politikasında Budin’in önemi neydi? Karşısındaki Peşte ile farkı neydi… Budin ele geçmeden yıllarca önce Macaristan kralı neden Fatih’e dayanışma için özel ilgi gösteriyordu?
4- Gül Baba’nın Türbesi ve Balkan Müslümanlığındaki önemi. Galatasaray’la bağı…
5- İki Viyana kuşatmasının günümüze kalan izleri. Müzedeki objeler ve günlük hayatta hala devam eden izler… Sadece bu savaş için ordu hareket halindeyken yapılan büyük köprü.
6- Karlofça antlaşmasının yapıldığı yer ve antlaşmanın önemi.
7- 16. Yüzyılda Osmanlı- Habsburg rekabetinin Avrupa siyasetine yansıması. Sadece burada değil belki daha fazla Fransa Hollanda ve İspanya’da yansımaları olan bir konudur. Bu konu işlenirken diğer ülkelerdeki durumda ele alınacak. Örneğin kapitülasyonların ilk kez Fransa’ya verilmesinde bu küresel rekabetin izleri vardır. Kanuni Fransa’yı Habsburglar karşısında güçlendirmek için bugün ABD’nin Ürdün’e yaptığı gibi bazı ayrıcalıklar tanımıştı.
Almanya:
1- Schwetzingen Camii, Almanya’nın ilk camisi… Schwetzingen Sarayı bahçesinde bulunan caminin ilk kısmı 1776-1793 yılları arasında sarayın Türk Bahçesi bölümünde iki minareli olarak inşa edilmişti.
2- Dresten’deki tütün fabrikası… Burası bir memluk camii formunda inşa edildi. Şimdi farklı maksatla hala kullanılmaktadır. Buranın ilk açılışında işçiler Osmanlı Türkiye’sinden getirildi. Aynı zamanda uzmanlar da getirilerek Almanya’ya ilk işçi ve beyin göçü başladı. Almanya’da yaşayan Türkler bu binayı alıp cami yapmak istiyorlar. Yenice marka eski Türk sigaraları ilk olarak burada yapılmıştı.
3- Goethe’nin ataları olan Zoltan sülalesi… Sülalenin Türk olduğu ve sultan isminin Zoltan olarak soyadı haline geldiği ve günümüzde de hala yaşayan Zoltan soyadlı kişilerin var olduğu bilinmektedir.
4- Anna Grosser Rilke… Avrupa saraylarında krallara konser veren büyük piyanist, ömrünün 35 yılını İstanbul’da geçirdi ve 2. Abdulhamid’in huzurunda konserler verdi. İstanbul aşığı olan Rilke’nin öyküsü…
5- Çanakkale cephesi 5. Ordu komutanı Liman von Sanders ve kızı Doris Mayr’in Demokrat Parti dönemine uzanan ilginç öyküsü…
İtalya:
1- Azinora adasında 8,5 ay geçiren Türk esirler. Ruslar tarafından esir edildiler. Japonlara verildiler, Japonlar esirleri gemiyle Türkiye’ye gönderdi.
Birinci Dünya Savaşı’ndan dolayı Ege’de alıkonuldular. 8,5 ay gemide bekletildikten sonra Azinora adasına getirildiler. Esir edildikten 4 yıl sonra sağ kalanlar yurtlarına döndüler.
2- Otranto seferinden kalanlar.
3- Napoli’de turistlerin çok rağbet ettiği Türk mağarası ve leventlere dayanan öyküsü.
4- Sicilya’da İslam’ın 150 yılı…
5- Ceneviz ve Venedik’teki Osmanlı izleri. Türk hanı, Venedik festivalinin açılışında anılan Türk gösterisi… Osmanlı ticari mallarının Avrupa’ya nakledildiği yerler ve hikayesi. 17. Yüzyıl tablolarında Venedik sokaklarında görülen Türk tüccarlar.
6- Leonardo Da Vinci’nin tasarladığı Galata köprüsünün öyküsü ve İstanbul belediyesinin onu gerçekleştirme girişimi.
7- İtalya’da Roma’ya 200 km uzaklıkta 13. Yüzyılda 80 yıl Müslümanlar tarafından yönetilmiş kent ve ilginç öyküsü.
Fransa:
1-Sultan Cem için yaptırılan Türk turistlerin bilmediği Zizim kulesi ve Cem’in Fransa yılları. Orada kalan maiyetinin bugün hala yaşayan ardılları. Zizim Cem Sultanın Fransızlarca kullanılan adıdır. Kule bugün müze olarak faaliyet göstermektedir.
2- Attila’nın otağı. Sn. Dizier yakınlarında bu bölgede Attila aylarca kamp kurmuştu. Yakın zamanlarda keşfedilen yer, kültür turizmi çerçevesinde ziyaret edilmekte fakat Türkler tarafından pek bilinmemektedir.
3- Barbaros Hayrettin Paşa komutasındaki Türk donanmasının 6 ay kaldığı Toulon. Orada bu süre zarfında bugün hala kullanılan bir kilise camiye çevrilmişti ve Toulon’u 6 ay Barbaros yönetmişti.
4- Jöntürkler’in Paris’i… Jöntürkler’in Paris’te yaşadığı mekanları ve hayatlarını kitaplaştıran yazar eşliğinde Paris sokakları ve mekanlar.
5- Bir Türkiye fotoğrafçısı Albert Gabriel… Hayatının büyük bir kısmını Türkiye’de geçiren ve İstanbul Üniversitesinde öğretim üyeliği yapan Türk dostu Gabriel’in ölümünden sonra evi müze hainle getirildi. Müzede Türkiye’de kaldığı sürede çektiği fotoğraflar ve diğer eserler yer almaktadır.
İspanya:
1- Servantes’in Türklere esir düşmesi ve öyküsü… Don Kişot’ta bu öykünün izleri…
2- Gırnata’nın düşüşü ve İspanyol Müslümanlarının bir kısmının Yahudilerle birlikte Türkiye’ye getirilip Balat’a yerleştirilmesinin öyküsü. Balat’ın bir yakasına Müslümanlar, diğer yakasına Yahudiler yerleştirilmişti. 2. Beyazıt onlar için İspanyollar kendi değerlerini bize kaptırdı demiştir.
3- Tarık Bin Ziyad İspanya’ya neden geçti? İspanya Müslümanlığının başlangıcı… Bu ilginç bir öyküdür. Aslında Müslümanlar İspanya’daki yerel güçlerin iç çekişmesi sırasında oradakiler tarafından davet edilmiş fakat orada doğan iktidar boşluğunun giderilmesi için bu geçiş kalıcı bir yönetime dönüşmüştür. Böylece İslam aydınlanmasının Avrupa ayağı vücut bulmuştur.
4- İki aydının üzerinden Kurtuba’da evrensel bilim ve tasavvuf: Müslüman İbni Arabi ve Yahudi İbni Meymun. Bu iki düşünür birbirleriyle fikir alışverişinde bulunurdu. Ayrıca İbni Meymun Arapça eserler de yazdı. Yine İbni Rüşd onlarla aynı dönemde yaşadı. İslam’ın İspanya’daki altın çağının bu düşünürler üzerinden tarifi.
5- Gırnata’da günümüze kadar korunan İslam Mahallesi Elbayzin. Elhamra’yla karşılıklı hala bakışmaktadırlar. Son yıllarda kuzey Afrika’dan bazı geri dönüşler yaşanmaktadır. Şu anda Gırnata’da kent merkezinde Kuzey Afrikalıların oluşturduğu bir mahalle ortaya çıkmıştır .
Hollanda-Belçika:
1-Hollanda’da 400 yıl müzesi ve öyküsü.
2- Hollanda Levantenlerinin devam eden nesilleri üzerinden Türk Avrupa ticaretinin öyküsü…
3- Hollanda’da tamamen yerli kökenli kişilerden oluşan Türk Sanat Müziği gurubu ve öyküsü…
4- Türk Hollanda resmi ilişkilerinden de eskiye dayanan lalenin Hollanda’ya götürülüşü Busbeck’in İstanbul günleri ve bu götürülüşün 400 yılını anmak için bir atlı arabayla yeniden yapılan İstanbul-Amsterdam seyahati.
5- Belçika’da Barış Manço müzesi ve Belçika günleri… Orada yaşayan vatandaşların müzeyi yaşatma çabaları. Barış Manço’nun Belçika’da yaşadığı ve ölümsüz eserlerinin bir çoğunu bestelediği ev ve eşyalar Belçika Türklerinin girişimleriyle satın alındı.
6- Haçlı seferlerini başlatan Prens Billion ve seferin başlangıç yeri olan ve heykelinin bulunduğu nokta.
7- Abdulhamit’in Abdulaziz’le birlikte yaptığı Belçika seyahatinin yaşayan izleri…
8- Lale devri ressamı Jean Baptiste van Mour
9- Hollanda’da unutulan ve orada vefat eden büyükelçimizin öyküsü…
10- Hoorn’daki kahve evi…
İzmir ve İstanbul’da birkaç kuşak yaşamış Levantenlerin torunları ve aileden kalanlar.
*****
TÜRKLÜĞÜMÜ SORGULAYANLARA …
Çok uzun bir yazı olacak ama, kafaları zonklatacak pek çok yeni şeyler öğreneceksiniz
49 Yıldır yaşadağım Hollanda’da, çok sık olmasa da bazen Türklüğümü sorgulayanlar olmuştur.Ben ise bu sorgulamaya hiç karşılık vermemişimdir. ‘İt ürür, kervan yürür’ misali ama, kimseye de ‘İt’ yakıştırması yapmamışımdır.
Fotoğrafta, Türk bayrağı altında verdiğim bu poz ile Türk olduğumu dünyaya ilan ediyorum.
Her nekadar bana ve soyuma ‘Arap çocuğu, Arap uşağı, Fellah, Kızılbaş-Alevi’ diye horlama yapılmasına rağmen.
