Türkiye, çok uzun süredir haklı olarak vatandaşlarına Avrupa Birliği (AB) tarafından uygulanan vizenin kaldırılmasını istemektedir. AB 18 Mart Zirvesi‘nde bunu muhtemelen işverenler ve bilim insanları için kaldırmayı önerecektir. Aslında AB’nin Türk vatandaşlarına vize uygulaması AB hukukuna ve de ABAD kararlarına aykırıdır. AB, aday ülkelerden sadece Türkiye’ye vize uygulamaya devam etmektedir.
Başta Almanya olmak üzere Türk vatandaşlarına Ankara Anlaşması (1963) öncesinde vize uygulamayan AB ülkelerinin daha sonra vize uygulamaya başlaması, uluslararası hukukta geçerli olan stand-still kuralı ile çelişmektedir. Bu kural, yürürlüğe giriş tarihinden itibaren taraf ülke vatandaşlarının hak ve özgürlüklerine yeni kısıtlamanın yapılamayacağını öngörür. Kural, (mevcudun korunması kuralı) Ankara Analaşması’nda yer almasına rağmen AB ülkeleri bu kuralı yok saymaktadırlar.
7 Mart 2016 tarihinde yapılan Türkiye-AB Zirvesi’nde AB tarafının Türk vatandaşlarına vizenin kaldırabileceğini açıklaması samimi değildir. Vizelerin kaldırılmasının Haziran ayı sonunda gerçekleşmesi için Avrupa Komisyonu’nun 4 Mart tarihinde yayınladığı ikinci vize raporunda belirtilen ve Türkiye’nin yerine getirmesi gereken 46 koşulun bu tarihe kadar tamamlanması çok zordur.
AB’ye vizesiz seyahat mümkün olsa bile Türk vatandaşlarının Schengen üyesi ülkelerin sınır kapılarından geri döndürülme riski bulunmaktadır. Bu konunun açıklanması ve kamuoyunda gereksiz beklentiye yol açılmaması gerekir.
Yunan adalarından geri kabul edilecek her bir Suriyeli için Türkiye’den bir Suriyelinin AB ülkelerine yerleştirilmeleri, uluslararası hukuk açısından sorunlu bir konudur. Suriyelilerin savaştan kaçan kişiler olarak uluslararası koruma hakkına sahip oldukları gerçeği unutulmamalıdır.
Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği, (UNHCR) Avrupa Birliği ve Türkiye’nin prensipte üzerinde anlaştığı sığınmacı krizi planından kaygı duyduğunu açıklamıştır.
Komiserliğin Avrupa Direktörü Vincent Cochetel, Türkiye’de bazı ülkelerin vatandaşlarının kabul oranın çok düşük olduğunu, Afganistan, Irak ve İran’dan gelenlerin ancak yüzde 3’ne sığınma hakkı tanındığını söylemiştir. “Korunma imkanı bulunmayan insanların Türkiye’ye geri gönderilmesi, uluslararası hukuk ve Avrupa hukuku açısından sorunlu” diyen Cochetel, Türkiye’nin önümüzdeki 10 gün içinde sığınma hakkını iyileştirici adımlar atması gerektiğini açıklamıştır.
AB’nin Suriyeli mültecileri için belirlediği 160 bin kişilik kota AB üyeleri arasında dağıtılmamış olup, bazı üyeler kota konusunu halkoyuna götüreceklerini açıklamışlardır. Eğer bu ülkeler Suriyeli mültecileri kabul etmezlerse, Türkiye büyük yük altına girecektir.
Enerji, Yargı ve Temel Haklar, Adalet, Özgürlük ve Güvenlik, Dış Güvenlik ve Savunma Politikaları başlıklarının açılmasının Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin vetosunun kaldırılmasına bağlı olduğu hatırlanmalıdır. Ayrıca Avrupa Parlamentosu’nun sözde Ermeni soykırımını Türkiye’nin tanımasına yönelik kararlarının varlığı da unutulmamalıdır.
Almanya Başbakanı Merkel’in Başbakan Davutoğlu ile sık görüşmesinin altında yatan gerçeğin, “Almanya’ya göçü nasıl engellerim” olduğunun bilinmesi gerekir. Çünkü Merkel, Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkan bir Başbakandır.
Türkiye’nin AB üyeliği uluslararası hukuk açısından bir “ahdi yükümlülük” olmasına rağmen Almanya Başbakanı Angela Merkel ile önceki Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy tarafından Türkiye’ye önerilen imtiyazlı ortaklık, uluslararası hukukta geçerli olan “ahde vefa” (pacta sund servanda) kuralını yok saymak anlamındadır. Çünkü, Ankara Anlaşması ve Katma Protokol’de “imtiyazlı ortaklık“ şeklinde bir tanımlama yoktur.
Devam eden Suriye krizi sebebiyle Batı Avrupa ülkelerine sığınanların sayısının artması, Almanya, Avusturya, Hollanda, Danimarka ve İsveç de siyasi gerginliğe, aşırı sağcı-ırkçı siyasi partilerin doğmasına ve seçimlerde büyük başarı sağlamalarına yol açmıştır. Bu ortamda Merkel, geçen yıl Almanya’nın savaştan kaçanlara “hoş geldin kültürü” göstereceği anlamında bir açıklama yapmıştır. Bu açıklama Almanya`ya gelmeye çalışan sığınmacılar üzerinde bir çağrı gibi algılanmıştır.
