Bugün İstiklal Marşımızın kabulünün yıldönümüdür. İstiklal Marşı 1921 yılının 12 Mart günü kabul edilmiştir. Bu vesile ile sağda solda gerek İstiklal Marşı gerekse onun şairi Mehmet Akif Ersoy hakkında herkes kendisine göre yazıp çizecek, konuşup, yorum yapacaktır Bakıyorum da söylenen şeyler hep aynı. Akif şöyle dindar Müslüman’dı, şöyle büyük şairdi, şöyle sözünün eriydi falan filan. Bu sözlerin hepsine ben de katılıyorum haddizatında.
İki gün önce Hacettepe Hastanesi’ne gitmiştim ve hastane yerleşkesinden Hamamönü semtine geçerken dikkatimi çekti, Tacettin Dergahı denilen mekan, tıklım tıklım insan dolu. Dergahın içi ve dışı ana baba günüydü. Topluca gelen öğrenciler de vardı. Malum, burası İstiklal Marşı’nın yazıldığı yer. Anlaşılan insanlar, bunun hatırasını ve Akif’i yad etmek için buraya akın ediyorlar günlerdir.
Çok sevdiğim bir dostum, şöyle bir paylaşımda bulunmuş facebook duvarında: “Onuruyla yaşadı. Milletinin hizmetinde dağ, dere, tepe demedi yürüdü, cami kürsülerinde halkı savaşa davet etti ama ne yazık ki o da bir kısım arkadaşları gibi kendi öz vatanında barınamaz oldu. Gurbet ellerde çile çekti ve bu devlet arkasına adam takıp adım adım takip ettirdi…Bunlara bu acıyı çektirenler kabirlerinde rahat yatamasınlar inşallah…” Paylaşmış olduğu Akif fotoğrafının üzerinde ise “Yokluk içindeyken ve sırtında paltosu bile yokken kazandığı İstiklal Marşı ödülünü almayan Mehmet Âkif Ersoy’u rahmetle anıyoruz” yazıyordu.
Anlaşılacağı üzere; ima dolu mesajlar içeriyordu dostumuzun paylaşımı ve yapmış olduğu yorum. Doğrusu böyle bir yorumu dostuma hiç yakıştıramadım. Bu sebeple dayanamadım, belki de bana kızacağını ve darılacağını göze alarak şöyle bir yorum ekledim paylaşımının altına: “Nerede, sırtında paltosu bile yok iken kazandığı İstiklal Marşı ödülünü almayan Mehmet Akif Ersoy’un dindarlığı, nerede vatandaşın ‘Camilere ve Kur’an Kurslarına’ diyerek yapmış olduğu bağışlarla satın almış olduğu lojmanları, yine aynı paralarla tefriş ettiren devletten maaşlı sözüm ona din adamlarının dindarlığı. Bunlar da kabirlerinde rahat yatamazlar inşallah.
Mehmet Akif merhum, kendi isteğiyle gitmiştir Mısır’a. Mehmet Akif’i sanki 150’likler listesinde gibi sunmanın, bu ülkede kamplaşmayı arttırmaktan başka hiç kimseye faydası yoktur. Ayıptır olayı bu şekilde ortaya koymak. Mehmet Akif dinini rahat yaşayamadığı için mi gitmiştir Mısır’a? Oysa din özgür insanlar içindir. Milli Mücadele ise dini rahatça yaşamanın ortamını hazırlayan bir mücadeledir. Unutulmasın ki; Mehmet Akif, sadece bir şair ve edip değildir. O, ayrıca bir siyasetçidir. İslamcı akımın Türkiye’deki en önemli temsilcilerinden birisidir.
