“Geçmiş yabancı bir ülkedir: Onlar orada farklı şeyler yaptılar” der İngiliz yazar L. P. Hartley. Geçmiş bizim için çelişkili biçimde hem şok edici hem de çok bilindik… İnsanın hiç değişmediğini düşünmekle birlikte, arkeolojinin yaptığı her bir keşifle, geçmişe bakışımızı dönüştüren pek çok sürprizle karşılaşmaya devam ediyoruz. Keşifleri bazan o derece şaşırtıcı oluyor ki, bu buluntuların nasıl olup da var olabildiğini anlamak ve değerini ölçmek mümkün olmuyor. Bazıları için gerçekten hiç varolmamış olmaları gerekirdi diye düşünmekten kendimizi alamıyoruz. Çeşitli açıklamalara ulaşabilmek adına pek çok bilim dalı sayesinde geçmişi yeniden canlandırıyor olsak da, her buluntu için böyle bir kaynak ve zaman ayırmamız elbette mümkün olmuyor. Kaldı ki, geçmişteki mevcut şartların bugün olmayışı ve hatta bizim dahi aynı olmayışımız, aynı şekilde düşünüp yaşamayışımız bu açıklamalara ulaşmakta önümüzde engel teşkil edebiliyor. Peki, bu derece çelişki içerisindeyiz diye, geçmişimizle kopuk olan bağlarımızı yeniden kurmaya çabalamaktan vazgeçmeli miyiz? Her çabayla bu bağın biraz daha kurulduğu gerçeğini inkar edemeyiz ve hatta motivasyonumuz bu.
Astronomiden, kimyaya, ekonomiden fiziğe kadar birbirinden çok farklı alanlarda çalışan bilim insanları, aynı bulgular üzerine emek veriyor ve bu sayede sadece geçmişle değil birbirleriyle de bağ kurarak, gelecekte var olması muhtemel yeni çalışma alanlarının ve teknolojilerin kapılarını aralıyorlar. Sorular soruları, sorular yeni cevapları, yöntemleri ve teorileri beraberinde getirerek muazzam bir sinerji oluşturuyor. Başka listelerde bir kısmından bahsettiğimiz fakat bu listede var olmayan aynı derecede “paha biçilmez” bulgulardan peşinen af diliyoruz. Bugüne kadar sayelerinde geçmişle ilgili çok şey öğrendiğimiz, önümüze yeni ufuklar açan ve pek çok çalışmaya, teoriye, bilim dalına vesile olmuş ve bu yüzden; varlığından öte değerler taşıyan arkeolojik keşifleri toparladık. Liste uzun olabilir ama yazarın vakti ve bilgi dağarcığı yetmediğinden buraya dahil olamayan bulguları hesaba katarsak görece kısa kalır. Başlayalım.
1. Rosetta Taşı
Aslında tas tamam arkeolojinin mihenk taşı. Mısır halkının kullandığı dil olan Demotik, Mısırlı asillerin va aydın kesimin bildiği Hiyeroglif ve Antik Yunanca olmak üzere üç farklı dilde yazılmış. Yüzyıllar boyunca çözülemeyen Hiyeroglif, Napolyon’un 1798’deki Mısır Seferi sırasında bulunan bu taş yardımıyla çözülmüş. Öncesinde arkeologlar, Hiyerogliflerin Mısır’ın tufandan önceki yaşamına ait şekiller olduğunu düşünürlerdi. MÖ. 196’da yazıldığı tahmin edilen taş, Büyük İskender’in Mısır’ı fethinden sonra hüküm süren Kleopatra’nın da mensubu olduğu Ptolemaios Hanedanı’nın hükümdarlarından biri tarafından yazdırılmış. Demotik ve Hiyeroglif alfabeleri, okunabilen Yunanca bir metnin de aynı taş üzerinde bulunması sayesinde 1822’de Jean-Francois Champollion tarafından çözüldü. Champollion’a Demotik alfabesini 1814’de çözen İngiliz Thomas Young’ın çalışmaları yardım etmiş. Hiyeroglifin çözülmesiyle birlikte Antik Mısır bilimi doğdu ve geçmiş yüzyılların açıklığa kavuşması kolaylaştı. Günümüzde British Museum’da sergileniyor.
