20.5.2016
Prof. Dr. Tülay ÖZÜERMAN
Bu yılın 19 Mayıs’ına, ülkedeki tek parti yönetiminin, demokrasiyi rafa kaldıran bir başka hamlesi damgasını vurdu. Günlerdir, düşük profilli ve tek kişi ile uyumlu çalışacak, partinin tek kişiye ait olduğunun resmini kendi üzerinden çizdirecek ve de parlamenter sistemin odak noktasındaki kurumu boşaltarak sadece adı ile dolanacak kişinin kimliği konuşuldu ve yine rejimin dönüşümünde kritik tüm virajlarda olduğu gibi, Cumhuriyet tarihinin en önemli günlerinden biri seçildi. Meclis Başkanı’nın “laiklik anayasadan çıkarılmalı” cümlesinin 23 Nisan bayram sürecine denk gelmesi tesadüfü(!) gibi…
Henüz parti kurultay yapmadan, seçeceği parti başkanını biliyor. Seçilmedi, atandı. Ama usulen, parti toplanıp, onaylayacak, biz buna “partililer seçti” diyeceğiz. Türkiye’de sandık uzunca bir süredir, dayatılan sonucun meşrulaştırılma aracı. Partiler içinde yarışarak yönetim değişmiyorken, partiler arası yarışla nasıl değişecek? MHP’de de Kurultay arayışının yolunun kesiliş yöntemlerine bakarak, artık muhalefet etmenin zorlaşmasından değil, olanaksızlaştırılmasından söz edebiliriz. Tercih hakkı muhalefet partilerinde bile yoksa, sistemin diğer kurumlarında ve genelinde olabilir mi?
Tüm kurumların kendi içinden çözüldüğü, hepimizin nedenleri sorgulamak yerine, sonucu tartışarak kabullenmemizin tembih edildiği, yönetilenlerin hak ve özgürlükler alanının, yine yönetilenlerce boşaltıldığı “boz” sürecinde yeni bir aşamaya geçildi. Meclis’teki çoğunluğa kabul ettirilemezse, halka o(na)ylattırılacak, partili (cumhur)başkan modeli, parti genel başkan değişikliği üzerinden (bahanesi ile) fiilen ilan edilmiş oldu.
Ne yasalarda ne teamüllerde var ama olsun… Sonuç üzerinden beyin yıkayıcılara göre; uyumlu bir (tek partili) yönetim ve istikrar(!) gelecekmiş ülkemize…
19 Mayıs’a damgasını vuran yine, fiili yönetim ve teamül dışı uygulamalar oldu. “Atatürk’ü anma ve gençlik”, şimdiki dayatmacı zihniyetin “eski” diye karalamaya çalıştığı Türkiye’nin hafta içinde en yoğun işleyip, sahiplendiği konulardı…
Şimdi gündemimizin ana başlığı, sadece koltuk olarak kalan Başbakanlığa kimin geleceği. İşaret edilen ismi parti onayladıktan sonra, “al bunlar senin bakanların” diye eline liste verilecek bir model.
Parlamenter sistemin kurumları bir bir boşaltılıyor, hem de gözümüzün önünde.
23 Nisan’da laiklik, 19 Mayıs’ta kuvvetler ayrılığında çatlak yaratılıyor.
Anayasalı ama anayasal olmayan işleyişte, anayasa sistemi dönüştürenlerin işlerine geldikçe başvurdukları bir direktif kurum ise, rejim otoriterdir. Türkiye’de ibre, sadece otoriterliğe değil, dini devlet mekanizmasına referans alarak teokrasiye doğru çevrilmiş durumda. Tüm yollar tek adama çıkıyor algısı en büyük baskı aracı. Ve eleştiriler, delik deşik olmuş anayasada Cumhurbaşkanı’nı koruyan, “hakaret” sözcüğünden hareketle frenleniyor. Partisi ile özdeşleşmiş tek kişi koruma altında ama diğer parti başkanları ve yurttaş korunmasız. Bir kişinin özgürlükleri adına hepimize kendi özgürlüklerimizden vazgeçmemiz tembih ediliyor; hukuk insanları, anayasada tanımlanmış biçiminin dışına çıkan kurumsal işleyişi sorgulayamıyor. Gözümüzün önünde fiili parti devlet bütünleşmesi yaşanıyor ve kurumsallaşmasının tamamlanması bizlere ihale edilmek isteniyor.
Gündem kaçırılsa da, günün anlam ve önemini bilen biliyor, Atatürk’le ve rejimle ilgili tüm karalamalara karşın yurttaşın gündemi farklı ve anlamlı günlerde sokaklarda bayrak, Atatürk görselleri, söyleşiler, yürüyüşler ve etkinliklerle tercihlerini göstermekteler.
Çocuklarla ilgili vahim gerçeğimizi Ensar Vakfı olayı ile fark ettik. Çocuk istismarı ve tecavüzler, yeni denilen Türkiye’nin, kadın cinayetleri ve şiddet konularından sonra yakıcı bir başka gerçeği olarak karşımızda çözüm bekliyor. Gençlerin sorunları çok fazla, işsizlik ise en önemli ekonomik açmazları.