2015 yılında bir milyonu aşkın kaçak, Almanya’da sığınma girişiminde bulunmuştur. Başta Almanya olmak üzere Avusturya, Hollanda, Danimarka ve İsveç’e, Yunanistan ve diğer Balkan ülkeleri üzerinden kara yoluyla binlerce sığınmacının gelmesi, bu durumun her gün televizyonlarda gösterilmesi, Merkel üzerinde giderek artan bir baskı oluşturmaya başlamış, Merkel de göçün kaynağı olan Türkiye’yi bu olaydan sonra hatırlamıştır.
25 Şubat 2016 tarihinde Alman Parlamentosu’nda Yeşiller Partisi’nin 1915 Ermeni tehcir olaylarını “soykırım“ olarak tanımlayan bir karar tasarısının görüşüldüğü, Parti Eşbaşkanı Cem Özdemir`in yaptığı konuşmada sadece Ermenilere değil, aynı zamanda Hıristiyan olan Süryanilere, Pontuslulara ve Yezidilere de soykırımın yapıldığını söylemiş olduğu hatırlanmalıdır.
Hükümetin Parti temsilcileri tasarıda belirtilen “soykırım” değerlendirmesine katıldıklarını, ancak karar tasarısının zamanlamasının yanlış, göç konusunda da Türkiye’ye ihtiyaçları olduğunu, bu sebeple karar tasarısını şimdilik geriye çekmelerinin gerektiğini, Türkiye ile göç konusunda anlaşma yapıldıktan sonra soykırım kararını yaz tatili öncesi birlikte onaylayacaklarını açıkladıklarını, Hıristiyan Birlik Partileri Gurup Başkanı Kauder’in Meclis oturumunda Cem`in elini sıkarak güvence verdiğini Başbakan Davutoğlu’nun bilgisine sunmak isterim.
4 Mart 2016 tarihinde yayınlanan AB-Türkiye Vize Serbestliği Diyaloğu İkinci İlerleme Raporu’nda yer alan Türkiye’nin vize serbestliği yol haritasındaki koşulları yerine getirme durumu ve 72 kriteri ne ölçüde karşıladığı göz ardı edilmemelidir. Haziran ayına kadar Türkiye tarafından yapılması gereken ve 46 maddede belirtilen hususlar yok sayılmamalıdır.
Türkiye’den AB’ye yasadışı olarak geçiş yapan üçüncü ülke vatandaşlarının sayısı 2011 yılında 57 bin iken, 2015’te 888 bini aşmıştır. Haziran 2016’da Geri Kabul Anlaşması’nın uygulanmaya başlanması için bu göçün engellenmesi gereklidir.
AB’nin Komşuluk İlişkileri ve Genişlemeden Sorumlu Komiseri Johannes Hahn, Türkiye’ye Suriyeli sığınmacılar için verilecek 3 milyar Euro’yu “Türkiye’nin değil, AB’nin yöneteceğini” açıklamıştır. Cumhurbaşkanı Erdoğan, geçen ay 3 milyar Euro konusunda yaptığı açıklamada “Söyledikleri, plan proje gelsin, parayı verelim. Gel sınır kentlerini gör, yapılanlar ortada” diyerek, paranın kontrolünün Türkiye’ye verilmesini istemişti.
Hahn, Türkiye’ye yaptığı ziyaret sırasında yaptığı açıklamada, “3 milyar Euro’yu AB yönetecek. Türkiye AB Komisyonu’na bu konuda bölgeler ve ihtiyaçlar ile ilgili bir yatırım listesi sundu. Ama para AB tarafından yönetilecek” demiştir.
Türkiye’ye verilecek Euro çoğunlukla Dünya Gıda Programı, BM Mülteciler Yüksek Komiserliği, UNICEF gibi uluslararası kuruluşlar aracığıyla kullanılacaktır. Brüksel Zirvesi’nden hemen önce 3 milyar Euro’nun ilk parçası BM Dünya Gıda Programı’na aktarılmıştır. Öncelik, Türkiye’deki Suriyeli sığınmacıların eğitim, sağlık ve yiyecek güvenliğinin sağlanması olacaktır.
Başbakan Davutoğlu Türkiye’nin AB ile işbirliğinin sadece sığınmacı krizi ve insani konularla sınırlı olmadığını, yeni dönemde Türkiye’nin AB üyelik sürecini daha da ileriye taşımayı hedeflediklerini söylerken haklıdır: “Bu, bizim için stratejik bir konudur.” Fakat AB Konseyi Başkanı Donald Tusk’un, AB-Türkiye Ortak Eylem Planı uygulanmasına rağmen Türkiye’den Yunanistan’a akışın çok yüksek olduğu ve ciddi düzeyde azaltılması gerektiğinde mutabık kaldıklarını söylemesi, AB’nin derdinin sığınmacı göçünü nasıl azaltırım olduğu gerçeğini ortaya çıkarmıştır. AB’nin derdi Türkiye’nin üyeliği değildir.
AB Türkiye’ye Bobon kriterleri (Bo: Bizden Olanlar, Bon: Bizden Olmayanlar) uyguladığı sürece Türkiye – AB ilişkilerinde gerçek anlamda bir düzelme olmaz. Eğer olsaydı, Türkiye 1959 yılından bu yana AB kapısında bekletilmezdi.