Yaşar Kemal’in ölüm yıldönümünde yargılanmasına sebep olan yazısını dikkatinize sunuyoruz
Belki de tarihte ilk kez bir yüzyıl, daha başlamadan bir isme sahip oldu: 21. yüzyıl, insan hakları ile anılacak. Çünkü yaşadığımız yüzyılda bu alanda tatmin edici ilerlemeler sağlanamadı. Hatta 21. yüzyılın eşiğine geldiğimiz bugünlerde, şimdiye kadar kat edilmiş olan yoldan dönüldüğüne ve geriye doğru koşulduğuna dair birçok belirti var.
Türkiye Cumhuriyeti, kurulduğu gün olan 29 Ekim 1923’den bugüne kadar tahammül edilmez bir baskı ve zulüm sistemine dönüştü. Türkiye Cumhuriyeti, bu gelişmeyi, Doğulu çarpıtma sanatı ve ikiyüzlülükle insanlığın gözlerinden saklamaya çalıştı. Türkiye Cumhuriyeti, Anadolu halkı üzerinde öyle bir tiranlık oluşturdu ki, bu halk, Osmanlı otokrasisini bin kere tercih eder hale geldi.
1946’da çok partili sistemin kuruluşuna kadar, jandarma sopasını hissetmemiş ne kız, ne kadın, ne Kürt, ne Türk ne de Laz köy sakini vardı.
Cumhuriyet hükümetinin şiddeti, her şeyi yerle bir eden bir fırtına gibi, Anadolu’nun üstünde esti. Türkiye’nin halkı yaklaşık yetmiş yıl boyunca bu kadar çok zulme, işkenceye, yoksulluğa ve açlığa nasıl tahammül etti? Bu gerçekten bir mucizedir.
Avrupa’nın kıyısındaki bir ülkede böylesine baskıcı bir rejimin kurulması o denli kolay bir iş değildir. İşte Türk Devleti bunu başardı. Bunun için bu devletin yurttaşları insanlık onurlarını yitirmek gibi yüksek bir bedeli ödüyorlar.
Peki bizim halkımızın hiç suçu yok mu? Tabii ki var. Ancak binlerce yıl ezilmiş, horlanmış, acı çekmiş, binlerce yıl bir savaştan diğerine koşmuş bir halk. Cumhuriyetin korkunç tahakkümüne karşı direnme gücünü nereden alacaktı ki? Unutmayalım ki, Anadolu’dan her biri onlarca Cengiz Han’a bedel yüzlerce Kuyucu Murat Paşa geçmişti.
Türkiye 1946 da çok partili sisteme geçti ve 1950 de Demokrat Parti, o zamana kadar tiranlık yapmış olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin elinden iktidarı aldı. Bu köleleştirilmiş ve hakları gasp edilmiş bir halkın gerçekleştirebileceği hakiki bir mucize idi.
Demokrat Parti’nin kurucuları Cumhuriyet Halk Pastisi’nin üst kesimlerinden geliyorlardı. Onlar için demokrasi kelimesi, arkasında saklanılması gereken kapkara bir perde idi. Ve bu demokrasi yalanı ile Türkiye Avrupa Konseyi ne ve NATO’ya girmeyi başardı. Avrupa bu yalana kanar mıydı? Katiyen. Ancak Batılı ve çağımıza kendileri de pek uygun olmayan bu demokrasiler Sovyetler Birliği‘ne karşı müttefik arıyorlardı ve göz göre göre Türkiye’yi aralarına aldılar.
Ancak ondan sonra beklenmeyen şeyler oldu: Onlarca yıllık zulümden mefluç hale gelmiş olan Türk halkı uyuklarken, korku dolu ve çekingen de olsa Kürt halkı içinde direniş gelişiyordu. Çünkü bu baskı hükümranlığı esnasında en vahice ezilen, açlık çeken, yoksulluk içinde kıvranırken etnik katliamlara uğrayan Kürt halkı idi. Bu halkın dili kanunen yasaktı, bu halkın kimliği, onlara “Dağ Türkleri” ismi verilerek inkâr ediliyordu ve bu halk, her 10-15 senede bir Anadolu’nun dört yanına dağıtılıyordu.
