Tarih konuşuyor…
RUSYA’NIN TÜRKİYE PLANLARI
“ Savaş Sanatı’nın en pratik kavramı, düşman ülkesini tümüyle, zarara uğratmadan ele geçirme fikridir. Yakıp yıkmanın kimseye faydası olmaz. Bu nedenle, savaşların tümünde savaşarak zapt etmek en üstün başarı demek değildir. Üstün başarı düşmanın direncini savaşmadan kırmaktır.”
Sun Tzu
İkinci Dünya Harbi’ne girerken Sevr’de yer alan Ermenistan-Kürdistan’la Anadolu’nun Asya ile arasındaki coğrafik bağın kesilmesi siyaseti değişmiştir. Birinci Dünya Harb’inde olduğu gibi toprakları yeni bir paylaşıma konu olamayacaktır çünkü Türkiye tarafsızlığını ilan edecek ve savaşa girmeyecektir.
Bu durumda haçlı seferlerinin emeli olan Anadolu’yu ele geçirmek ve Türk varlığına son vermek projesi nasıl işletilecektir?
Her halde cevap bulunması gereken asıl soru da budur…
Şimdi biraz geriye gidelim…
Sovyet Rusya’nın kurtuluş savaşında Mustafa Kemal’i desteklemesi, Türk Milleti’nin varlığı koruması için atılmış bir adım değildi.
Eğer ki Ruslar, 1917 Bolşevik İhtilali nedeniyle bu büyük savaştan çekilmiş olmasaydı, bugün İstanbul’da Rus Bayrağı dalgalanacaktı, şeklinde bir benzetme yapmak abartılı olmaz.
Elimizde kanıtları var…
Bakınız Birinci Dünya Harbi yapılmış olan gizli anlaşmalara; ilki Rus-İngiliz anlaşmasıdır.
Tarihe Londra Antlaşması (Mart-Nisan 1915) olarak geçen bu gizli paylaşım planında, Boğazlar ve çevresi Rusların payına bırakılmıştır…
Tüm bu gizli pazarlıklar, İngiltere ve Fransa’nın doğrudan Çanakkale’ye saldırması üzerine ortaya çıktı. Eğer ki Çanakkale geçilmiş olsaydı zaten bu gizli anlaşmaların hiçbiri yapılmayacaktı, yapılamayacaktı çünkü İstanbul’u yani Osmanlı’nın kalbini –saltanat ve hilafet merkezi- ele geçiren İngiltere ve Fransa hakim güç olarak Osmanlı topraklarını kendi stratejileri doğrultusunda dağıtmış olacaktı.
Ruslar, İngiltere ve Fransa’nın İstanbul ve Boğazları ele geçirme planlarının Çanakkale savaşıyla ortaya çıkması üzerine harekete geçmişti; İstanbul’un İngilizlerin eline geçmesi halinde Rusların Akdeniz’e inme planlarını sekteye uğrayabilecekti.
Öte yanda Almanya da Ruslarla temasa geçmiş ve Boğazları Ruslara teklif etmişti. Amacı, Rus cephesini kapatarak Batı cephesine ağırlık vermekti.
Yani mesele Çanakkale savaşıydı…
Rusya, Şubat 1915’den itibaren girişimlere başladı. Boğazlar üzerindeki istekleri İngiltere ve Fransa tarafından kabul edildi. Buna karşılık, İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı Devleti toprakları üzerindeki taleplerini de Rusya kabul etmişti.
Böylece, İngiltere ve Fransa yapmış oldukları İstanbul Antlaşması’yla Boğazlar ve çevresini Rusya’ya bırakmışlardı (Mart-Nisan 1915).
Eğer ki Rusya savaştan daha sonra çekilmeseydi, belki de şimdi İstanbul’da bayrak dalgalandıracaktı, dediğimiz işte budur.
Çanakkale geçilemeyince ve 1917’de de Ruslar savaştan çekilince, İngilizler bu kez çeşitli ittifaklarla Osmanlı’yı hem içeriden hem de dışarıdan vurmaya kalkışmış, bu amaçla Osmanlı’ya diş bileyen her kim varsa hepsi kullanılmıştı.
Peki, Rusların bu Boğazlar dayatmasının ardında yatan neydi?
Kazım Karabekir Paşa anılarında bu soruya şöyle cevap veriyor;
‘Rusların büyük hayali, Rus Çarı Büyük Petro’nun vasiyetinde yer alan iki maddeye dayanır. Çar’ın vasiyeti şudur;
ü Mümkün olduğunca İstanbul ve Hindistan’a yaklaşmak gerek. Bunlara egemen olan güç, tüm dünyaya da egemen olacaktır. Sürekli olarak bazen Türklerle, bazen de Perslerle(İran) savaşa girmeli. Karadeniz üzerinde üsler kurmalı. Ve yavaş yavaş bu denizin tümüne egemen olmalı. Hızla İran’ın zayıflamasını sağlamalı. Bu suretle Basra Körfezi’ne inmeli. Suriye ile ilişki kurup, Levant (Doğu) ticaretini önceden olduğu gibi ele almalı, dünyanın ambarı Hindistan’a doğru inilip, oraya vardıktan sonra, İngiltere’nin adalarına yaklaşmış olunur…
ü Avusturya ile ilgilenip, Türkleri Avrupa’dan atmalarına yardımcı olmak ve onun İstanbul üzerine oluşturabilecek isteklerine gem vurmak gerek. Bunun için de Avrupa’nın başka devletleri ile aralarında bir savaş çıkartmak ya da kendisinden daha sonra geri alınabilecek bir savaş fetih payı, ganimet verilmeli” …
Birinci Dünya Harbi’den sonra ne olmuştu?