2. Ölü Deniz Parşömenleri (Kumran Yazıtları)
20’inci yüzyılın en önemli arkeolojik keşiflerinden biri. Yahudiliğin ve Hristiyanlığın bilinen en eski yazılı kaynakları… Bir kısmı İbranice, bir kısmı da artık ölü bir dil olan Aramice ile, kâğıt, deri veya bakır plakalara kaydedilmiş tam 40 bin adet elyazması. 1947’de genç bir keçi çobanı, kaybolan keçisini ararken, Ölü Deniz’in batısında kalan bir tepedeki mağaralarda tesadüf eseri bulmuş. Ağzı sıkıca kapalı testilerde yaklaşık 1900 yıl bozulmadan saklı kalan tomarlar, MS. 68’de mağaraya yerleştirilmişler. Tomarlar, MÖ. 1. yüzyıldan MS. 2. yüzyıla değin Ürdün’deki Ölü Deniz kıyısındaki Kumran vadisine yerleşmiş ve Esseniler olarak bilinen, Yahudi dinine mensup dışa kapalı bir topluluğun tarihçesini aydınlatır. İsa Mesih’in bizzat bu topluluğun bir üyesi olduğu ve burada eğitim gördüğü iddiaları vardır. Parşömenlerin Essenilerce değil, MS. 70’lerde Kudüs Tapınağı’nı yok eden Roma saldırısına dek bölgede yaşayan farklı Yahudi toplumlarınca yazılmış olabileceği ihtimali kadar, Essenilerin M.Ö 2. yüzyılda kralların haksız şekilde başrahiplik makamına el koymasıyla, kendilerini sürgün eden Kudüs Tapınağı rahipleri olduğu da iddialar arasında.
3. Pompei
Bugüne kadar, taş kesilen tefessüh etmiş şehir olarak lanse edildi. Akıbeti Lut Kavmi’ne, Sodom ve Gomore’ye benzetildi. Klasik hikaye şu: 24 Ağustos 79’da Vezüv Yanardağı’nın patlamasıyla fışkıran volkanik kül ve lavların üzerine yağması sonucu, kendisiyle aynı kaderi paylaşan Herculaneum ve Stabia ile birlikte yerin 6-7 metre altına gömülmeden önce; Roma İmpatatorluğu’nun şehvet merkeziydi. Pedofili, ensest ve fuhuş; şehrin günlük hayatının alışılmış bir parçasıydı. Kız kardeşine aşık, İmparator Caligula o güne kadar tarihin görmüş olduğu en zalim ve sapık imparator olarak bu yaşamı destekliyordu. Yaklaşık 20 bin nüfuslu şehre gemilerle gelenlerin ilk aradıkları; sokaklara çizilmiş penisleri takip ederek bulunabilen ve yine penis resimli kapıları olan genelevlerdi. Şehre kül bulutları ve lavlar ulaştığında, bazılarının seks yaparken yakalandığı, hiç kimsenin bu felaketten sağ çıkamadığı taşlaşmış bedenleriyle ispatlı. Bu hikayede pek çok yanlış var ama öncelikle bir konuda anlaşalım: Pompei’nin o zamanki ahlaksızlığı ülkemizin şimdiki ortamından hiç de farklı değildi. Yani ibret alınmış olsaydı, aynı ahlaksızlıklar hala tekrar ediyor olmazdı! İkinci anlaşacağımız konu da toplam şehir nüfusu göz önüne alındığında küller altında kaldığı tespit edilen insan sayısının 2 bin civarında olması. Şu ana kadar 5/3’ü ortaya çıkarılmış olsa da şehrin büyük oranda boşaltıldığını rakamlarla anlayabilmek mümkün. Üçüncü konu: Çoğu geride bırakılmış köleler ve fahişelerden oluşan bu insanların bedenleri taşlaşmadı. Üzerlerini örten volkanik toz ve lav sertleşip bir kalıp oluşturdu. Zamanla içindeki vücut çürürken kalıp aynı kaldı. Sonuçta insan şeklinde boşluklar oluştu. Arkeologlar bu boşluklara alçı döküp ölen insanların heykellerini çıkardılar. Roma dönemindeki şehir yaşamına ilişkin pek çok bilgi edinmemizi sağlayan Pompei, UNESCO’nun Dünya Mirası Listesi’nde.