Türkiye’de çocukluğum ve gençliğimi içeren sadece 24 yıl yaşadım. Hollanda’da ise 49 yıl. Daha uzujn bir süre yaşadığım Hollanda’da, Hollanda tabiyetine geçtim ve ‘Hollandalı’ olmaya çalıştım ama, bunu beceremedim. Aslında becerebilirdim ama, Hollandalılar’ın bizleri daha başka türlü horlamaları nedeniyle bu beceriyi gösteremedim.
Bu satırlar ile nereye varmak istiyorum biliyor musunuz?
Aslında varmak istediğim birkaç konu var.
Birincisi ırkçılık konusu.
İkincisi, anavatan- babavatan konusu.
Üçüncüsü ‘Devlet Baba’ konusu…
Irkıçılık konusu:
Ülkemize göç eden miyonlarca Suriyeli mültecinin, mülteci kamplarından başka, tüm kentlerimizde içimize karışmış olmaları, bazılarını rahatsız etmektedir. Rahatsız olanlar haklıdırlar. Tıpkı, bizlerin 50 yıl önce Avrupa’ya göç edişimiz sırasında rahatsızlık duyan Avrupalılar’ın haklılığı gibi.
Biz, Avrupa’ya ekonomik zorunluluk nedeniyle göç etmiştik. Aslında, işgücüne ihtiyacı olan Avrupalılar bizleri oraya taşımışlardı. Onlar açısından taşıdıkları da iyi oldu. Zira biz, onların ekonomilerini ve endüstrilerini güçlendirmiştik. Bizim Avrupalılar’a böylesi bir yarar sağlamamız bile, Avrupalılar’ın bize ırkçılık yapmalarına mani olamamıştır.
Yararımızı bildikleri halde halkın büyük bir kesimi, politikacılar ve medya ırkçılık politikasını hala sürdürmektedir.
Doğrudur, biz, Avrupalılar’ın yaşam biçimlerini değiştirdik. Onlardan başka giyindik, onlardan başka yedik ve onlardan başka eğlendik. Onlardan çok çalıştığımız için mali yönden biz de güçlendik. İş sahibi olduk. Diploma sahibi olduk. Diplomalarımız ile köşe başlarına oturduk. İş becerimiz ile yüzbini aşkın işyeri kurduk.
Önce mescitlerimiz oldu. Sonra minareli camilerimiz. Dernekleşme yolunu seçtik, sonra da Federasyonlar altında toplandık. Siyasi ve dini seçeneklerimiz de oldu. Önceleri sadece ekmek peşindeydik. Sonraları dini ve siyasi inanç kavgasına da girdik.
Yaşam tarzımızda değişiklikler de oldu. Kiminin hoşuna gitti bu değişiklik, kiminin hoşuna gitmedi.
Avrupalılar’ın horlamaları yetmezmiş gibi, artık birbirimizi horlamaya başladık.
İşte bu durum dahi, her halükarda Avrupalılar’ın hoşuna gitmiyor.
Horlama işlemi de sürüyor.
Suriyeli mültecilere gelince: Bu insanlar, ekonomik göçe değil, siyasi göçe zorlanmışlardır. Hatta siyasi göçten de fazla, ölmemek, yaşamak için göç etmişlerdir. Devletimiz bu insanlar için en büyük insani görevi yerine getirmiştir. Peki ya halkımız? Buraya göç eden bu insanların iç dünyalarını görebilmişler midir? Çoluk çocuk milyonlarca insanın, sırf emperyalist güçlerin kurbanı oldukları hesaba katılmış mıdır?
Aramızda gezen Suriyeliler’den rahatsızlık duyup horlama sesleri çıkaranlar, bu insanların da yaşama hakları olduğunu hesaba katmışlar mıdır?
Sosyal medyada bu konuda pek çok reaksiyonlar görüyorum. Hatta afiş düzenleyenler bile var.
Bu afişli söylemlerde ırkçılık yatıyor.
Doğrudur, Suriyeli bizim gibi giyinmiyor, bizim gibi yemiyor ve bizim gibi yaşamıyor.
Tıpkı bizim Avrupa’ya ilk göç edenlerimiz gibi…
Doğruduır, biz Avrupalılar’a emek gücümüz ile fayda sağlıyorduk. Avruaplı da bizim değişik yaşam tarzımıza katlanmalıydı.
Ya Suriyeli ?
Biz Suriyeli’nin yaşam tarzına katlanmalı mıyız?
Evet, biz de Suriyeli’nin yaşam tarzına katlanmalıyız.
Zira, Suriyelileri göçe zorlayan emperyalist güçlere yardım eden bir devletimiz var.
Suriye’de Esat rejiminin mi, yoksa muhaliflerin mi haklı olup olmadıkları bizi hiç ilgilendirmemeliydi.
Her ülke gibi, Suriye de bu sorunu kendi içinde çözümlemeliydi.
Ama öyle olmadı. Emperyalist güçler öylesine kararlıydılar ki, ezeli düşman olan ABD ile Rusya bile bu konuda çıkar ortaklığı kurmuşlardır. Bırakın artık İsrail’i…
Ben şahsen, eşim ile son iki aymı geçirdiğim Mersin’de, Suriyeli manzaraları ile yaşıyorum. Pek çok şeye şahit oluyorum. Suriyeliler’in nasıl horlandıklarını görüyor ve üzülüyorum.
Tabii ki her toplumda olduğu gibi, Suriyeli toplumu içinde de çürük elmalar vardır. Ama bu çürük elmalar nedeniyle Suriyeliler’in tümünden nefret edilemez.
Mersin Esnaf ve Sanatkarlar Odası Birliği’nin açıklamasına göre, sadece Mersin’de 320 bin Suriyeli yaşıyor. Kentte tyam 700 Suriyeli işyeri açmış. Buna karşın 1.250 Türk işyerini kapatmak mecburiyetinde kalmış. Mersin sokakları Arapça işyeri levhaları ile Şam’ı andırıyormuş. Bu durum da pek çok insanı kızdırıyormuş.
Peki ne beklenmeliydi?
320 bin Suriyeli’nin yaşadığı bir kentte, 700 işyeri açan Suriyeli kendi vatandaşlarına hizmet edemeyecek mi? Göçmenliğin cilvesi değil mi bu?
Bugün Avrupa’da ve dünyanın dört bir yanında Türkler tarafından faaliyete sokulan yüzbinlerce işyeri yok mu? Avrupa kentlerindeki sokaklar Türk işyerleri ile dolu değil mi?
Bir zamanlar, Brüksel Belediyesi, dükkanlara Türk isimleri konulmasını yasaklamıştı. Tabelalarda Afyon Fırını, Emirdağ Bakkalı, Kayseri Kasabı gibi isimler kaldırılmıştı. O zaman çalıştığım Hürriyet Gazetesi adına Brüksel’e gittim ve Belediye Başkanı ile görüştüm. ‘Yaptığınız ırkçılık değil mi?’ diye sordum. Başkan yapılan yanlışı anladı ve Türkçe tabela yasağını kaldırdı.
Ne yani, şimdi biz Mersin’de, Adana’da, Urfa’da ve diğer kentlerimizde Arapça işyeri tabelalarını yasaklayalım mı?
Biz de, tıpkı Avrupalılar gibi, ülkelerinden adeta kovulmuş, ölümden dönmüş ve yaşamak için bize sığınmış insanları horlayalım mı?
Devlet Baba
Türkiye’mizde son yıllarda “Demokratik açılım” veya “Kürt açılımı” başlıklı bir konu tartışılmaktadır. Böyle bir tartışmaya “taraf” olarak katılma ihtiyacı hissetmiyorum. Ama, 49 yıldır yaşadığım demokrat Hollanda´da gördüğüm ve öğrendiğim bazı gerçekleri de yazarak, Türkiye´deki yöneticilerimize mesajlar vermek istedim.
Bizim “Anavatan” dediğimiz ülkemizi yönetenlere, nedense “baba” diyoruz.
Yani “Devlet baba”. Ne var ki, devletimizin bize babalık yaptığını hiç hissetmemişizdir.
Hollandalılar ülkelerine bizim gibi “Anavatan” demezler. “Babavatan” derler. Demek ki sonuçta bir yerde birleşiyoruz. Biz de babaya bel bağlıyoruz, Hollandalılar da…
Şimdi size “Devlet baba” olmanın güzel bir örneğini sunacağım.
Hollanda devleti, esareti altında olan Endonezya´ya 27 Aralık 1949´da bağımsızlıklarını verirken, orada kendilerini Endonezyalı´dan ayrı tutan Molukalılar, kendi bölgelerinde ayrı bir devlet olarak yaşamak istediklerini belirtmişler ve Hollanda´dan bu ayrımı yapmalarını istemişlerdi. Molukalılar zaten bir kanton bölgede yaşıyordular. Ne var ki,. Hollanda hükümeti o zaman Molukalılar´ın isteklerine kulak tıkamış ve Endonezya´yı bir bütün olarak kabul edip o zamanki Sukarno yöetimine bırakmıştı.
Kanton Molukalılar´ın Dışişleri Bakanı Chris Soumokil idi.(3 mayıs 1950´de Molukalılar´ın Cumhurbaşkanı oldu) J.A. Manusama ise Eğitim Bakanı idi. (2 ay sonra o da Savunma Bakanı oldu) Endonezya genelinde karmaşık ve bir iç savaş durumu vardı. 1951 yılında 4000 Molukalı askerin 12.500 kişilık aile grubu Hollanda’ya geçici olarak göç etmişti. Bu Molukalılar burada kurulan kamplardaki barakalarda yaşamaya başlamışlardı.
2 Aralık 1963´te Soumokil tutuklandı ve hapse atıldı.11 Mart 1966´da Sukarno´nun yerine Suharto Cumhurbaşkanı oldu. Bir ay sonra da, yani 12 Nisan 1966´da Molukalılar´ın Cumhurbaşkanı olan hapisteki Soumokil idam edildi. İşte ondan sonra Manusama Hollanda´da sürgünde Güney Moluka Devletini kurdu ve kendini Cumhurbaşkanı ilan etti.