Toprakları paylaşılan tek devlet vardı, Osmanlı; küllerinden yeni bir Türk devleti doğmuştu, Türkiye Cumhuriyeti.
Sevr Antlaşması’nda yer alan Ermenistan-Kürdistan projesi yıkılmış, büyük suikast sonuçsuz bırakılmıştı.
Öte yanda Osmanlı’nın kalan topraklarında yeni devletler kuruluyor, bu devletlerin sınırları da cetvelle çiziliyordu…
Önce İngilizler Osmanlı’nın eski sancakları olan Basra, Musul ve Bağdat eyaletlerini adı ‘Irak’ olan bir devlete dönüştürdüler. Mekke Şerifi Hüseyin’in oğlu Faysal’ı da bu devlete kral yaptılar.
Yine İngilizler, Şeria nehrinin doğusunda kalan topraklarda ‘Ürdün’ adıyla bir başka devlet kurdular. Şerif Hüseyin’in öteki oğlu Abdullah’ı da Ürdün Kralı ilan ettiler. Bugünkü Suudi Arabistan olan eski Hicaz Krallığı’nın başında da Şerif Hüseyin’i getirdiler; 1916’da Türk askerini sırtından hançerlemesinin bir ödülü olarak.
Fransızlar da boş durmadılar; Lübnan Dağı olarak bilinen bölgede, Akdeniz’de kıyısı bulunan Trablus, Sayda, Sur, Beyrut ve Bekaa vadisini de ekleyerek ‘Lübnan’ diye bir devlet yaptılar. Halep, Şam, Lazkiye ve Cebel-i Dürzi’yi de önce dört ayrı eyalete, ardından da ‘Suriye’ adında bir devlete dönüştürdüler.
Böylece Birinci Dünya Harbi sonrası Ortadoğu’da, sınırları İngiltere ve Fransa tarafından çizilmiş dört ayrı devlet ortaya çıktı; Suriye, Lübnan, Ürdün ve Irak…
Ancak bu devletler yapaydı; kağıt üzerinde sınırları çizilmiş, ‘etnik, dini ve mezhepsel’ farklılıkları yaşayan Müslüman, Hıristiyan, Yahudi, Arap ne varsa hepsi ‘devlet’ denilerek bir çatı altında toplanmıştı.
Suriye’de çoğunluğu oluşturan Sünni Müslümanların yanına Aleviler ile Dürzi grupların dahil edilmesiyle homojen yapı bozulmuş, benzer şekilde Lübnan’da çoğunluk olan Hıristiyan Marunilerin içerisine Müslüman gurupların dahil edilmesiyle de birbirinden çok farklı etnik ve dinsel yapılar bir araya getirilmişti.
Irak da bu yeni siyasi stratejiden payına düşeni almış, Şii ve Sünni Müslümanlar ile Kürtler, Türkmenler, Hıristiyan Asuriler ve Yahudilerden oluşan karmakarışık bir yapının içine çekilmişti.
Bugün Ortadoğu’da yaşanılan çatışmanın temelinde işte bu yapay sınırlarla oluşturulan devletlerin karışık ‘etnik ve mezhepsel’ farklılıkları yatıyor. Bu coğrafyada kurulan Yahudi devleti varlığını belki de bu yapıya borçludur.
Ortadoğu böylesi yapılanırken Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan 1938’e kadar geçen sürede Anadolu’da çıkarılmış isyanları bastırmakla uğraştı.
1925 Şeyh Said isyanı bir dönüm noktası olmuş, bu isyandan kaçanlar Suriye, Lübnan ve Irak’ta yeniden bir araya gelmiş, yeni tuzaklar peşindeydi. Baştan beri izlediğimiz bir tek Seyit Abdulkadir zorunlu olarak oyun dışı kalmış, diğerleri ise -Babanlar, Bedirhanlar ve Abdulkadir’in yerini alan küçük Seyit Taha- hep iş başındaydı.
Öte yanda tüm bu işler İngilizler tarafından çevrilmiş olduğu için, Sovyet Rusya’nın Ortadoğu’da bu yeni haritaların çiziminde bir etkisi olmamıştı yani oyun dışı kalmıştı.
1939’da İkinci Dünya Harbi başladı; Türkiye tarafsızdı, savaşa girmedi.
Sovyet Rusya’nın ise bu kez bu yeni oyundan çekilmeye niyeti yoktu ve kartlar açıldı…
Ve Rusya tıpkı Çar Deli Petro’nun vasiyetinde olduğu gibi Suriye’ye girdi ve çıkmaya da niyeti yok!
Rusya’nın hedefi, IŞİD’i bahane gösterip Ortadoğu’da savaşı uzatmak ve bir şekilde Türkiye’yi bu savaşın içine çekmek ve sonrasında da Türkiye’yi hedef almak!
Türkiye, tarihten ders çıkarıp bu oyunu bozmalıdır.
BİLGETÜRK