4. Altamira Mağaraları
İspanya’daki mağaralar, Yontma Taş Devri’ne ait çizimleri ve çok renkli kaya resimleriyle ünlü. Tarih öncesi çağlara ait çizimlerin keşfedildiği ilk mağara. Altamira’nın 1879’da keşfi büyük bir tartışmayı da beraberinde getirdi. Çünkü tarih öncesi insanlarının böyle mükemmel çizimleri yapabilecek yetenekte olduğuna hiç kimse inanmak istemedi. Ancak 1902’de aynı çağlara ait başka resimlerin bulunması Altamira Mağarası ile ilgili karşı tezleri çürüttü. MÖ. 16-9 bin yılları arasında yapıldığı tahmin edilen resimler, mağaraların iç kısımlarında yer aldığı için su ve rüzgarın yıkıcı etkilerine maruz kalmamış ve çok az değişiklik geçirmiş. Tavanında geyik, yaban domuzu, at ve soyu tükenmiş yüzlerce hayvan resmi var. Betimlemelere bakıldığında hayvanlar gayet gerçekçi ve hareketli. Ayrıca insanın doğadan boya elde etmesinin ilk örnekleri de bu mağara resimlerinde görülür. Boyalar kullanılarak yoğunluk farklarının, gölgelendirmelerin yapılması, bazen tek bir hayvanın çiziminde üç rengin kullanılması, mağara sanatının çok üstünde bir teknik becerinin işareti sayılır.
5. Tutankamon Mezarı
“Her kim kralın huzurunu bozarsa, ölüm ona hızlı kanatlarla gelecektir.” Mısır bilimci Howard Carter 1922’de firavunun Krallar Vadisi’ndeki mezarını bulduğunda; lahtinin üzerinde işte böyle yazıyordu. “Firavun’un Laneti” olarak bilinen hikaye, Mısır’ın simgesi kabul edilen bir kobra yılanının, Carter’ın çok sevdiği kanaryasını yemesiyle başladı. Daha sonra kazının masrafını karşılayan Lord Carnarvon sivrisinek ısırmasından kaynaklı kan zehirlenmesi nedeniyle öldü. Ayrıca mezara giren bazı kişilerin ateşli bir hastalıktan ölmesi bu lanete olan inancı arttırdı. Bugün biliyoruz ki, binlerce yıldır kapalı kalan ortamlarda oluşan bakteriler, toksinler ve zehirli gazlar gayet öldürücü olabiliyor. Firavun Tut’un mezarı, diğer firavunlara göre oldukça gösterişli. Mezarın ilk odasında bir at arabası, tahtı ve hayattayken kullandığı paha biçilemez eşyalar bulundu. Tut, som altın bir lahdin içinde, yine altından maskesindeki simasıyla milyonlarca insanın hafızasına kazındı. Sanal otopsi sonucu yeni bulgular, MÖ. 14’üncü yüzyılda hüküm süren genç firavunun dişlek ve genç bir kadınınki kadar geniş kalçalı olduğunu, bacağındaki bir sakatlık nedeniyle bir ayağını tam yere basamadığını, yürümek için bastona dayanmak zorunda kaldığını ve 20’li yaşlarını göremeden öldüğünü gösteriyor. Tutankamon, Mısır firavunu Akhenaton ve kızkardeşi Prenses Kia’nın çocuğu. Ensest, antik Mısır’da tabu sayılmıyordu ve akraba evliliklerinin yarattığı sağlık sorunları da o dönemde bilinmiyordu. Kafatasında ve iskeletindeki bazı kırıklar nedeniyle Tutankamon’un cinayet veya araba yarışlarında geçirdiği bir kaza sonucu öldüğüne inanılıyordu. Oysa şimdi bilim insanları, genç firavunun genetik rahatsızlık sonucu öldüğünü, bastonla yürümesini gerektiren topallığı nedeniyle araba yarışlarına katılmasının imkansız olduğunu söylüyor. Tutankamon’un mezarında bulunan 130 kadar baston da bunu doğruluyor.