Sonunda silahlı bir çatışmaya dönüşen Kürtler’in yükselen direnişi. bu baskı mekanizmasının gerçek ve korkunç yüzünü de gösterdi Önce Türk halkını yanıltmak içir, inanılmaz bir propaganda kampanyası başlatıldı Çünkü Türk halkı yanıltılmaksızın Kürtler’in direnişi kırılamazdı.
Bir yalanlar seferi başlatıldı: Kurnazca bir duygusal yaklaşıma göre. Kürtler memleketi bölmek ve bağımsız bir Kürt devleti kurmak istiyorlardı. Ardından Kürtler’in zalimce saldırıları ve ölen Türk askerlerinin cenazeleri öyle abartılı bir duygusallıkla yansıtıldı ki; neredeyse her Türk’ün önüne çıkan ilk Kürt’ü öldürmesi gerektiği söylenebilirdi.
Neyse ki Kürtler ve Türkler birbirlerini yüzyıllardan beri o kadar iyi tanıyorlardı ki; devletin her iki halk grubuna kanlı düşmanlıklar ile birbirine karşı kışkırtma çabaları sonuçsuz kaldı.
Cumhurbaşkanı Demirel’in ve diğer hükümet üyelerinin her iki sözlerinden biri “Hiç kimseye ülkemizden bir çakıltaşı ya da bir avuç toprak bile vermeyiz” idi. Peki kim çakıltaşı istiyordu? Kim bir avuç toprak istiyordu? Bildiğim kadarıyla Türkiye’de bağımsız bir devlet isteyen çok az sayıda Kürt vardır. Bunu isteseler, pekâlâ da haklı olmazlar mıydı? Çünkü insan haklarına ilişkin deklarasyonların hepsinde, her halkın kendi kaderini eline alması hakkı vardır.
Şimdi Türkiye’de insanın tahayyül edebileceği en aşağılık savaş sürüyor. En iyi yazarların gücü bile bu savaşı anlatmaya yetmez.
Türkiye Cumhuriyeti ayaklanmaları hızla sona erdirmek için bir “köy korucuları sistemi“ kurdu. Bu tür bir silahlı gücü Amerikan ordusu Vietnam’da oluşturmuştu. 50 bin korucudan oluşan bir milis, buna ek olarak 12 bin kişilik bir özel birlik kuruldu. Ayrıca devlet 300 bin askerden oluşan bir orduyu Kürtler’e karşı harekete geçirdi Bunların dışında nelerin mobilize edildiğini kimse bilmiyor. En korkuncu ise Türk güvenlik güçlerinin emri altındaki kontrgerilla idi.
Dağlarda gerillalar köy korucularını, bunlar da gerillaları öldürmeye başladılar Gerillalar köy korucularının evlerini bastı ve onları kadın ve çocukları ile birlikte vurdu. Köy korucuları da “yurtsever” olarak tanımlanan gerillaları aileleri ile birlikte öldürdüler. Gerilla vurunca cinayetleri devletin üstüne yıkıyordu: devlet öldürünce gerillaların üstüne
Ondan sonra bir general oraya çıktı ve dedi ki: “Bana izin verin ve ben Doğu Anadolu’da taş üstünde taş, gövde üstünde baş bırakmayayım”. Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş “Balıkları yakalamak için gölü kurutmalıyız” dedi. Ve kadın Başbakanımız Tansu Çiller, parlamentoda “Bu iş bitirilecek” diye bağırdı. Bu sözlerin derin anlamı ile daha önce tanışmış olan Almanlar’ın bile tüyleri diken diken olmadı.