Böyle olmakla birlikte her nedense dinci Hürriyet ve İtilaf Fırkası’na değil, Türkçü ve Milliyetçi eğilimdeki İttihat ve Terakki Fırkası’na üye olmuştur. Teşkilat-ı Mahsusa üyesi olarak bu partinin politikalarına hizmet etmiştir. Belki biraz da Enver Paşacıdır! Kim bilir belki de Mısır’a gitmesinin altında yatan sebeplerden birisi de, Milli Mücadele’yi Mustafa Kemalcilerin kazanmış olması ve birinci Dünya Savaşı sonrasında yurtdışına çıkan Enver Paşa’nın ve taraftarlarının yurda dönmelerine izin verilmeyerek sahipsiz bırakılmaları ve şurada burada Ermenilerce katledilmeleridir! Unutulmasın ki; İstiklal Marşı’nın kabulü 12 Mart 1921, Mustafa Kemal’e göre çok daha tutucu dindar olan Enver Paşa’nın şehadeti 4 Ağustos 1922’dir. İslamcı Akif’nin Mısır’a gidişi ise bazı çevrelerce İslam Dışı kabul edilen şapka inkılabının yapıldığı 1925 yılıdır.
Özetle; Akif’nin ömrünün son zamanlarını sıkıntı içinde geçirmesinin bir sebebi de kendi yapmış olduğu yanlışlardır. Allah Akif’e ve başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere, bize dinimizi özgürce yaşayacağımız bir ortam bırakan kahramanlara rahmet eylesin, mekanları cennet olsun…”
…
Evet yanlış duymadınız; Mehmet Akif aynı zamanda İslamcı anlayışı savunan bir siyasetçidir. Şiirlerinde bu anlayışın izlerini rahatça görmek mümkündür. Gelin görün ki; Âkif, diğer İslamcıların tersine millicidir. Bu sebeple umumiyetle Türkçü politikalar güden ve hatta Enver Paşa gibi bazı mensupları düpedüz Turancı olan, İttihat ve Terakki Fırkası’na üye olmuştur. Hatta sadece sıradan bir üye olmakla kalmamış, bu partinin gizli istihbarat teşkilatı olan ve direk Enver Paşa’ya bağlı olarak çalışan Teşkilat-ı Mahsusa’ya girmiş ve bu teşkilatın emrinde Avrupa’ya ve Arabistan’a seyahatler gerçekleştirmiştir.
Birinci Dünya Savaşı’nın en çetin günleridir. Mekke’de Şerif Hüseyin ayaklanma ve Osmanlı’yı arkadan vurma kıpırdanmaları göstermektedir. Teşkilat-ı Mahsusa Başkanı Kuşçubaşı Eşref, Enver Paşa’nın talimatıyla ve bir ekiple Mekke’ye gider. Ekipte Şair Mehmet Akif Ersoy da vardır. Mehmet Akif, ekibe özellikle alınır. Bundan maksat, İslamcılık fikrinin yılmaz savunucusu olan ve bu anlamda yazılar yazan Mehmet Akif’e İslam Dünyasının içinde bulunduğu hali ve Şerif Hüseyin’in ne mal olduğunu yerinde göstermektir. Aynı zamanda iyi bir yüzücü ve güreşçi olan Mehmet Âkif, heyette Eşref Kuşçubaşı’nın emir eri olarak görev yapan ve boyu iki metreyi aşan Zenci Musa isimli delikanlı ile güreş bile tutmuş ve Zenci Musa’yı şöyle tavsif etmiştir bir şiirinde:
“Eşref Beyin emirberi Zenci Musa,
Omuz vermiş, göğe çıkmış: Nebî İsa”(1).
Dedik ki; Mehmet Akif, diğer İslamcıların tersine Millicidir. Bu sebeple Milli Mücadele’de Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının yanında yer almıştır. Milli güçlerin yanında olduğu için İstanbul’da çalışma imkanı bulamayınca Mustafa Kemal Paşa’nın “Sebil’ür-Reşat” isimli dergiyi Ankara’da çıkarması konusunda yapmış olduğu davet üzerine Anadolu’ya geçmiş ve meclisin açılmasından bir gün sonra olmak üzere; 24 Nisan 1920 günü Ankara’ya ulaşmıştır. Mustafa Kemal Paşa’nın delaletiyle hem Burdur’dan hem de Biga’dan mebus seçilmiş, ancak o, Burdur mebusluğunu tercih ederek 1920-1923 yıllarında Burdur Mebusu olarak görev yapmıştır. Yine Mustafa Kemal Paşa’nın isteğiyle Anadolu’da, halkı Milli Mücadele’ye teşvik etmek maksadıyla kimi seyahatler yapmış ve bu çerçevede uzunca bir süre Kastamonu’da kalmış ve Sebil’ür-Reşat dergisinin 464-466 sayılarını Kastamonu’da, 467 ve sonraki sayılarını Ankara’da yayınlamıştır.