Geçmişteki haklarını almak için Hollanda´dan talepte bulunan Güney Molukalılar, Hollanda hükümetinin bu konuda duyarsız davranması üzerine Hollanda´da terör eylemlerine başladılar. 2 Aralık 1975 günü, Groningen şehri ile Zwolle arasında çalışan bir yolcu trenini Wijster otlağının ortasında durduran genç Molukalı teröristler, Hollanda´yı tam 21 gün heyecan içinde bıraktılar. Bu arada bir ilkokul da bir grup Molukalı tarafından basılmış öğrenciler ile öğretmenler rehin alınmıştı.
Ben o zaman Hürriyet gazetesine ve TRT´ye çalışıyordum. Okuldakileri rehine tutanlara gönderilen yemeklerin içine ishal ilacı konmuştu. Yemeği yiyen herkes aşırı ishal olunca polis teröristleri yakalamayı başardı. Trendeki eylem sürdüğü için, ishal ilacı konusu gizli tutuldu. Hollanda medyası bu konuda tek satı bile yazmadı. Haliyle halkın da bundan haberi yoktu. Ben de bu ishal ilacı haberini almıştım. Eh, nasıl olsa burada kimse okumaz diye bu haberi Hürriyet´e verdim. Haber Hürriyet´te yayınlanınca, dünya medyası Hürriyet´i kaynak göstererek bu haberi yaydı.
Treni kaçıranlar silahlıydı. Yolculara bir zarar verilmemesi için büyük sabır gösteriliyordu. Ama eylemin 21´inci günü sabah erken saatlerde düzenlenen uçaklı, helikopterli ve zırhlı araçlı bir operasyonla teröristlerin beşi de öldürüldü.Hollanda halkı adeta bayram yapıyordu. Ama sonar ne oldu biliyor musunuz? O zaman Hollanda Başbakanı olan Joop Den Uyl sabah saat 09.00´da televizyon ekranlarından halka hitabetti. Ne dedi Den Uyl biliyor musunuz?
Sakın ha, aklınıza “Kanları yerde kalmaz” gibi laflar getirmeyin. Başbakan Den Uyl şöyle dedi: “21 gün süren bu eylem sonunda hükümetimiz mağlup olmuştur. Mağlup olmuştur, çünkü 5 evladımızı kaybettik. Bu eyleme kayıpsız son verebilseydik başarılı sayıırdık.”
İşte böyle sevgili okurlarım. “Devlet baba” dediğin, böyle konuşmalıydı. Sonra ne oldu biliyor musunuz? Tam 10 yıl Molukalılar´dan ses çıkmadı. Ancak tam 10 yıl sonra 1975´te öldürülen o 5 genç mezarlarının başında bir grup tarafından anıldı. Yani devlet baba şefkati teröristleri ve yandaşlarını bu şekilde durdurmuş oldu..
“Bizim, yani Türkiye´nin başına musallat olan teröristler ile, Molukalı teröristler mukayese edilir mi” diye bir tartışma yapılabilir. Önemli olan genel yaklaşımdır Bizde maalesef böyle bir yaklaşım, vatan hainliği ile eşdeğer sayılabilir.
Tabii ki bireyler devleti temsil edemezler. Bireylerin yaptıkları yanlışlıklar devlete mal edilemez. Ama alın size başka bir örnek:
35 yıl kadar once Mersin´de tatil yapıyordum. Elinizin artığı bizim orada bir motel, plaj ve gazinomuz vardı. Gazinoda yemek yenirdi ve dans edilirdi. Bir Pazar matinesine Mersin Valisi ve Emniyet Müdürü eşleriyle gelmişlerdi. Deniz kenarında bir masada oturuyorduk. Program öncesi sahneye Nina adlı sevimli bir kız çıtı. Nina Mersin´in Hıristiyan eşrafından ünlü bir ailenin kızıydı. Nina bize şarkılar söyledi durdu. İtalyanca söyledi. İbranice söyledi ve hatta Yunanca söyledi. Ama Nina Arapça bir şarkıya başladığı zaman, masamızda bulunan Emniyet Müdürü Reşat Akkaya ( Sonra Ordu´ya Vali oldu) arkada duran polislere emir Verdi: “İndirin şu kızı sahneden, burası Arabistan mı?” diye bağrdı. O zaman ben müdahale ettim. “Ne oluyoruz yahu” dedim. “Kız İtalyanca söyledi, İbranice söyledi, Yunanca söyledi. Burası İtalya, İsrail ve Yunanistan olmadığı gibi Arabistan da olmaz” diye ekledim. O zaman Vali de beni destekler mahiyette baş sallayınca Nina sahneden indirilmedi.
İşte, Türkiye’mizde bireyler de olsa, bazı yöneticilerimizin yaklaşımı böyle. Böyle olunca da devlet baba ile evlatlarının arası açılıyor.
Anadolu topraklarında, devlet babayı temsil eden bazı bireylerin ne gibi çirkinlikler yaptığını yazan ve anlatan çok olmuştur. Ben isterseniz yine kısaca bir örnek vereyim.
Mersin´de İçişleri Bakanlığı mensuplarının yararlandığı tatil sitesi bizim motelin yanındadır. Yine 30 yıl önce bu tesise uğramıştım. Pek çok emekli vali ve kaymakam ile bir masada sohbet ediyorduk. Konu, doğuda yaşayan insanlarımıza yapıldığı iddia edilen ayrımcılıktı. İsmini veremeyeceğim bir vali şunları anlattı: “Doğu´da kaymakamlık yapıyordum. Bir gün pencereden dışarı baktığım zaman muhtarın jandarmalar tarafından götürülmekte olduğunu gördüm. Pencereyi açıp dışarı seslendim ve kendilerini Çağırdım. ´Hayırdır muhtar´ dedim. ´Hayırdır bey. Ben size kaç defa geldim sayın kaymakamım. Okul istedik ´Para yok´ dediniz. Çok şey istedik ´para yok´ dediniz. Benim evime geldiler,´Vergi borcun var´ dediler. Ben de ´para yok´ deyince beni hapse götürüyorlar.Koskoca devlette para yoksa bende nasıl para olsun sayın kaymakamım´ diyen muhtarı zor kurtardım.”
İşe bu da bir yaklaşım.
Gençliğimizde Mersin’de Türk Ocağı adlı bir kulübümüz vardı. Tabii ki futbol takımımız da…
Türk Ocağı kulübünü biz çalıştırıyorduk. Gençler buraya geliyor, kitap gazete okuyor, çay kahve içip evlerine dönüyorlardı. Birgün radyomuzdan Arapça bir şarkı sesi çıktı. O sırada oradan geçmekte olan tanıdığımız bir okul müdürü bağırmaya başladı: ‘Buranın adı Türk Ocağı, nedir bu Arap müzüği?’ diye bağırınca, ben o küçük yaşımla, ‘Öğretmenim, bir Türklüğü, Türk Ocağı ismini taşıyacak kadar beimsemişiz. Nedir sizin bu Arap düşmanlığınız?’ demiştim.
İşte bu da bir yaklaşım.
Irkçılık kötü bir yaklaşımdır. Vatandaşa sahip çıkamamak da kötü şeyler doğurur.
Orta yol bulunmadığı sürece sorunların çözümü de zorlaşır.
Vatanımıza, milletimize ve dünya insanlığına zarar vermeyecek eğilimlerde birleşme dileğiyle…
*****
İlhan KARAÇAY yazdı…
Mülteci sorununda bilinmeyenler
Avrupalılar’ın ve hatta ABD’nin Türkiye’ye yüklemiş oldukları mülteci sorununun bilinmeyen yönlerini irdelemek ve ilan etmek, bunu yapabilecek her gazeteci için kutsal bir görev olmalıdır.
Avrupalılar, başta Almanya Şansölyesi Merkel olmak üzere, Türkiye’ye önemsenmeyecek bir para bedeli karşılığında büyük bir sorun yüklediler.
Türkiye’nin, Yunanistan’a deniz yolu ile gidecek tüm mültecileri geri alması koşulu ile verilecek olan 3 milyar euro, 2016 ve 2017 yıllarını kapsamaktadır.
Avrupalılar sözlerinde dururlarsa, Türkiye’ye 2018 yılı için de 3 milyar euro verilecektir.
Aslında bu para Türkiye’ye değil, mülteciler için yapılacak harcamaları kontrolu altında tutacak olan bir oluşuma verilecektir. Bunun için AB’nin belirleyeceği bir komisyon envanter tutacaktır.
Durum böyle olduğu halde ve Türkiye’ye henüz tek cent verilmemiş olmasına rağmen, Avrupa’daki ırkçılar, Türkiye’yi ihya ettikleri iddiasıyla yaygara koparmaya başladılar bile.
Bu konuyu, Kültür ve Turizm Bakanı Mahir Ünal’ın Hollanda’yı ziyareti sırasında, Başbakan Davutoğlu’nun da Brüksel ziyareti sırasında gündeme getirmiş ve ‘Lütfen bu parayı istemediğinizi açıklayın’ çağrısında bulunmuştum.
Gerek Başbakan Davutoğlu ve gerekse Mahir Ünal, ‘Biz bu parayı elimizin tersi ile iteriz’ demelerine rağmen, Avrupalı ırkçı siyasetçiler, gazeteciler ve de halkın bir kesimi, belirttiğim yaygarayı sürdürmeye devam ettiler ve ediyorlar.
3 milyar euro karşılığında Türkiye’ye hangi sorumluluk yüklenmişti?