Böylelikle savaş tüm gücü ile başladı. Daha önce Türk ordusu daha zararsız araçlar kullanıyordu; Kürt kardeşlerini, yakalamış olduklarına insan dışkısı yedirerek aşağılıyordu. Avrupa Konseyi, Türkiye’yi bu “insan dışkısı işkencesinden dolayı 500 bin Fransız Frankı ödemeye mahkum etti. Bu mahkûmiyet o kadar da kötü değildi. Türkiye’nin zaten milyarlarca dolar borcu var. Türkiye bu borçlarını arttırabilir ve böylelikle tüm Türk ve Kürt halkını istediği gibi “dışkı işkencesine” tabi tutabilir.
Ardından, Türkiye Cumhuriyeti 7’den 70’e tüm Kürtler’i köy korucusu yapmaya başladı. Kaçınanlar işkence gördüler; özellikle hırçınca karşı çıkanları devlet tutukladı ve öldürdü. Sonra kontrgerillanın cinayetleri başladı. Kimileri 1800, kimileri ise 1200 belirlenmiş Kürt’ün öldürüldüğünden söz ediyor. Ardından, Kürtler’in köyleri yakıldı, yaklaşık 2 bin tanesi alevler içinde kaldı.
Bu topyekûn savaşta inanılmaz katliamlar ve işkenceler yapıldı. Türkiye Cumhuriyeti, becerebildiği kadarı ile denizi kuruttu. Ancak balığı yakalamayı beceremedi. Amerikan ordusu da Vietnam’ı “kurutmuş” ve verimli toprağı çöle çevirmişti.
Kimi tahminlere göre 2,5, kimi tahminlere göre ise 3 milyon insanın, savaş nedeniyle Güneydoğu Anadolu’dan sürüldüğü rivayet ediliyor. Gerçek sayı daha da yüksek olabilir. Çünkü eskiden 450 bin kişilik bir nüfusa sahip olan Diyarbakır’ın nüfusu 1,5 milyona çıktı. Bu resmi bir veri. Buna diğer şehirlere giden göçmenleri de eklemek gerek; bu insanlar evsiz ve aç. Türkiye Cumhuriyeti’ne Kuyucu Murat Paşa geleneği yaraşıyor.
Geçmişteki kan emiciler bir tek şeyi yapmamışlardı: gerillayı, yeraltına çekilmiş olanları, eşkıyayı, asker kaçaklarını, içine kaçtıkları ormanlarla birlikte yakmak.
Basınımızın bu sevinçli olayları yazması ne kadar şaşırtıcı. Hükümetimizin başı, bir elinde Kur’an bir elinde bayrak tutarken, devletimizin silahlı güçleri köy ve orman yakmazlar, dedi. Peki helikopterler? Onları PKK Ermenistan’dan veya Afganistan’dan almıştı. Ve o helikopterler şehirleri ve köyleri ateşe veriyorlardı.
Dersim yanıyor, Kutuderesi çevresindeki ormanlar alevler içinde, herhalde PKK hayatından bezmiş olmalı. Zaten PKK, Kürtler’in yeni yıl bayramı Newroz’da da 80’in üzerinde Kürt’ü çoluk çocuk yakmamış mıydı? Ve Şırnak, Lice ve diğer şehirler ve yerler, bunlar da PKK tarafından yakılmamışlar mıydı? Ve Sivas’taki 36 sanatçı ve yazar?
Artık yeter! Atasözüne rağmen, yalancının mumunun karanlıkta da yanacağını iddia edenlerin bu dünyadan haberi yok.
Gaziantep Valisi’nin hikâyesini de anlatmadan edemeyeceğim. Vali, kendi bölgesindeki ormanın alevler içinde olduğunu duyar. Hemen oraya gider ve tüm ormanın imha olduğunu tespit eder. Ancak bunun sevindirici bir yan etkisi de olmuştur ve 11 gerilla da birlikte yanmıştır.
Basında çıkan haberlere göre Türkiye’de son 10 yılda 12 milyon hektar orman yanmıştır ve bunun 10 milyon hektarı Doğu Anadolu’dadır. Bir devletin, gerillalara sığınak olduğu için ormanlarını yakması, inanılmaz bir olaydır.