6. Willendorf Venüsü
Tarih öncesi dönemden kalma Ana Tanrıça’ya atfedilen bu figürlerin ortak özelliği; yüz ifadeleri belirsiz, besili ve doğurgan hatta hamile, göğüsleri ve dişilik organı (Venüs tepesi) abartılı derecede belirgin. Avcı ve toplayıcı yaşam koşullarının oluşturduğu mitik inanış içinde insanlık, yaşamı ve doğayı yaratan Ana Tanrıça ile kadın badeni arasında benzerlik ilişkisi kurmuş. Willendorf Venüsü, Ana Tanrıça kültleri içinde ilk bulunanı ve en önemlisi. Avusturya’da, 1908’de demiryolu inşaatı sırasında ortaya çıktı. Buluntu günümüzden yaklaşık 28-25 bin öncesine tarihleniyor ve bulunduğu coğrafyada olmayan Oolitik kireçtaşından yapılmış. Bu demek oluyor ki; sahibi bu 11 cm’lik figürü nereye giderse gitsin belki de bir muska olarak yanında taşıyordu. Bir çok sanat tarihçisi tarafından estetik amaçla üretilmiş en eski sanat eserlerinden biri olarak kabul edilir. 2008’de bulunan Hohle Fels Venüsü; 50 bin yıllık Homo Sapiens (kendinin farkında olan insan) tarihinde, 35-40 bin yıl öncesine tarihlenir ve şimdiye dek bulunmuş en eski figüratif heykelcik ve bilinen en eski apaçık kadın tasviri olarak kabul edilir. Figürlerin o dönemin kadınının fiziki görünüşünü yansıtmadığı, tanrıçanın bizzat kendisini tasvir ettiği ve bir kişilik kazandırmamak adına bilinçli olarak yüzünün belirginleştirilmediği düşünülüyor. Yani modern insanı belirleyen sıçrama, ateşi kullanması değil, sanat yapmaya başlamasıdır.
7. Terrakotta Ordusu (Toprak Askerler)
İlk Çin imparatoru Çin Şı Huang’ın mezarında bulunan ölümsüz ordusunun heykelleri. MÖ. 210’da yapılmış olan heykeller, 1974’te Çin Halk Cumhuriyeti’nin Shaanxi eyaletinde bir çiftçi tarafından bulunmuş. “İlklerin imparatoru” olarak bilinen imparator, Çin’deki tüm beylikleri yenip, “Savaşan Devletler” dönemine son vererek, Çin Hanedanı’nı kurmuş ve kendini imparator ilan etmiş. Tarihçi Si Maqian’in kaydettiğine göre; imparatorun mezarının yapımına kendisi henüz hayattayken MÖ. 246’da başlandı. 700 bin kişinin çalıştırıldığı mezarın inşası 30 küsür yıl sürdü. Mezarın temeli dörtgen, 350 metre uzunluğunda, 345 metre genişliğinde; 76 metre yüksekliğinde toprak bir piramit şeklinde. Kazı alanında çoğu hala toprak altında 8000 asker, 520 atıyla birlikte 130 savaş arabası, 150 süvari atı bulunduğu tahmin ediliyor. 1987’de UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası Listesi’ne alınan alanda kazı çalışmaları devam ediyor. Boyları 183-195 santimetre arasında değişen bu heykel askerlerin her birinin yüz ifadesi birbirinden farklı. Yine de 2 bin yıl önce fabrikasyon üretimle yapılmış olabileceği yönündeki tartışmalı tezi çürütmek için University College London (UCL) ve Toprak Askerler’in bulunduğu müzeden bir ekip, 3D teknoloji kullanarak kopyasını çıkardıkları heykellerden 30’unun kulakları üzerinde inceleme yaptılar. İncelenen kulakların hiçbiri bir diğerinin aynısı çıkmazken, farklılık oranı da insan nüfusu arasındaki oranla aynı.
8. Staffordshire Hazinesi
Anglosakson dönemine ait bulunan en büyük altın, gümüş ve metal içeren hazine. 2009’da İngiltere’nin Staffordshire kontluğu yakınlarındaki bir köyde bulunmuş. 3500 adet parçadan oluşan hazine, toplamda 5 kg altın ve 1.3 kg gümüş içeriyor. Genelde savaşla ilgili malzemelerden oluşuyor, içinde para, ev gereçleri ya da kadınların kullanımına ilişkin herhangi bir eşya bulunmuyor. Anglosakson buluntularının aksine olan bu durum, definedeki eşyaların özenle bir araya toplandığına dair yorumlara neden olmuş. İncelemeler definedeki eşyaların bir tehlike anında sahipleri tarafından geri alınmak üzere gömüldüğünü gösteriyor. İşlemeleri ve işçiliği olağanüstü kaliteli olan eşyalara toplamda 3.285 milyon pound değer biçilmiş ve hazine Birmingham Müzesi tarafından satın alınmış. MS. 7. ve 8. yüzyıla tarihlendirildikleri için yedi krallık dönemi İngilteresi’ndeki Mercia Krallığı’na ait olduğu düşünülüyor. Bu döneme ait yeterli derecede yazılı kaynak bulunmuyor; o yüzden kültürel tarihi aydınlatmak bakımından büyük bir olanak görülüyor.