Sistem, giderek parası olanı daha güçlü kılarken, parasız olanı cezalandıran bir biçime evriliyor. Ana değer, söylemde “din” gibi ama, uygulamada para öne geçmiş durumda.
İç acıtıcı bir yazı geliyor bizlere her yaz öncesinde; kimler yaz okulunda ders vermek istiyorsa, ismini bildirecek. Bu yazıyı hep şöyle okumuşumdur: “Kimler dönem boyunca ders anlattığı halde geçemeyen öğrencilerine yeniden kısa sürede aynı konuları yeniden anlatacak? Eşitsizliğe katkı vererek para ile ödüllenmek ister misiniz?”. Öğrenci gözünden, “kendisini bırakan hocasından para karşılığı yeniden ders almak”tır, bunun adı. Özetle: öğretim üyesine daha fazla para kazanma, öğrenciye de ders geçme fırsatı sunmak.
Bu sistem öğretim üyesi ile öğrenci arasında para yolu ile bağ kurarken, parası olmayan öğrenciyi mağdur etmekte, neredeyse her alanda var olan fırsat eşitsizliği, eğitim alanlar arasında da uygulanmaktadır. Bütünleme sınavı ise tüm öğrencileri eşitlemekte. Öğrenci dönem boyunca aldığı dersleri kendi başına çalışarak pekiştirebilmektedir. Bu yüzden, yaz okulu kalkmalı, bütünleme sitemine geri dönülmelidir.
Yeni dedikleri Türkiye, paranın tüm değerleri kovduğu, daha çok para ve mal edinme yarışı üzerine kurulu; liyakat, hakkaniyet gibi sistemi güçlendirecek unsurlardan uzaklaştığımız ve eşitlik üzerine hiçbir tasarımın olmadığı bir sistem inşa ediyor. Burada insan yok, insanın özgürlüğü ve eşitliği üzerine bir tasarım, bir düşünce yok.
Gençler ve çocuklar geleceğimiz ve onlar ne düşünüyor, ne hissediyor, bunu umursamadan, bir çerçeve çizip içine yerleştiriliyor ve dışına çıkmamasını tembih eden baskı ortamı, siyasette başa getirilip gönderilen rol modelleri ile güçlendiriliyor. “Onlar bile gel deyince geliyor, git deyince gidiyorsa” diye düşünmemiz isteniyor.
Ne çok sorusu ve sorunu var oysa çocuk ve gençlerimizin. Annesi alış veriş yaparken, gazetedeki Atatürk resmini işaret eden çocuk, “anne ben büyüyünce Atatürk olabilir miyim?” diye sordu. Anne ne diyeceğini bilemez şaşkın, duyduğumu görüp gülümsedi, “çocuk işte” der gibi… Anneden yanıt yok!… Eğildim, “sen Atatürk’sün” dedim. Ben de, annen de… Bizi var eden değerleri inkar etmeyen hepimiz Atatürk’üz. Aramızdan ayrılmadan Atatürk bize vatanımızı emanet etti. O tek adam olarak kalmaya, kalıcılaşmaya çalışmadı, amacı vatan ve milletin bütün ve bağımsız olmasıydı. Egemenin seçilmişler olmadığı sisteme geçişin ve özgür birey olmanın yolunu açtı yurttaşlarına. Büyüdüğünde bunu daha iyi anlayacaksın. Onu sevgi, saygı ve şükranla anarak, unutmuyor, yaşatıyoruz. Ona minnetimizde, O’nun devleti var eden değerlerinde birleşiyoruz hala. Atılan tüm ayrılıkçı tohumlara, baskılara karşın Atatürk’te birleşiyoruz. Birleşik bir güç olmanın önündeki tüm engelleri bu yolla aşacağız. Ülkede kim nerede ise, neye sahipse, yaşamımız da dahil, O’na borçluyuz. Ama annen, ben, biz kadınlar için Atatürk çok daha fazla önem taşıyor. Her geçen gün bunun önemini daha çok hissediyoruz…
Çocuğu tutmuş, anneye anlatıyor olduklarım, 19 Mayıs’la başlayan mucizeyi inkar edenlerin, sahipleniyor gibi yok etmeye çalışanların bizi sürüklediği yerden çıkışımızdı aslında.
Bir çocuk bile Atatürk olmayı düşünüyorsa, hem de bu iklimde… Yanılgı içinde olanlar ve destekçilerinin korkuları hiç boşuna değil.
“Eski Türkiye” diyerek, Atatürk’ün eserlerini, kurumlarını yıkarak, yok edemeyecekleri bir yer var: Toplumun vicdanı ve yüreği. Ki, orası Atatürk’ün dini de yerleştirdiği yer; dinin de asıl mekanı. Devletten koparılan adalet, vicdanlarda toplaşmış kanıyor. Yok etikleri kadar var oldukları yanılsaması içindekilerin göremediği yerde Atatürk sevgisi katlanarak büyüyor. Adalet ve eşitlik yok edilerek, baskı ortamlarında kurulan sandıklarla yerleşilen yerlerde oturanların, vicdanlardaki sorgu ve yargıdan kaçabilecekleri yer yoktur.
Atatürk Türkiyesi sayesinde var olmuşların, Atatürk değer ve kurumlarını tahrip ederek varlıklarını sürdüreceklerini düşünmeleri ne büyük bir yanılgı.