Gerilla birkaç aylık bir ateşkes ilan ettiği zaman, Ankara ilgi göstermemişti. Sonra günün birinde şehirlerarası yolda 33 silahsız asker öldürüldü. Kimileri bu askerleri PKK’nin öldürdüğünü iddia etti, kimileri ise bundan şüphe duydu. Ama her halükarda bu, tek taraflı ilan edilmiş olan ateşkesin sonuydu.
Şimdi savaş bütün şiddeti ile sürdürülüyor. Bu savaş sadece gerilla ile ordu ve köy korucuları ve özel birlikler arasında yaşanmıyor. Hükümet, yüzbinlerce insanı yerinden yurdundan etti, bu insanlar açlık ve perişanlıktan yarı ölü, oradan oraya dolaşıyorlar, ne evleri var, ne de çadırları.
Ankara bir halklar göçü başlattı ve böylelikle silahsız Kürt halkına da savaş ilan etti.
Doğu Anadolu kökenli insanlar bir parti kurmuşlardı ve bu yolla yaklaşık 20 halk temsilcisini parlamentoya seçmişlerdi. Bu parti yasaklandı. Onlar da yeni bir parti kurdular, bu parti de yasaklandı. Bu insanların parlamenterlerinden 8’i ölüm cezası talebi ile yargılandı ve sonunda yıllar sürecek hapis cezasına mahkûm oldular. Ancak o zaman o çok demokratik Avrupa biraz da olsa uyandı.
Bu korkunç savaş devam etmemeli. Türkiye ekonomik olarak yolun sonundadır ve halk yoksullaşmıştır. Doğu Anadolu’daki savaş için sadece I994’de 12 milyar markın üstünde harcama yapılmıştır. Bu rakamı yetkili bir bakan vermiştir.
İç ve dış borçlar gittikçe artmaktadır; bu savaş sürecek olursa Türkiye, tarihinin en büyük felaketini yaşayacaktır.
İster Ruanda’da isterse Bosna ya da Afganistan’da olsun, her savaş insanlığı yıpratıyor; insanlık gittikçe daha fazla dejenere olmakta, her çatışmayla, katliamla ve açlıkla daha insanlıkdışı hale gelmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşunda Türk halkına az da olsa verdiği temel hakları Kürtler’e de vermek zorundaydı. 21. yüzyılın eşiğinde, hiçbir halk, hiçbir etnik halk grubu insan haklarından mahrum edilemez. Sadece Türkiye değil, hiçbir ülke buna muktedir değildir. Amerikalılar’! Vietnam’dan. Sovyetler’i Afganistan’dan kovan ve Güney Afrika’daki mucizeyi yaratan güç, insanların gücüydü.
Türkiye Cumhuriyeti, bu savaşın sürmesi nedeniyle lanetlenmiş bir ülke olarak 21. yüzyıla girmemelidir. İnsanlığın vicdanı, Türkiye’nin halklarına bu insanlıkdışı savaşın durdurulması için yardım edecektir, özellikle Türk Devleti’ne silah satan ülkelerin halkları bu konuda katkıda bulunmalıdırlar. Türkiye’de de bizler, gerçek bir demokrasiye giden yolun sadece Kürt sorununun barışçı bir çözümünden geçtiğini bilmeliyiz.
Yönetimin, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana – bu baskı son zamanlarda biraz gevşemiş olsa da- Kürtler’in dillerinin ve kültürlerinin öldürülmesine çabalamış olması insanlığa karşı işlenmiş bir suçtur. 21. yüzyılda insanlığa karşı işlenmiş suçlar birbiri ardına gün ışığına çıkartılacak ve mahkûm edilecektir. Ancak bu, alışılmış mahkemelerden olmayacaktır; çünkü ülkenin onuru, onun insanlığı, mahkeme önüne çıkarılacaktır.
Çeviren: Saruhan Oluç
Fotoğraf: Yaşar Kemal, 9 Ocak 1995 tarihli Der Spiegel dergisinde yayımlanan bu yazısında, Terörle Mücadele Yasasının 8. maddesini ihlal ettiği gerekçesiyle yargılanıyor
Bir yanıt yazın