9. Knossos
Tunç Çağı’nda Girit Adası’nda, MÖ. 3.500’lerde doğmuş Minos Uygarlığı’nın başkenti olan antik şehir. Giritliler, deniz aşırı ülkelerle ticaret yapan, tüccar bir halktı. Kültürleri MÖ. 1700’lerden başlayarak yüksek bir seviyeye ulaşmış, büyük ilerleme göstermişti. Kazı alanından çıkarılan objelerden en ünlüsü, tanrıçalara tapan Girit ile özdeşleştirilen Yılanlı Ana Tanrıça figürü. Girit sarayları kazı çalışmaları sonucu ortaya çıkarılmış en önemli yapılar. Adada bulunan her bir sarayın kendine has bir özelliği var ve hiçbiri birbirine benzemiyor. Ancak diğer yapılardan ayrılan ortak özelliklere de sahipler. Knossos Sarayı, antik kentin en önemli yapısı. Knossos Sarayı’nı ortaya çıkaran arkeolog Arthur Evans. Saray ilk olarak MÖ. 1900 civarında inşa edilmeye başlanmış. Fakat sarayın temelleri altında Neolitik döneme kadar uzanan daha eski yerleşim tabakaları var. Theseus ve Minator canavarı efsanesine konu olan Knossos Sarayı, anlatıldığı gibi çok sayıda avlu ve odasıyla bir labirenti andırıyor. Radyokarbon yöntemi ile MÖ. 1630’da meydana geldiği saptanan büyük bir yanardağ patlaması sonucu uygarlığın çöktüğü düşünülüyor.
10. Sanxingdui Kültürü
1929’da keşfedildiğinden beri gizemleri çözülmeye çalışılıyor. Çin’deki Sichuan eyaletindeki Sanxingdui, bundan 5 bin ila 3 bin yıl önce var olmuş Shu Devleti’nin başkenti. 1986’dan sonraki kazılarda 1000’den fazla tarihi esere ulaşıldı. Bunların başında, çok sayıda tunç maske geliyor. Üzerindeki figürlerin tamamına yakını, kalın kaşlı, iri gözlü, dik burunlu, geniş ve yassı ağızlı ve neredeyse çenesiz olan maskelerde ne sevinç, ne de kızgınlık ifadesi var. Bu yüz şekli, bugün bölgede yaşayan insanlardan çok farklı. Uzmanlar, maskelerin anlamını hala çözebilmiş değil. Kalıntılardan çıkarılan heykeller, değerli taşlardan yapılmış nesneler ve fil dişleri; kayıp uygarlığın teknik açıdan ne derece gelişmiş olduğunun kanıtı. Arkeologlar, çok sayıdaki tunç eşyanın Batı Asya, Antik Maya ve Mısır gibi dünyanın diğer bölgelerin özelliklerini de kapsayan “melez” bir kültürü yansıttığı ve Çin Kültürü’nden çok farklı olduğu görüşünde. Çalışmalar, kentin yaklaşık 3 bin yıl önce apar topar terk edildiğini, çok gelişmiş bir düzeye gelen medeniyete aniden nokta konduğunu gösterdi. Bazı bilim insanları, bunun nedeninin sel olduğunu savunurken, bazıları savaş, bazıları ise salgın hastalık olduğunu düşünüyordu. Fakat kazı başkanı Niannian Fan, bu nedenlerin hiçbirini ikna edici bulmuyor. 14 yıl önce kazılan başka bir yerleşimin buluntuları, bu alandaki buluntularla oldukça benzer. Halkın aniden yok olması yerine, taşınıp yakındaki bu bölgeye tekrar yerleşmiş olabileceği ihtimali dikkate alınıyor. Tahminlere göre; 3 bin yıl önce gerçekleşen büyük bir deprem, Minjiang Nehri kıyısındaki Sanxingdui Kültürü’nün su kaynağını yok ederek, etrafı duvarlarla çevrili şehirlerini terk etmek zorunda bırakmış.