Türkiye, Yunanistan sınırları içine deniz yolu ile girmiş olan tüm mültecileri geri almak mecburiyetinde. Suriye dışındaki tüm ülkelerden gelmiş olan mültecilerin hiç biri Batı tarafından kabul edilmeyecek. Türkiye, sadece Yunanistan’dan geri aldığı Suriyeliler’i perdey pey Avrupa’ya gönderecek. Yani, Türkiye, Suriyeliler’in dışındaki tüm mültecilerin sorumluluğunu üstlenecek ve barındıracak. 3 milyar euroluk para da sedece Suriyeli mülteciler için harcanacak. Bu konuda değişik görüş ve iddialar ortaya atılacaktır ama, siz lütfen bunlara itibar etmeyin. Zira, Avrupalılar bu konudaki kuralları yazdığım şekilde uygulamaya koyacaklardır.
Şimdi, Türkiye’nin Suriyeli mültecilerin tamamını Avrupa’ya gönderecekmiş gibi bir görüntü var ama, Avrupa’ya gönderilecek olan Suriyeli mültecilerin, mutlaka bir mülteci kampından gönderilmeleri şartı da var. Yani Türkiye, Avrupa’ya istediği mültecileri gönderemeyecek. Kimin Avrupa’ya gönderileceği de, belirlenecek olan Komisyon tarafından saptanacak.
AVRUPA’DAKİ DURUM
Bazı Avrupalı liderler, çok cüzi bir meblağ karşılığında Türkiye’ye yüklenen sorumluluğun bilincinde oldukları halde, sırf oy koparabilmek için aleyhte propaganda yapmaktadırlar. Medyada sık sık okuyor ve görüyorsunuzdur. ‘Falan ülkenin lideri şöyle dedi, filan ülkenin lideri böyle dedi’ şeklindeki haberleri okumuş ve duymuşsunuzdur.
Doğruyu belirtmek gerekirse, Avrupalı liderler arasında en samimisi Almanya Şansölyesi Merkel’dir. Merkel, eski Doğu Almanya’da bir rahip kızı olarak dünyaya gelmiş ve mülteciliğin ne kadar zor olduğuna bizzat şahit olmuş bir insan olarak, Suriyeliler’in çektikleri acıyı en iyi anlayan insanlardan biridir.
Avrupalılar, kendi din ve kültürlerinden olmayan mağdur olmuş insanlara maalesef insancıl davranma erdemine sahip değiller. Mülteciler Balkan ülkelerinde olsaydı erdemli davranabilirlerdi.
Bu konuda Hollanda’da örnek verebilirim. Hollandalılar, tarihteki Macar göçü sırasında kapılarını ardına kadar açmış ve Macar mülteciler için maddi ve manevi yardımlardan kaçınmamıştır. Ama şimdi, bir yerleşim yerine yerleştirilecek 100 mülteci için dahi kıyamet koparılmaktadır.
Mülteci konusunda Avrupalılar’ı eleştirmenin bir yararı olmayacaktır. Mülteci sorunu asıl Türkiyemizin sorunudur. 1,5 aydır Mersin’deyim. Mersin’de, pek çok Suriyeli mülteci var. Bu mültecilerin çoğu kendilerine ev satın alabilecek ve işyeri açabilecek niteliktedir. Mülteci kamplarının bulunduğu kentlerdeki gibi büyük ve acı sorunlar yoktur Mersin’de.
Ama buna rağmen, Mersinliler Suriyeli mültecilerden şikayetçidir.
Hafta başında Mersin Tece’de eşim Jeanne ile yürüyüş yapıyorduk. Yürüyüş boyunca Suriyeli mültecilerle karşılaştık. Boş kalmış sitelerin çoğundaki daireler Suriyeliler’e kiralanmış. Hatta bazı boş daireler Suriyeliler tarafından işgal edilmiş. Sitelerden birindeki dairelerin çoğunun işgal edilmiş olduğunu gördük. Bu dairelerin balkonlarına asılmış olan çamaşır ve halıları görenler, burada yaşayan insanların başka bir kültürden geldiklerini hemen anlayabilirler. Şahsen ben bu manzaradan rahatsız olmuştum. Ama yanımdaki eşimin gözlerinde yaş aktığını gördüm. Belliydi ki eşim, gördüğü bu manzaraya çok üzülmüştü. Eşimin dudaklarından şu sözler çıkmıştı: ‘Yazık değil mi bu insanlara? Kendi ülkelerindeki evlerinden göçe zorlanmışlar, buralara kaçmak zorunda kalmışlar, ama buralarda insanca yaşama imkanına kavuşamamışlar. Çoluk çocuk perişan haldeler. Okula da gidemiyorlardır.’
Eşimi, ‘Bunlar yine de iyi durumdalar. Sen bir de kamplardaki mültecileri görsen… O zaman daha çok üzülürsün’ diyerek teselli etmeye çalıştım.
Demek oluyor ki, kendi istekleri dışında, belli güçlerin menfaat çatışması sonunda mağdur olan dünya insanlarına bakış açısı, eşimin bakış açısı gibi olmalıymış. İnsanlar tabii ki kendi rahatlarını düşüneceklerdir. Ama, menfaatperestler yüzünden mağdur duruma düşen diğer insanlara da yaşam hakkı vermek kaydıyla…
*****
Mersin’in haber ve yorum üstadı: Erdal Akalın
Mersin’de medyayı yakından takip edenler, haber ve yorum konusunda ‘üstad’ bir isimle sık sık karşılaşırlar: Erdal Akalın.
Google’da arama yaparken Mersin medyasını taramaya başlamıştım.
Bir gün ‘İlhan Karaçay Çalışıyor !..’ başlıklı bir yazı gözüme çarptı.
İzninizle o yazıyı sütunuma aynen aktarıyorum:
Erdal Akalın
Bilenler bilirler; İlhan Karaçay, Mersinli bir kent insanımız olup, yıllardır Hollanda’da yaşamaktadır. Orada evlenmiş, çoluk çocuğa kavuşmuş ve şimdi de ‘dede’ kıvamına ermiş bir gazetecidir.
İlhan Karaçay, benim bilgisayar dostumdur. Üstelik her yıl Tece beldesine gelerek bir süre orada yaşamasına karşın, ben de yılın bir süresini Tece’de geçirmeme karşın, maalesef tanışamadık. Kendisine ikinci kitabımı göndermek için kargo adresi istediğimde; ‘Yorulma, Mersin’e gelince alırım’ demişti. Mersin’e geldi ise halen kitabımı alacak! Kaldı ki, son yazdığım ve henüz piyasaya çıkan otobiyografik romanımı da gelirse ancak kitapçıdan alabilecek! Şayet benden isterse; “Başka kapıya!” diyeceğim. Çünkü ‘suçlu’!
İlhan Bey’i, yıllar önce Mersin Belediye Başkan Adayı olduğu sırada bir araba içinde kenti gezerken görmüştüm. Fotoğraflarına bakınca çok değişmediği belli oluyor.
İlhan Karaçay’ın Hollanda serüveni, bir dünya gezisi sonrasına denk geliyor. Muhtemelen Mersin’de dolaşırken rüzgârlı bir havada kafasına kiremit düşmüş ve darbenin etkisi ile sersemleyince kendisini dünya seyahatinin içinde bulmuş. Gezmiş, birçok ülkeyi ve değişik insan topluluklarını tanımış. Yolculuğunun son aşamasında bindiği gemi Kuzey Buz Denizi sularında seyir halinde iken, yüksek dalgalara dayanamayıp batmış. Eee, İlhan Karaçay bu, Mersin’den yetişmiş başarılı yüzme sporcusu olarak başlamış kulaçlamaya ummanı. Sonunda yorgunluktan yarı baygın halde bir kıyıya ulaşmış ki, burası Hollanda imiş. Kumsala perişan bir halde serildiğini gören hamiyetperver bir kadın yardımına koşmuş ve İlhan’ı taşıyarak evine getirmiş. İkram edilen sıcak çorba ile kendine gelen Sevgili İlhan Karaçay, kurtarıcısı melek yüzlü hanıma âşık olmuş ve evlenerek Hollanda’da kalmış. Diyelim ki, onlar ermiş muradında bizler çıkalım kerevitimize ve asıl konumuza gelelim.
Sevgili İlhan Karaçay, Hollanda da gazetecilik ve araştırmacı kimliği ile birçok çalışmaya imza atıyor. Tek tük aldığımız haberleri ile başarısına selam duruyoruz. Örneğin; son çalışması Uzaktaki Dostlar adı ile TRT Belgeseli olarak yayınlanan beş bölümlük bir dizi olmuştu. Bu çalışması ile Avrupa’daki Osmanlı-Türk izlerini takip ederek bizleri ilginç konularla tanıştırmıştı.
Mesela; Hollanda’da bir köye Türkiye dendiğini, Belçika ve İtalya da birer köyün her yıl Türk Festivali yaptığını, Fransa da Osmanville, Turqueville, Turqeunstein, Turkheim gibi isimlerin geçerli olduğu yerleşim birimlerini, İspanya da Sax kentinin yıllık festivaline katılan İspanyol Türkleri’ni ve Companse de Turcos adlı grubun varlığını bize İlhan Karaçay anlattı. Keza; Fransa da Caen kentinde bulunan 6 metrelik Osmanlı figürünün Passage Du Grand Turc adı ile halen silinmeyen varlığını da İlhan’dan öğrendik.
İlhan Karaçay dostumuz halen sıcak evinde oturmak yerine çalışıyor. Şimdi de İzler adını taşıyacak yeni bir dizi için sunucu ve danışman olarak kollarını sıvamış. Prodüktörlüğünü İsmail Elden’in ve yönetmenliğini Sacit Şahin’in paylaştığı bu dizi, 10 ülkeyi gezerek gerçekleşiyor; Macaristan, Avusturya, Almanya, Hollanda, Belçika, Fransa, İtalya, İspanya, Rusya, Afganistan Çin ve Moğolistan.
Dizinin ana teması; bu diyarlardaki Osmanlı-Türk ve İslam uygarlıklarını izlemek ve bulguları saptamak.