Mehmet Akif, Ankara’dan Kastamonu’ya giderken, muhtemelen yanında bulunan Çankırı Mebusu Hacı Tevfik Efendi’nin de teşvikleriyle Çankırı’da uzunca bir süre misafir edilmiş ve 15 Ekim 1920 Cuma günü Çankırı’nın en büyük camisi olan Büyük Camii (Kanuni Sultan Süleyman Camii)’de bir vaaz vermiştir. Akif’in, Milli Mücadele’ye vermiş olduğu manevi desteği anlatması bakımından bu vaazdan bir bölümü aktarıyoruz:
“Muhterem Müslümanlar, Aziz Çankırılılar, Allah’a hamd u senalar olsun. Aylardan beri Cuma namazını kılmak fırsatını Çankırı’da buldum. İstanbul ve civarında kılamadım. Çünkü o yörelerde kâfirlerin bayrağı dalgalanıyordu. O bayrağın altında kâfirin kölesi idik. Rabbü’l-âlemin Müslümanlara köleliği haram kılmıştır. Kölenin [Cuma] namazı kabul değildir. Hürriyetinizi kazanacak sonra cumaya koşacaksınız. Kâfirin bayrağı altında halifelik de kuru bir sözden ibarettir. Halifelik İslam bayrağı altında olur. Yoksa halife de bir köledir. Allah’ın reddettiği bir haleftir. Öyleyse Müslüman için evvela hürriyet sonra ibadet. Aziz Çankırılılar, kâfirlerin köleliğini kabul etmeyip hürriyet için cihad açan Mustafa Kemal Paşa etrafında toplanınız ve ülkemizi yakıp yıkan hamile kadınların karınlarını deşen hiçbir günahı olmayan çocuklarımızı süngüleyip havada dolaştıran kız ve kadınlarımızın namuslarına tecavüz eden Yunan ordusunu ve onları destekleyen kafirleri kovmadıkça ve eli kolu bağlı yörelerimizde İslam’ın bayrağını dalgalandırmadıkça sizlerin de ameli noksan [kalır] ibadeti makbul olamaz. Köleliği kaldıran ona cihad açan Kuvva-yı Milliye ordusuna katılınız. Cennetin kapısı daima şehitlere ve gazilere açıktır. Her iki cihanda da Allah’ın makbul kulları şehitler ve gazilerdir.”(2).
Vaaz metninden de anlaşılacağı gibi; Mehmet Akif Ersoy, hemen her gittiği yerde halkı Milli Mücadele’nin ve bu mücadeleyi yürüten Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının yanında olmaya çağırmıştır. Mustafa Kemal Paşa, bunu bildiği için olacak, diğer din adamlarını, mesela Ankara Müftüsü Börekçizade Rıfat Efendi’yi olduğu gibi, aslında bir din adamı olmamakla birlikte dini yanı ağır basan milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy’u da taltif etmiş ve kendisini Burdur Mebusu seçtirmiştir. Bu sebeple Akif hakkında “.. o da bir kısım arkadaşları gibi kendi öz vatanında barınamaz oldu. Gurbet ellerde çile çekti ve bu devlet arkasına adam takıp adım adım takip ettirdi…Bunlara bu acıyı çektirenler kabirlerinde rahat yatamasınlar inşallah…” diyerek Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarına buğzetmenin çok büyük haksızlık ve kadirbilmezlik olduğu aşikârdır.