11. Rapa Nui (Paskalya Adası)
Yeryüzündeki tüm yerleşim bölgelerine en uzak yer olan Rapa Nui, Pasifik Okyanusu’nun güneydoğusunda, insan yaşamının olduğu en yakın bölgeye 3600 km uzaklıkta. Ada, üçgene benzer ve volkanik kayalardan oluşuyor. Kıyıda dizili duran çok sayıda dev boyutta taş heykelle ünlü. Bu taş heykeller “Moai” diye adlandırılıyor. Ne zaman ve kimler tarafından yapıldıkları hala bilinmeyen heykellerin, MS. 1000 ile 1600 yılları arasında inşa edildiği tahmin ediliyor. Yine tahminlere göre; bu taş heykeller yerlilerin ruhlarla iletişim kuran ataları. Ortalama bir Moai 4,5 metre uzunluğunda ve 14 ton ağırlığında. En uzun Moai’ye “Paro” deniyor ve yaklaşık 10 metre uzunluğa, 82 ton ağırlığa sahip. Adanın doğusundaki Rano Raraku yanardağının tüf ve taşlarından yontulmuş heykeller “Ahu” adı verilen platformlar üzerine, bakışları yerleşim bölgesini görecek şekilde yerleştiriliyor. Ahular o kadar güzel işlenmişler ki, yontma taş plakalarının arasına bıçak sırtı bile sığmıyor. Bu taşların nasıl taşındıkları ve Ahu’lara nasıl yerleştirildikleri konusunda birbiriyle çelişen pek çok teori ortaya atılıyor. Rapa Nui, Unesco Dünya Mirası Listesi’nde.
12. Nazca Çizgileri
Güney Peru’daki Nazca Çölü’nde hayvanları ya da çeşitli geometrik biçimleri betimleyecek şekilde yere çizilmiş, bazıları kilometrelerce uzunluğa varan çizgiler… Düz çizgi, üçgen, sarmal, ok, kuş, maymun, köpek, örümcek, fok, çiçek, vb. biçimler çok büyük olduğu için yerden bakıldığında anlaşılmıyor ancak çok yüksekten bakıldığında görülebiliyor. MÖ. 5. yüzyıl ile MS. 6. yüzyıl arasına tarihlendiriliyorlar. Bölgenin çöl topraklarını mesken tutan bu topluluk, günümüzde “Nazcalılar” diye anılıyor. Bazılarının takvim ya da gök bilimle ilişkili olduğu, bazılarının da doğa ayinlerinin bir parçası olarak yapıldığı sanılmaktaysa da, ne amaçla yapıldıkları hakkında kesin bir bilgi olmayan bu çizimler de UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde. Nazca çizgilerinin yüksekten bakılmaksızın nasıl düzgün çizilebildikleri konusunda pek çok teori var. Örneğin İtalyan mimar ve arkeolog Guiseppe Orefici’ye göre; Nazcalılar, barışçıl, ama koyu dindar bir topluluk. Mumyaların arasında, bir tane bile düşman mumyasına rastlanmaması, onların savaşçı olmadığının kanıtı. Yazıyı, büyük bir olasılıkla tanımıyorlar. Ancak, sanatta ve asıl önemlisi, geometri konusunda çok ileriydiler. Hem de, kenarları 110 metre uzunluğunda ve 20 metre yüksekliğinde piramitler inşa edecek kadar. Ona göre çizgiler “agrandisman” yöntemiyle çizilmişti: Önce ana şeklin en küçük parçasının şeklini çizmişler ve daha sonra da, basit basamak hesaplarıyla daha büyüklere geçmişlerdi.
13. Piri Reis Haritası
Amerika kıtasını gösteren en eski haritalardan biri. Osmanlı Kaptan-ı Derya’sı Pîrî Reis tarafından 1513’te çizilmiş. Avrupa ve Afrika’nın batı kıyılarını ve Güney Amerika’nın doğu kıyılarını gösteriyor. Aralarında Kristof Kolomb’a ait bir haritanın da bulunduğu yirmi kaynağı birleştirip hazırlamış. 16. yüzyıl Avrupa ve Müslüman denizcilerinin coğrafya bilgilerini göstermesi açısından değerli bir tarihi belge. Pîrî Reis bu haritayı, Mısır’ın fethinin hemen sonrasında 1517’de Yavuz Sultan Selim’e takdim etmiş. Harita, 1929’da Topkapı Sarayı’nın müzeye dönüştürülme çalışmaları sırasında tesadüf eseri keşfedilmiş ve hala orada duruyor. Ceylan derisine çizilmiş haritada, Ortaçağ haritalarında sıkça görülen; anahtar noktalarda yönleri gösteren pusula gülleri ve bunlardan ışınsal olarak çıkan yön çizgileri var. Kenarlarına açıklayıcı nitelikte düşülmüş notlarda Yeni Dünya’nın yerlileri, hayvanları, bitkileri, madeni zenginlikleri ve diğer ilginç özelliklerine değinilmiş. Gösterilen yerlerde bulunduğu rivayet edilmiş hayvan veya hayâlî yaratıkların resimlerini de içeren harita; toplam dokuz renkle çizilmiş. Sağ kenardaki notların yarım cümlelerden oluşması, daha büyük bir dünya haritasının sol kısmı olduğunu gösteriyor; haritanın 3/2’si kayıp.