Örneğin; 17. ve 18. yüzyıllar da Fransa da Osmanlı tarzı giyim moda imiş. Ki, ‘Turquerie modası olarak anılırmış.
Gene Fransa da Toulouse kentini Barbaros’un altı ay süresince yönettiğini de bu dizi ile yaşayacağız izleyerek.
Çin’in Pekin şehrinde II. Abdülhamit tarafından kurdurulmuş bir üniversite olduğunu da bize anlatacak İlhan Bey.
Alman kökenli saray piyanisti Grosser’in 35 yılını geçirdiği İstanbul’daki serüveni gene bu dizinin bir bölümünü içeriyormuş.
Afganistan da, TİKA tarafından restore edilen Mevlana evini ve buradan yola düşerek Anadolu’ya gelen gönül erlerini de bulacağız bu dizide.
Bazı ünlülerle tanışacağız İzler’de; Liman van Sanders ve kızı Doris Muyr, fotoğrafçı Albert Gabriel, Kanuni dönemi izlemcisi Busbeck, Lale devri ressamı Jean Baptiste van Mour ve DTCF’de Sinoloji kürsüsü kurucusu olan Eberhard, gene İlhan Karaçay’ın ağzından bizlerle tanışacaklar.
Ne diyelim; İlhan Karaçay’a kolay gelsin. Yani İlhan Karaçay çalışıyor sizler ve bizler için!..
Erdal Akalın’ın benim için yadığı bu övgü dolu esprili yazısına şu yanıtı vermiştim:
Sevgili Akalın,
Günlerin en önemlisi olan bir pazar gününü bana ayırıp, övgü dolu sözlerle payelendirmen gerçekten çok hoş. Teşekkür ederim.
Beni, arada bir gönderilen yazılarımdam takip ettiğin için de mutluyum.
İnan ki daha dün, ben de senizn yazılarına göz atmiştım.
Dün, Mersin yayın organlarını dolaşıyordum.
Ölümünü yeni öğrendiğim Hamdi Yurdakul kardeşim için çok üzüldüm.
Bu haberi, dün bana mesaj geçen dostum Naci Arkan’dan öğrenmiştim.
Mersin’e gitmiş, Beşiktaş maçını izlemiş ve o vesileyle de başsağlığına gitmiş.
Kardeş, Mersin’e geldiğim zaman kitabını bizzat alacağımı yazmıştım.
Ama inan ki, bu yıl mayıs ayında sadece üç beş günlüğüne gelmiştim.
Normalde şimdi orada olmamız lazımdı.
Her yıl ilkbahar ve sonbaharı Mersi’de geçiriyorduk.
Bu yıl TRT çekimleri nedeniyle Mersin’i sattık.
Aslında bu da benim ayıbım sayılmalı ama ne yaparsın.
28 Eylül’de 12 gün kalmak üzere geleceğim.
O zaman seni mutlaka arayacağım ve ziyaretine geleceğim.
Sen yine de bana kitap verme.
Ben D&R’a gider alırım ve sonra da sana imzalatırım.
Bu ara ben de sana kitabımı imzalar veririm.
Biligisayar dostluğundan, fiziksel dostluğa geçebilmek umuduyla…
İlhan
——————————
Daha sonra gittiğim Mersin’de Akalın ile Tece’deki evinde tanıştım.
Evinde çayını içtim, pastasını yedim.
O bana, ben de ona kitap imzalayıp verdik.
Müthiş bir insandır Akalın.
Mersinliler O’nu çok seviyor.
O da beni çok sevmiş.
Çok sevmiş ki, bir yazısında Mersin’i yönetenlere şöyle sesleniyor.
Her şey bir yana; Sevgili İlhan Karaçay, bu ön girişimi ile amatör bir diplomat olduğunu bizlere göstermiş oldu ( halen hevesli üstelik !). En azından, Mezitli gibi hızlı gelişen bir ilçemize, yeni bir yerleşim birimine kanımca özgüven aşılamış oldu. Hatta bu iş kotarılınca, Mezitli Belediye Meclisi olsam, Tece’de İlhan Karaçay’ın evinin olduğu sokağa adını verirdim; “İlhan Karaçay Sokağı”, kulağa da bir hoş geliyor, değil mi?!.
İlhan Karaçay’ı milletçe alkışlıyoruz demek geliyor kalemimden!..
Sağol sevgili Akalın.
Mersin sokaklarında ve caddelerinde isimlerinin yaşaması gereken o kadar önemli dost var ki, bana sıra gelirse tabiiki çok mutlu olurum.
Tekrar görüşünceye kadar…
*****
Türkiye’den aldığı şeref madalyasını iade eden tarihçi Erik Jan Zürcher’in gerçek yüzü…
İlhan KARAÇAY yazdı:
Türkiye tarihi üzerine çalışmalarıyla bilinen tarihçi Erik Jan Zürcher, dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’den aldığı ‘Şeref Madalyası’nı Türkiye’deki ‘diktatöryal yönetim’i gerekçe göstererek iade etti.
Zürcher, Türkiye tarihi üzerine yaptığı bilimsel çalışmalar nedeniyle 2005 yılında ‘Yüksek Şeref Madalyası’na layık görülmüştü. Dönemin Türkiye büyükelçisi Tacan İldem’in elinden madalyayı alan Zürcher, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne (AB) giderek daha çok yaklaştığını söylemişti.
Erik Jan Zürcher ‘Yüksek Şeref Madalyası’nı, 2005’tek Lahey Büyükelçimiz Tacan
İldem’den almıştı
Ne var ki, aynı Erik Jan Zürcher, Türkiye’nin kendisine cömertçe vermiş olduğu o madalyayı geri iade ettiğini açıklayarak ortalığı karıştırdı.
Hollanda’nın önde gelen gazetelerinden NRC’nin internet sitesinde bir yazı kaleme alarak iade gerekçelerini açıklayan Zürcher şöyle yazdı: “Siyasetin, yargının, medyanın, üniversitelerin ve yurttaşların – her ne kadar Avrupa’da yaşıyor olsalar da – fiili bir diktatörün oyuncağı haline geldiler ve onun çevresindeki zümreler haline geldiler. Temel özgürlüklerin ve yasaların gerçekte var olmadığı bir noktada, böyle bir ülke artık Avrupalı değildir”.
‘AB’YE ÜYELİK MÜMKÜN OLMAYABİLİR
12 yıl önce üyelik sürecinin Türkiye’yi AB’ye yakınlaştıracağı öngörüsünde
‘AKP 10 SEÇİMLE DİKTATORYAL YÖNETİME
Yazısında ‘Bu suça ortak olmayacağız’ başlıklı bildiriye imza attıkları için haklarında ‘cadı avı’ başlatılan akademisyenleri ve çözüm sürecinin ‘buzdolabına kaldırılmasını’ hatırlatan Zürcher, AKP’nin kazandığı 10 seçimle gelinen noktayı ‘diktatoryal yönetim’ diye niteledi.
‘İMAM BULMAK DAHA KOLAY
Zürcher, Türkiye’de İslami değerlerin yükselişine de değindi ve “AKP, gücünü toplumda giderek belirleyici olan İslami norm ve değerlerin yayılması için kullanmıştı. Şimdi birçok yerde imam bulmak, alkol satan bir yer bulmaktan daha kolay.” diye yazdı.
Zürcher’in konuyla ilgili Hollandaca yazısını altta bulacaksınız.
Erik Jan Zürcher’e Türk devleti tarafından ödül verilmesini ilk kınayanlardan biri bendim. Hollanda medyasında dikkatle izlediğim Zürcher’in, Türkler ile birlikteyken Türk hayranı gibi konuştuğunu, Hollandalılar ile birlikteyken ise düşmanca konuştuğunu fark etmiştim.
Bu konuda kısa bir anımı anlatacağım: mersin’de Soli Tesisleri’nde tatildeydim. Orada bir çift ile tanışmıştım. Çift ile sohbet ederken, ‘Kızımız Hollanda’ya gidecek. Orada Atatürk hayranı bir Hollandalı dostumuz var’ demişlerdi. Ben de ‘Kimdir bu Atatürk hayranı Hollandfalı?’ diye sorduğum zaman, Erik Jan Zürcher adını zikrettiler. Bunun üzerine, ‘O adam kesinlikle Atatürk hayranı değildir. Sizi aldatmış’ demiştim.
Şimdi o saptamamda ne kadar haklı olduğumu öğrenmiş oldum.
CEZMİ DOĞANER’İN TEPKİSİ
Hollanda’da sosyal, kültürel ve siyasi çalışmaları ile ön safhada yer alan Cezmi Doğaner, Erik Zürcher’e ödül verilmesinden sonra yaptığı açıklamada ve Zürhrer’e yazdığı mektuplarda şunları belirtmişti:
Cezmi Doğaner
Sayın Zürcher,
Hollanda Yazılı ve sözlü basın yayın organlarında “Türkiye etnik temizlik üzerine kurulumuş, ırkçı bir devlettir” diyorsunuz.
Türkiye’nin etnik temel üzerine kurulmadığını siz herkesden daha iyi biliryorsunuz.
Birçok ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de bazı etnik sorunlar bulunabilir. Bunlara demokratik ve insani yollardan çözümler aranması doğaldır ve çok yerindedir.
Ancak, böyle çözümler aranırken, Türkiye’nin ve Türk ulusunun din, mezhep ve etnik easalara göre bölünmesi eğilimini yansıtan, veya Türk ulusunun birliğine gölge düşüren görüşlere katılamayız. CDA’lı Avrupa Parlementosu üyesi Camile Eurlings “Türkiye’ de 26 etnik grup var ve 26 bölgeye ayrılmalı”, diyor.