Peki Âkif neden Mısır’a gitti ve 1925-1936 yıllarında neden vatanından ayrı olarak Mısır’da kaldı? Oysa Mustafa Kemal Paşa ile arası çok iyi idi ve Mustafa Kemal Paşa, “İstiklal Marşı” başarısından sonra kendisinden bir de Kur’an meali hazırlamasını istemiş ve bunun için Diyanet İşleri Başkanlığı ile Akif arasında bir sözleşme bile yapılmıştı. Ancak o, bu görevi tamamlamadan Mısır’a gitti ve vefatına yakın bir tarihe kadar da bir daha yurda dönmedi (Antakya’ya bir ziyarette bulunduğu bilinmektedir). Kimileri bunu, yakın dostu da olan Mısır Hidivi Abbas Halim Paşa’nın davetiyle açıklıyorlar. Esasen, önce saltanatın, arkasından da hilafetin kaldırılarak gidişatın laiklik yönünde olduğunu fark eden Mehmet Akif’in, bütün bu gelişmelerden rahatsız olduğunu, 1923 yılının Mart ayı içinde yakın arkadaşı Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey’in, Mutafa Kemal Paşa’nın Muhafız Alayı Komutanı Topal Osman tarafından öldürülmesinin, Akif’te kendisine yeni bir yurt arama düşüncesi uyandırdığını, işte bu olaydan sonra Akif’in, Mısır Hidivi Abbas Halim Paşa’nın davetine uyarak önce kışları Mısır’da geçirmeye başladığını, Şapka Kanunu’nun kabul edilmesi üzerine de büsbütün Mısır’da kalmaya başladığını söyleyenler vardır.
Bu iddialar ne kadar doğrudur bilinmez ama, Mustafa Kemal Paşa’nın, Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey’i öldüren Topal Osman’ın yargılanması ve tecziye edilmesi için tutuklatmak istediği, fakat Topal Osman’ın teslim olmayarak girdiği çatışmada öldürüldüğü bilinmektedir. Gelin görün ki; Atatürk düşmanlarına göre; Mustafa Kemal Paşa, Ali Şükrü olayını ört bas ettirmek için ve maksatlı olarak öldürtmüştür Topal Osman Ağa’yı!
Şöyle veya böyle; bu dünyadan bir Mehmet Akif Ersoy geçti, bir de Mustafa Kemal Atatürk. İkisi de bu ülkeye çok büyük hizmetler yapmışlardır ki; Mustafa Kemal Paşa’nın yaptığı hizmet asla başkalarıyla kıyas kabul etmez. Yukarıda aktardık; Merhum Akif 15 Ekim 1920 günü Çankırı’da vermiş olduğu vaazda ne demişti: “Aylardan beri Cuma namazını kılmak fırsatını Çankırı’da buldum. İstanbul ve civarında kılamadım. Çünkü o yörelerde kâfirlerin bayrağı dalgalanıyordu. O bayrağın altında kâfirin kölesi idik. Rabbü’l-âlemin Müslümanlara köleliği haram kılmıştır. Kölenin [Cuma] namazı kabul değildir. Hürriyetinizi kazanacak sonra cumaya koşacaksınız…” Mustafa Kemal Paşa, işte Mehmet Akif Ersoy’un bu düşüncesini hayata geçiren adamdır. Bu sebepledir ki; onun sadece bu ülkeye ve bu millete değil, İslam’a yapmış olduğu hizmetler de asla başkalarıyla kıyas kabul etmez. Bize düşen ise bu her iki büyük şahsiyeti de rahmetle yad etmektir.
O sebeple ima ile bile olsa Mehmet Akif üzerinden Mustafa Kemal ve arkadaşlarına saldırmayı, eğer bu durum cehaletten kaynaklanıyorsa en hafif tabirle boşboğazlık, maksatlı yapılıyorsa zıpırlık olarak kabul ediyorum ben…
_____________
1- Cemal Kutay, Necid Çöllerinde Mehmed Akif, Tarih Yayınları Müessesesi, İstanbul, 1963, s. 115.
2-İbrahim Akyol, Mehmet Akif Ersoy7un milli Mücadele yıllarında Çankırı’ya Gelişi ve Çankırı Vaazı” başlıklı yazısı, . Yazar, Akif’in vaaz metnini, Çankırı Mebusu Hacı Tevfik Efendi’nin özet olarak anlattıklarından hareketle oğlu Mustafa Durlanık tarafından kaleme alınan Hatırat isimli eserden aktardığını belirtmektedir.
Yazıları posta kutunda oku