14. Grauballe Adamı
Danimarka’da 1952’de bir bataklıkta bulundu. MÖ. 3. yüzyıla ait Grauballe Adamı, şu ana kadar bulunmuş en sağlam mumya. Bir kulağından diğer kulağına kadar kesilmiş boynu, alnındaki yara ve kırık bacağıyla ceset, araştırmacılara göre iyi bir hasat için tanrılara kurban edilmiş olabilir. Üzerinde hiçbir giysi bulunmaması öldürülmeden önce soyularak idam ya da kurban edildiğinin bir başka kanıtı olarak görülüyor. Yapılan mide analizleri, kurbanın son yemeğini tespit edilmesine yarayan ipuçları da veriyor: Yavan bir yulaf çorbası içmiş. Grauballe Adamı’nın parmak uçları, elleriyle çalışmadığını gösterdiği için yüksek düzeyde biri olduğu tahmin ediliyor. Yediği yulaf zehirli olduğundan komadayken ölmüş olabilir. Cermen paganizminde insan kurban edilmesi ritüelinin bir parçası olarak saçları, tırnakları ve geri kalan her şeyiyle araştırmacılar için bir kurbandan fazlası. Kuzey Avrupa’da adakların göllere ve bataklıklara atılma geleneği var. Ama aynı zamanda bataklığa gömülmenin MS. ilk yüzyıllarda Cermen toplumları tarafından bir ceza türü olarak kullanıldığını gösteren kanıtlar da mevcut. Dolayısıyla Grauballe Adamı’nın bir suçlu mu yoksa bir kurban mı olduğu belli değil.
15. Ardipithecus (Ardi)
Ardipithecus’un iki ayak üzerine yürüyebilen ilk hominid olduğu düşünülüyor. Yaklaşık 4,4 milyon yıl önce, Pliyosen Çağı başlarında yaşamış. Fosilleri 1994’te Tim White ve ekibi tarafından Etiyopya’da bulundu. O zamandan beri yüzün üzerinde kalıntı ortaya çıkarıldı. 2009’da bilim insanları “Ardi” takma adını verdikleri bu iskelet buluntularını “resmi” olarak açıkladı. Ayak kemikleri, diğer parmaklardan ayrık büyük baş parmakları olduğunu gösteriyordu. Bunun, bipedallikle (iki ayak üzerinde yürümek) ilgili ne anlama geldiği hala belirgin değil. Kalça kemikleri, dağılmış parçalardan tekrar inşa edildi ve bu Ardipithecus’un hem bipedal, hem de ağaca tırmanma özellikleri gösterdiği ortaya kondu. Araştırmacılar “Ardi” iskeletinin insan-kuyruksuz iri maymun (şempanze benzeri olmayan) ortak atası olup olmadığını tartışıyorlar. “Ardi” fosilinin yakınında bulunan hayvansal kalıntılar, bu türün ağaçlık bir alanda yaşadığını gösteriyor. Bu da insanların açık alanda bipedal hale geldiğiyle ilgili teoriyi yalanlıyor. Bu teori insanların kuruyan hava ve ağaçsızlaşan çayırlar arasında bipedal özellikleri geliştirdiğini savunuyordu.
16. Uluburun Batığı
1982’de bir sünger avcısı tarafından Kaş, Uluburun Mevkii’nde bulundu. 11 yıl süren sualtı kazısından çıkarılan eserler; Tunç Çağı’na ait, dünyadaki en eski açık deniz gemisine ait. Geminin yapıldığı sedir ağacı üzerindeki incelemeye göre, MÖ. 1300’de batmış. Boyu yaklaşık 15 metre, eni 5 metre ve 20 ton yük taşıdığı tahmin ediliyor. 10 ton bakır ingot ve 1 ton kalay, geminin ana yükünü oluşturuyormuş. Ayrıca 150 adet Kenan kil kavanoz, 10 adet pitos, 3,3 ton ağırlığında tek delikli 24 çapa, tunç aletler, devekuşu yumurtaları, Asur, Suriye ve Kenan ülkelerinin yanı sıra Mısır medeniyetine ait mühürler (en önemlisi Nefertiti’ye ait), heykelciklerle birlikte tam 20 bin parça eşya… Kazı esnasında bulunan her an kullanılmaya hazır kılıçlar, oklar, yaylar, ok uçları saldırı olasılığını da hesaba kattıklarının göstergesi. Muhtemel rotası, ya Suriye-Filistin kıyılarından ya da Kıbrıs’tan Ege’ye doğru. Kazı sonuçları, Uluburun gemisinin Kenan ya da Kıbrıs yapısı olduğu yönünde. Geminin kökeni ve gemiyle birlikte seyreden ekibin nereli olduğu arkeoloji dünyası için hala bir sır. Kaplama tahtaları “geçme yöntemi” ile birleştirilmiş. Bugün yaygın olan “önce iskelet” yönteminin aksine, “önce kabuk” yöntemi ile inşa edilmiş. Yani önce geminin dış yüzeyi olan kabuk inşa edilip, daha sonra içerisine iskeleti eklenmiş. Geminin şiddetli rüzgar nedeniyle kayalara çarparak battığı ihtimali üzerinde duruluyor.