Osmanlı Devleti sona ererken, Türkiye ve Türk ulusu, emperyalist güçlerce yapay biçimde bölünmek istenmiştir ve bu istek, işgal devletlerinin baskısı altında padişah adına imzalanan Sevr Antlaşmasının temel unsurlarından birini oluşturmuştur. Fakat Türk ulusunun, etnik ayırım gözetmeksizin, birlik içinde başarıya ulaştırdığı Kurtuluş Savaşı sonunda bu Antlaşma feshedilmiş ve onun yerini, Türk ulusunun birliği ve Türkiye’nin bütünlüğü ve bağımsızlığı temeline dayanan Lozan Antlaşması almıştır.
Bu antlaşmanın ruhuna uygun olarak Atatürk Devriminin Türkiye’de oluşturduğu çağdaş ve anti-ırkçı ulus kavramına göre, “Türk” deyimi, bir ırkın veya etnik grubun değil, tümüyle bir ulusun, Türkiye’de yaşayan ulusun adıdır. Bunun açık kanıtı:Atatürk “Türk Cumhuriyeti” yerine ; “Türkiye Cumhuriyeti” demiş.
Halkımız bağımsızlık, ulusal birlik ve ülke bütünlüğü üzerine çok duyarlıdır. Ülkemizin tarihsel süreç içinde bütünleşmiş halkını, ırk, dil, din veya mezhep ayrılıklarına göre bölünmüş veya bölünebilinir sayamayız veya bölme çabası içinde bulunanlarla, ya da böyle bir çaba içinde bulunanları onaylayıp destekleyenlerle, bir arada olamayız.
Türkiye, bazı emperyalist güçlerin, “böl ve yönet” veya “böl ve sömür” stratejisini uyguladıkları bir bölgenin en duyarlı noktasındadır. Bilmeden veya herhangi bir kötü niyet beslemeden de olsa, bu emperyalist oyunlarına kapılanlarla işbirliği yapamayız. Bundan, en çok, Türk ulusundan ayrı bir unsurmuş gibi gösterilmek istenen yurttaşlarımız tedirgin olmaktadırlar.
Türk Sosyal demokratları olarak, bizler, sağcı ırkçılığa olduğu kadar, solcu veya sol görünümlü ırkçılığa da karşıyız.
Türkiye Tarihinde Geçiş Dönemi (1908-1928) adlı kitabınızda , o döneme ait Hollanda devlet arşivlerini çok iyi incelemişsiniz.
Özellikle arşivlerde “Ermeni iddiaları” ve “Sözde Soykırımı” üzerine yazılanları yazmamışsınız.
Tarihe , kendinize karşı dürüst olmak ve kalmak istiyorsanız o belgelerde neler yazılı olduğunu lütfen yazınız.
Bizde biliyoruz ki; sizin iddalarınız tarihle çelişecektir.
Osmanlı döneminde (1915) Ermeni tehcir inde hatalı ve görevini yapmayanlar yargılandılar; bazıları idam edildi, bazıları hapis cezası aldı.
1919-1921 de, Malta da İngiltere’nin istediği üzerine, Ermeni iddiaları için Uluslararası Mahkeme yapıldı. O dönemin sorumluları yargılandılar ve beraat ettiler.
Ülke işgal edilmiş, devlet yok.
Lozan da yeni Türkiye devleti kuruldu.
Bir dönem böylece kapandı. Siz bir dönemi önyargılı ve sömürgeci anlayışınızla yargılamak istemenizi anlamıyorum. Hangi bilgi ve belgeyle “Soykırımı olmuştur”, “Türkler bunu kabul etmeli”, diyorsunuz?
Buyurun arşivlerinizi kendiniz açıklayınız.
Başarı dileklerimle selam ve saygılar sunarım.
Cezmi Doğaner.
CEZMİ DOĞANER’İN ZÜRCHER’E GÖNDERDİĞİ MEKTUBUN ORİJİNALİ
Geachte meneer Zürcher,
Ik wilde op uw uitspraken reageren waarin u zegt dat “De oprichting van de Republiek van Turkije op etnische zuiveringen gestoeld is”, en in verlengde daarvan labelt u Turkije als een ” nationalistische staat”.
U weet echter als geen ander dat dit niet het geval is.
Turkije heeft verschillende etnische groeperingen en ook de problemen die daaruit voortvloeien, zoals het in ieder land het geval is. Deze problemen moeten langs de democratische en humanistische wegen opgelost worden. In dit streven kunnen wij ons niet scharen aan de zijde van de mensen die de oplossing in de verdeeldheid van de Turkse Staat in verschillende etnische groeperingen zoeken en daarmee de eenheid van het volk in gevaar brengen, zoals de mensen als CDA Europarlementariër Camile Eurlings. Hij bepleit om Turkije onder 26 minderheden te verdelen.
Aan het eind van het Ottomaanse Rijk wilden de imperialisten het Rijk in stukken verdelen. Vanuit deze gedachte hebben de imperialisten de capitulatie te Sèvres laten ondertekenen door de toenmalige regerende sultan. Daarna heeft het Turkse volk zonder discriminatie inzake etnische minderheden de bevrijdingsoorlog tot een succes gebracht. Tevens was dit het einde van de eerder getekende capitulatie. De eenheid en onafhankelijkheid van het Turkse volk vooropgesteld heeft men een overeenkomst in Lausanne bereikt.
In de geest van deze overeenkomst heeft Atatürk een nieuw, antiracistisch, revolutionair gedachtegang gelanceerd volgens welke betekende het woord “Turk” niet een naam voor een etnische groepering of voor een ras, maar behelste het hele volk dat zich binnen het grondgebied van Turkije heeft gevestigd om samen te leven. Het feit dat Atatürk de republiek niet als “Turkse Republiek”maar wel als “Het Republiek van Turkije” heeft genoemd, is een bewijs hiervoor.
Tevens het Nederlandse volk, dat nogal gevoelig is betreffende de begrippen als onafhankelijkheid en volkseenheid, dit zullen begrijpen.
Wij, als Turkse Sociaal-democraten kunnen ons niet permitteren dat het Turkse volk, dat in de loop van de geschiedenis naar elkaar toegegroeid is, verdeeld worden in groeperingen naar ras, taal, religie of sekte. Wij kunnen ons dan ook niet scharen aan de zijde van de mensen die een dergelijke verdeeldheid bepleiten.
Turkije heeft een gevoelige geografische ligging voor degenen die een “verdeel en heers “-politiek toepassen. Wij kunnen ons niet verenigen of samenwerken met de mensen die onwetend of met bijbedoelingen in de bovengenoemde politiek van de imperialisten meegaan of de bovengenoemde politiek hanteren. Hiervan hebben de landgenoten die door de imperialisten als een aparte groepering voorgesteld worden het meest last. Zulke stromingen die in Turkije niet sterk zijn vertegenwoordigd, maar erg zwak zijn, worden als sterke stromingen voorgesteld. Dit kan problemen opleveren, omdat men nog in de overgangsfase naar een echte democratie is.
Wij, de Turkse Sociaal-democraten zijn zowel tegen de linkse als tegen de rechtse racisten.
Verder heeft u voor uw boek, “Türkiye Tarihinde Geçiş Dönemi (1908-1928)” de Nederlandse archieven van die tijd zorgvuldig onderzocht. U heeft ook teksten over de Armeense Kwestie en de zogenaamde “Genocide” geschreven. Als u nu de geschiedenis in wilt gaan als een eerlijk en onafhankelijk historicus, dan moet u ook eerlijk tegenover uzelf zijn en de informatie die u in de Nederlandse archieven heeft gevonden, openbaar maken. Wij weten ook dat uw huidige stellinginname omtrent de Armeense Kwestie niet strookt met de geschiedenis.
In het Osmaanse Rijk zijn in 1919 de verantwoordelijken voor wangedrag tijdens de Armeense Relocatie voor de rechter gedaagd. Sommige zijn geëxecuteerd, andere hebben een gevangenisstraf gekregen. Ook zijn er tussen 1919-1921 de Malta Tribunalen gehouden door de Engelse overwinnaars van de Eerste Wereldoorlog. Deze İnternationale Rechtbank heeft de zaak onderzocht en uiteindelijk geseponeerd.
Hierna is op 29 oktober 1923 de nieuwe staat De Republiek van Turkije gesticht, de daden van het Osmaanse Rijk waren daarvoor al behandeld in de Malta Tribunalen. De Republiek van Turkije begont daardoor met een schone lei. Het tijdperk 1915 is zo ook een gesloten boek, op grond van welke bronnen en argumenten beschouwt u het dan als een “bewezen genocide”? Door uw vooroordelen en imperialistische houding wilt u de Turken alsnog een “genocide” aansmeren en ze dwingen “deze genocide te erkennen.”
Wachtend op uw reactie,
Groet ik u vriendelijk,
Cezmi Doğaner
Erik Jan Zürcher’in ödülü geri verirken yaptığı Hollandaca açıklama
Meer dan tien jaar geleden ontving ik van de toenmalige Turkse minister van Buitenlandse Zaken Abdullah Gül de Medal of High Distinction van de Republiek Turkije. Die onderscheiding, bestaande uit een diploma en een reusachtige, gouden medaille, werd mij feestelijk op de ambassade in Den Haag uitgereikt. Ik had de medaille te danken aan mijn inspanningen in de voorafgaande jaren om de Nederlandse politiek en het Nederlandse publiek voor te lichten over Turkije.
In de jaren 2002-2004 waren de pogingen van Turkije om lid te worden van de EU in een stroomversnelling gekomen. De nieuwe regering van de Partij voor Gerechtigheid en Ontwikkeling van premier Erdogan maakte ernst van democratische hervormingen die van Turkije een Europees land moesten maken. In de eerste twee jaren van zijn bewind nam het Turkse parlement meer dan driehonderd wetten aan die voor het overgrote deel als doel hadden de autoritaire, door het leger gedomineerde staat te ontmantelen die een erfenis was van de militaire staatsgreep van 1980. Als beloning ging de EU in december 2004 akkoord met het starten van toetredingsonderhandelingen als aan een paar laatste eisen voldaan zou zijn. In oktober 2005 werd definitief het sein op groen gezet.