17. Troya
Homeros tarafından yazıldığı sanılan iki manzum destandan biri olan İlyada’da bahsi geçen Truva Savaşı’nın gerçekleştiği antik kent olması bakımından tıpkı Atlantis gibi hayali bir yer olduğu sanılsa da asırlardır dünyanın en ünlü şehri. Ta ki, 1870’lerde Alman amatör arkeolog Heinrich Schliemann tarafından bulunana kadar… Kazıların halen sürdürüldüğü antik kent, 1998’den beri Dünya Miras Listesi’nde. İlk olarak Çanakkale Boğazı’nın güneyinde bir liman kenti olarak kurulmuş. Zamanla Karamenderes nehrinin kent kıyılarına taşıdığı alüvyonlar nedeniyle denizden uzaklaşmış. Troya’da görülen dokuz katman, kesintisiz olarak 3 bin yıldan fazla bir zamanı kapsar. Avrupa, Anadolu, Ege ve Balkanların buluştuğu coğrafyada yerleşmiş olan uygarlıkları izlememizi sağlayan bir referans görevi görür. En erken yerleşim, MÖ. 3000-2500 ile erken Tunç Çağı’na tarihlenir. Daha sonra kesintisiz devam eden bu süreç MÖ. 85-MS. 8. yüzyıldaki Roma Dönemi ile sona erer. Troya, coğrafi konumu nedeniyle burada hüküm süren uygarlıkların diğer bölgelerle ticari ve kültürel bağlantılarını sağlamak açısından daima çok önemli bir rol üstlenmiş. Kent, Athena tapınağı ile özdeşleşmiş. İmparator I. Serhas’ın Yunanistan seferinde, Çanakkale Boğazı’nı geçmeden önce kente gelerek bu tapınağa kurban sunduğu, aynı şekilde Büyük İskender’in de Perslere karşı giriştiği mücadele sırasında ziyaret ettiği ve zırhını Athena tapınağına bağışladığı tahrihsel kaynaklarda belirtiliyor.
18. Celile Teknesi (İsa Teknesi)
Celile Gölü, İsa Mesih’in su üzerinde yürümesi, fırtınalı dalgaları yatıştırması, binlerce kişiyi az bir balıkla mucizevi şekilde doyurması ve hastaları iyileştirmesi gibi mucizelerine sahne olduğu rivayet edilen bir yer. 1985’te kurak bir yaz sonucu su seviyesinin düşmesiyle göl çamuruna batmış şekilde bulunan tekne, karbon tarihlemeye göre MÖ. veya MS. birinci yüzyıla ait. Teknenin gövdesi 2000 yıl boyunca oldukça iyi şekilde korunmuş. Yaşı ve İncil kayıtlarında tarif edilen teknelere benzemesi nedeniyle “İsa Teknesi” adı verilse de elbette kimse tekneyi İsa’nın ya da havarilerinin kullandığını düşünmüyor. Teknenin uzunluğu 8,2, genişliği de 2,3 metre. Bu tekne de “önce kabuk” yöntemi kullanılarak, 12 farklı tür ağaçtan yapılmış. Bunun bir sebebi o zamanlar tahtanın zor bulunması olabilir. Daha büyük bir olasılık da sahibinin fakir olması. Tekne gölde batmadan önce birçok defa tamir edilmiş. İsa’nın yaşadığı dönemde Celile Gölü’nde nasıl bir yaşam olduğunu gözümüzde canlandırma fırsatı sunduğu için bir hazine olarak görülüyor.