Het steentje dat ik in die jaren bijdroeg bestond uit het beargumenteren – onder andere in een rapport voor de Wetenschappelijke Raad voor het Regeringsbeleid – dat Turkije deel van Europa kon gaan uitmaken omdat het land een gezamenlijke geschiedenis met Europa deelde (het zwaartepunt van het vroegere Ottomaanse Rijk lag immers honderden jaren in Zuidoost-Europa); en dat het feit dat 98 procent van de Turken moslim was, geen hinderpaal hoefde te zijn omdat ook de islam deel van de Europese geschiedenis uitmaakte en bovendien de seculiere staat in Turkije diep wortel had geschoten. Ik bepleitte toetreding van Turkije tot de EU omdat ik vond dat Europa zijn belangen in het Midden-Oosten en de Kaukasus eigenlijk alleen met Turkije aan boord effectief zou kunnen verdedigen.
Met deze argumenten is ook een decennium later nog niets mis. Maar waar ik helemaal fout zat, was met mijn verwachting dat het toetredingsproces de democratische krachten in Turkije zou versterken en dat het de groei van de rechtsstaat onomkeerbaar zou maken. Waarschuwingen van secularistische Turken dat Erdogan de EU en het toetredingsproces gebruikte om zijn interne vijanden uit te schakelen en geleidelijk de rol van de islam in de maatschappij te vergoten, deed ik af als bekrompen bangmakerij. Maar ik had het bij het verkeerde eind en zij hadden gelijk. Kijk waar we zijn aangeland na meer dan tien gewonnen verkiezingen van Erdogan en zijn partij:
Erik-Jan Zürcher is hoogleraar Turkse talen en culturen, Universiteit Leiden.
– Omdat hij dacht er de verkiezingen mee te kunnen winnen, heeft Erdogan doelbewust de oorlog tegen de Koerdische PKK weer laten ontbranden en het vredesproces met de Koerden te gronde gericht;
– Omdat hij nieuwe verkiezingen wilde toen de eerste niet het gewenste resultaat gaven, heeft hij de vorming van een coalitiekabinet gesaboteerd;
– Academici die zich distantieerden van de strijd tegen de PKK en het opblazen van het vredesproces, worden vervolgd of door hun universiteiten ontslagen;
– De media zijn aan banden gelegd en fungeren of als propagandaorganen van de regering of plegen zelfcensuur.
– Journalisten die berichten over geheime wapenleveranties van de Turkse geheime dienst aan Syrische jihadisten worden tot vijf jaar cel veroordeeld wegens het openbaren van staatsgeheimen (kennelijk is het dus toch waar wat zij zeggen).
– Het Turkse constitutionele gerechtshof wordt door de president, die verklaart geen respect voor de rechters te hebben, bedreigd.
Van Turks lidmaatschap EU kan geen sprake meer zijn. Dat moeten onze leiders zeggen
– Een premier die een minder harde koers voorstaat, wordt de laan uitgestuurd.
– Duizenden Turkse burgers worden vervolgd wegens belediging van de president.
– Europese burgers die zich kritisch over Erdogan uitlaten, zoals Ebru Umar, worden door Turkije vervolgd.
– Intussen gebruikt de partij haar machtsmonopolie om islamitische normen en waarden steeds meer bepalend te laten zijn in de maatschappij. Het is intussen op de meeste plaatsen heel wat makkelijker een gebedsruimte te vinden dan een verkooppunt voor alcohol.
Dit heeft mij tot de overtuiging gebracht dat het Turkije van Erdogan geen lid van de Europese Unie kan of mag worden. Een land waar de politiek, rechterlijke macht, de media, de universiteiten en individuele burgers – zelfs als zij in Europa wonen – de speelbal zijn geworden van een de facto dictator en de kliek om hem heen; waar de fundamentele vrijheden en de rechtsorde in feite niet meer bestaan, zo’n land kan geen Europees land zijn.
Veel van deze karakteristieken gaan natuurlijk ook op voor het Hongarije van Orban, maar Hongarije is klein en voor de EU als geheel niet meer dan hinderlijk. Turkije heeft een bevolking die acht keer zo groot is en – dat is een cruciaal punt – de helft van die bevolking steunt het beleid van Erdogan door dik en dun. Sterker nog: adoreert hem als de belichaming van het nieuwe Turkije. Een Europa waarin crises over de euro, Griekenland en vluchtelingen duidelijk hebben gemaakt dat het mondjesmaat op gedeelde waarden is gebouwd, zou een eenmaal toegetreden Turkije zoals het nu is niet kunnen temmen. Het zou aan die toetreding ten onder gaan.
Natuurlijk moet de EU, en moet Nederland, zaken doen met Turkije. We leven niet alleen op de wereld en het deel van de wereld dat mensenrechten, basisvrijheden en rechtsstaat respecteert, is beperkt. We doen ook zaken met andere staten die steeds meer in de greep van een nationalistische dictator komen – China, Rusland, Egypte. Maar het punt is dat Turkije dankzij Erdogan nu in dat rijtje thuishoort en niet in het rijtje kandidaat-leden van de EU.
Daarom gaat mijn medaille netjes verpakt terug naar de Turkse ambassade. Ik heb daar lang over geaarzeld, niet omdat ik nog illusies had over Erdogan en de zijnen, maar omdat zo’n demonstratief gebaar niet alleen mij kan schaden, maar ook de tientallen studenten en promovendi die ik in de loop der jaren heb begeleid en die naar Turkije zijn teruggekeerd.
Mijn handtekening staat op hun diploma. Maar ik heb geen keus meer en moet dit nu doen, juist omdat ik ‘Turkijedeskundige’ heet te zijn. Als protest tegen het dictatoriale wanbeleid van Erdogan in Turkije, maar ook als erkenning dat ik het twaalf jaar geleden mis had. Turkije heeft zich niet in de richting van Europa ontwikkeld, zoals in 2002-2006 het geval leek, maar sinds 2007 juist van de EU af. Zover van haar af, dat van een lidmaatschap geen sprake meer kan zijn.
Dat zouden onze politieke leiders ook onomwonden moeten durven zeggen. Het is mooi geweest.
Erik Jan Zürcher kimdir?
1977-97 yılları arasında Nijmegen Üniversitesi’nde çalıştı. 1989-99 yılları arasında Amsterdam’daki Uluslararası Sosyal Tarih Ensititüsü’nün Türkiye bölümünü yönetti. 1993-97 yılları arasında Amsterdam Üniversitesi’nde Türkiye Tarihi kürsüsünde görev aldı. 1997 yılından itibaren Leiden Üniversitesi Türkiye Çalışmaları kürsüsünde çalışmaya başlayan Zürcher, pek çok üniversitede misafir öğretim üyeliği yaptı. Geç Osmanlı ve Erken Cumhuriyet dönemi üzerine uzmanlaşan Zürcher’in eserleri şunlardır: The Unionist Factor 1905-1926, E.J. Brill, 1983 (Milli Mücadelede İttihatçılık, Bağlam Yayınları, 1987; İletişim Yayınları, 3. baskı, 2003), The Progresivve Party 1924-1925, E.J. Brill, 1991 (Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Bağlam Yayınları, 1992), Turkey, A Modern History, I.B. Tauris, 1993 (Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İletişim Yayınları, 1995), Mete Tunçay ile birlikte derledikleri Socialism and Nationalism in the Ottoman Empire 1876-1923, I.B. Tauris, 1994 (Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve Milliyetçilik 1876-1923, İletişim Yayınları, 1995), Donald Quataert ile birlikte derledikleri Workers and the Working Class in the Ottoman Empire and the Turkish Republic 1839-1950, I.B. Tauris, 1995 (Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiyesi’ne İşçiler 1839-1950, İletişim Yayınları, 1998) ve Willem van Schendel ile derledikleri Identity Politics in Central Asia and the Muslim World; Nationalism, Ethnicity and Labour in the Twentieth Century, I.B. Tauris, 2001 (Orta Asya ve İslam Dünyasında Kimlik Politikaları; 20. Yüzyılda Milliyetçilik, Etnisite ve Emek, İletişim Yayınları, 2004)
*****
Amsterdam Biyografi Okumalarında Arif Nihat Asya anlatıldı
İlki geçen ay yapılan Amsterdam Biyografi Okumaları organizasyonunun ikincisinde, Şiir, Naat ve Rubai’leriyle bir döneme imza atmış Arif Nihat Asya anlatıldı. Amsterdam merkezli Türkevi Topluluğu tarafından ‘Yeni bir medeniyet tasavvuru için kültür tarihimize yolculuk’ düşüncesiyle başlatılan biyografi okumaları, her ay yeni bir düşünce ve fikir adamının anlatılmasıyla devam ediyor.
İkinci Biyografi Okumalarında bir giriş konuşması yapan Türkevi Topluluğu Başkanı Veyis Güngör, medeniyet tarihinin aynı zamanda bir zihniyet tarihi olduğuna dikkat çekerek, Biyografi Okumaları’nın sadece bir yazarın, düşünürün, şair’in hayatını bilmekle sınırlı olmadığını, aynı zaman da medeniyet ve kültür referanslarımızla tanışmak olduğunu belirtti. Bu tür toplantılarla, aslında ‘varoluş’ gayesini izah etmek, anlamak, anlamlandırmak gibi bir esprinin de hedeflendiğini, zira tarihe mal olmuş kişilerin hayat ve düşüncelerinde bu soruların cevaplarının da yer aldığını söyledi. Biyografi Okumaları’nın aslında bir tarih şuurunun oluşması, milletlerarası ilişkilerin okunması ve geleceğe dair fikirler yürütülmesinin de bir faaliyeti olduğunu söyleyen Veyis Güngör, Biyografi Okumaları’nın Türkevi’nin diğer sürdürülebilir faaliyetleri, Mesnevi Okumaları ve Amsterdam Tartışmaları, tercüme faaliyetleriyle birlikte değerlendirilmesini belirtti. Güngör, bu günün anlamına dair Türk-Alman Yazarlar Birliği Başkanı Mahmut Aşkar beyin gönderdiği mesajı okudu. “Cumhuriyet tarihimizin çok önemli ve çok yönlü ve bir o kadar da milli bir şairidir merhum Arif Nihat Asya. Onun şiirleriyle büyüyenler ve onun şiirlerini dilinden düşürmeyenler, ona vefasızlık ettiler; unuttular! Aslında Arif Nihat Asya’yı unutanlar, kendilerini unuttuklarının farkında değiller. Büyük şairi rahmet ve minnetle anarken, sizleri bu vesileyle kutluyor, milli değerlerimiz ve kültürümüzün taşıyıcıları adına şükranlarımı sunuyorum”.
Bu giriş konuşmalarından sonra ikinci Biyografi Okumaları’nın konusu olan Arif Nihat Asya’yı anlatmak üzere günün konuşmacısı Ali Yağcı’ya söz verildi.
Ali Yağcı: Arif Nihat Asya’yı tüm özellikleriyle anlattı
Ali Yagcı, uzun zamandır edebiyat, şiir, sanat tarihiyle yakından ilgilendiğini belirterek, İstanbul’un fethinin yıldönümüne bir iki gün kala Arif Nihat Asya hocanın anlatılmasının bir başka anlam ifade ettiğini söyleyerek konuşmasına başladı. Ali Yağcı, önce Arif Nihat Asya ile nasıl tanıştığını anlattı: ‘Rahmetli babam, ben yedi sekiz yaşındayken elimden tuttu ve Karaman’daki saatci Emin ustanın yanına götürdü. Dükkan onlarca saatle doluydu. Hepsi biribirinden farklıydı. Ben duvarda asılı olan saatlere bakarken, karşımda kocaman bir saat ve altında da ‘Duvar Saati’ isimli bir şiir vardı. Emin usta babama, bu çocuk okuma yazma bilir mi diye sordu. Babam da evet dedi. O zaman şu şiiri bir okusun dedi. Ben de şiiri okumaya başladım.
DUVAR SAATİ
Hep bana bakarlardı, karşımda duranlar
Bana bakanlara, bakardım ben de
Karşımda ağlayanlarla ağlardım
Gülen gözlere çok imresirdim
Almazlardı beni hiç aralarına
Ahhh! Zavallı ben!
Adı konulmamış bir esirdim
mısralarıyla başlayan ve
Sevdiklerini bekleyenler, bana bakarlardı sık sık
Göz göze gelirdik, onlarda bir heyecan, bir heyecan
Bende ise zerrece bir his yoktu
Bir başka duyguyla bakışırdık
Birbirimize göz kırpardık
Bakılacak yüzüm kalmadı artık
Şimdi tozlu bir duvar saatiyim
Çoktaaaaaan durmuş…..
İşte budur benim tefsirim
mısraları ile son bulan şiir’di o yaşta okuduğum şiir. Yıllar sonra bu şiirin Arif Nihat Asya hocama ait olduğunu büyük bir sevinç ve buruklukla öğrenmiş oldum diyen Ali Yağcı, kısaca hayatını anlattı. Arif Nihat Asya, 7 Şubat 1904’te Çatalca’da doğmuş, doğduktan bir hafta sonra babasını kaybetmiş, yetim büyümüştür. Anadolu’nun bir çok yerinde öğretmenlik yapan Arif Nihat Asya, Türkiye’de milliyetçi, anadolucu ve maneviyatcı görüşün içinde yer almıştır.
1950 yılında Adana milletvekili olan Arif Nihat Asya, Yeni İstanbul, Babıalı’de Sabah gazetelerinde yazılar yazmıştır. ‘Bayrak Şairi’ olarak da bilinen Arif Nihat Asya 5 Ocak 1975 tarihinde vefat etmiştir.
Sıra bayrak şiirine gelince, Ali Yağcı, katılımcılardan Ali Galip Keleş’e Bayrak şiirini okuması için söz yerdi. Keleş Bayrak Şiirini okudu.
BAYRAK
Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü…
Kızkardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü,
Işık ışık, dalga dalga bayrağım,
Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım.
BAYRAK ŞİİRİ BİR GECEDE YAZILDI
Bir devrin abisi olmuş, mücadeleci, idealist ve gözünü budaktan esirgemeyen özellikleriyle bilinen Arif Nihat Aysa, Bayrak şiirinin bir gecede yazıldığını söyler. 5 Ocak Adana’nın Fransız işgalinden kurtuluş yıldönümüdür. Büyük coşkuyla kutlanır. Bu kutlamalarda okunmak üzere bir şiir aranmaktadır. Hoca öğrencilerine öğrencilerine 5 Ocak ruhuna uygun bir şiir bulmaları söyler. Kütüphanedeki kitaplar elden geçirilir üç beş gün. Ancak uygun bir şiir bulunamaz. Kutlamalar bir gün kalmıştır. Arif Nihat Asya o gece uyumaz. Gaz yağı ışığında sabaha karşı BAYRAK şiiri tamamlanır. Hoca şiiri ikinci defa okumaz. Ertesi gün BAYRAK şiiri kutlamalarda okunur ve olağanüstü bir beğeni alır. İşte o günden sonra BAYRAK şiiri nesilden nesile okunarak günümüze gelir.
Arif Nihat Asya’nın yanık bir ‘Ney’ olduğunu söyleyen Ali Yağcı, hocanın kelimeleri ‘hikmet’ makamında kullandığını belirtmektedir. Dava adamı olmanın ‘kod’larını şu şiirde veriyor Arif Nihat Asya:
YOLLAR
Varsın biraz da yollar çeksin benim cefamı
Artık verin çocuklar, artık verin asamı!.
Bir başka kainata, bir başka yurda yol var;
Siz örtünün garipler siz örtünün abamı!
Yorgun düşüp uzandım altında asumanın;
Gölgende buldum ey dal bir anne ihtimamı.
Şahane manzaraydı dünya sınırlarında
Bir kubbenin rüku’u, bir zirvenin kıyamı.
Yükseklerinde ömrün dağlar, sular kovuklar:
Yükseklerin diliyle tekrar edin nidamı!
Dağlar lisana geldi, gökler lisana geldi;
Şerh oldu Mesnevi’den yıldız
Şerh oldu Mesnevi’den yıldızların kelamı.
Şeffaf mavinizden abdest alıp el açtım
Artık yakındayım, ey gökler, duyun duamı!
MEVLEVİLİK VE ARİF NIHAT ASYA
Arif Nihat Asya’nın bir Mevlevi olduğunu belirten Ali Yağcı, Asya’nın Üsküdar Mevlevîhanesi’nin son şeyhi Ahmed Remzi Akyürek’le sıkı bir münasebet kurdğunu ve şiirlerinde Mevlevi ve tasavvuf kültürüne yer verdiğini söyledi. Arif Nihat Asya, yazar Muhsin İlyas Subaşı’na Mevlana ile ilgili şunları söyler: “Bak Subaşı, Mevlâna Hazretleri, insana sıradan bir yaratık olarak bakmaz. Onun “Eşref-i Mahlukât” oluşundaki sırrı ifşa etmeye çalışır. Bunun için insana özel önem verir ve ayırım yapmadan, soy-sop ayırımı yapmadan sever… Büyüklüğü de bu yakaladığı çizgide başlar. Bu çizginin, Allah’ın bizde tecellîsini istediği şekilde olmasını ister. Bu çizgi, düz değildir, bir daire biçimindedir ve genişleyerek kainatı kuşatır…” “İşte bunun için ben o mübarek insanı sevdim ve ona bağlandım. Sen de sev ve onu oku… Mevlâna Hazreti Resulün bizdeki dilidir, gönül dilidir, sevgi dilidir…”
Programın ilerleyen saatlerinde, İstanbul’un fethinin yıldönümü de hatırlatılarak rahmetli Yıldırım Gürses’in sesinden Arif Nihat Asya’nın o meşhur Fetih Marşı sinevizyon halinde dinletildi.
FETİH MARŞI
Yelkenler biçilecek, yelkenler dikilecek;
Dağlardan çektiriler, kalyonlar çekilecek;
Kerpetenlerle surun dişleri sökülecek
Yürü, hala ne diye oyunda oynaştasın?
Fatihin İstanbulu fethettiği yaştasın.!
Sen de geçebilirsin yardan, anadan, serden….
Senin de destanını okuyalım ezberden…
Haberin yok gibidir taşıdığın değerden…
Elde sensin, dilde sen, gönüldesin baştasın…
Fatihin İstanbulu fethettiği yaştasın.!
Program, Arif Nihat Asya’nın Peygamber efendimize duyduğu özlemi, geçmişe yani Osmanlıya duyduğu özlemden dolayı hayıflandığını belirten İsmail Çeşiyli’ye (Türk Yurdu Dergisi) göre aynı zaman da geleceğin inşasında temel teşkil edecek olan somut değerlerin yani “iyilik”, “güzellik”, “doğruluk”, “hakikat” ve “iman” değerlerinin dile getirildiği NAAT şiiriyle sonlandırılıldı.
NAAT
Seccaden kumlardı..
Devirlerden, diyarlardan
Gelip, göklerde buluşan
Ezanların vardı!.
Mescit mümin, minber mümin…
Taşardı kubbelerden tekbir,
Dolardı kubbelere “amin”..
Ve mübarek geceler dualarımız;
Geri gelmeyen dualardı…
Geceler ki pırıl pırıl
Kandillerin yanardı..
Kapına gelenler ya muhammed,
– uzaktan, yakından –
Mümin döndüler kapından…
Besmele, ekmeğimizin bereketiydi;
İki dünyada aziz ümmet,
Muhammed ümmetiydi…
Konsun – yine – pervazlara
Güvercinler,
“hu hu” lara karışsın
Aminler,
Mübarek akşamdır;
Gelin ey fatihalar, yasinler…
*****
Yazıları posta kutunda oku