Prof. Dr. Tülay Özüerman
Şubat 26, 2016
Suriye’den kaçan mültecilerin Türkiye’ye girmesi için kapılarımız açarken, bizim Suriye’ye gireceğimizden söz edilen bir tuhaf süreçten geçiyoruz.
Ne onlar girsin, ne de biz!..
Herkesi kendi sınırları içinde tutacak bir strateji gerekirken, Türkiye Ortadoğu bataklığına her geçen gün biraz daha çekiliyor.
Bu çok kritik süreçte biz ne yapıyoruz? 12 Eylül’le diğer partilerle birlikte kapatılan CHP’yi yeniden kurumsallaştıran kurucu başkan Deniz Baykal’ı CHP’den ihraç sürecinin içine çekme yarışındayız.
TV konuşması üzerine, adeta bir siyasal linç kampanyası başlatıldı. Bugün Türkiye’nin sürüklenişinin asıl sorumlularına soru soramayanlar, Baykal’a kaplan kesildiler…
Operasyonla gönderilmesinden sonra da kendisinin yanında durmayı hala sürdüren ve partiye ideolojisi ile bağlı olan tabanı partisiz bırakmak için iki kollu bir propaganda sürdürülüyor. Biri, hiç CHP’ye oy vermemiş, vermeyecek, hatta karşı olanların bile Baykal’ı yerden yere vurma hakkını kendilerinde gördükleri bir linç kampanyası; diğeri de karşıtların Baykal’ı sahipleniyor gibi yaparak, partinin temel ideolojisini çürütme yanlıları…
Bu süreç, bir yazıyı anımsattı.
Rahmetli – ki artık az sayıda kalan ve gazeteciliğin hakkını veren – kalemini hiç kırmayan duayen gazeteci Hasan Pulur; Mayıs 2007’de “Romalı Cato’dan Deniz Baykal’a…” (*) başlıklı yazısında ironi yaparak, Romalı politikacı senatör Cato’nun her konuşmasının sonunu “Kartaca yıkılmalıdır” diye bitirdiğinden söz eder.
Sürekli her yerde, “Deniz Baykal gitmeli” diyenlere, “yerli Cato” adını vererek anlattığı makalesinde;
“LAİKLİK elden gidiyor!
“Gitmez gitmez, Ankara, İstanbul, İzmir mitingleri hepsi umutlandırdı, lakin şu Baykal gitse de CHP’ye oy versek!”
Bölücüler fırsat bekliyor!
“Kimse bizi bölemez ama, şu Baykal bir gitse!”
Şeriat gelecek, çağdışı bir hayatı dayatacaklar, başörtülü olmayanı yaşam dışı bırakacaklar!
“Merak etme bir şey olmaz, aslan gibi CHP var, lakin Baykal bir gitse!”
Solda, pişti sanılan aşa, kimin soğuk su kattığı belli oldu!
“Evet evet, ama, yine de Baykal gitmeli!”
* * *
“PARANOYA”nın bu kadarı da fazla değil mi?
Deniz Baykal’ın hatası, yanlışları yok mu, olmadı mı?
En azından bizim bu köşede yazdıklarımız, buz üzerine yazılmadı, ak kâğıt üzerine kara harflerle…
Lakin “terazi var, tartı var, her işin vakti var!” diye bir deyim hatırlamaz mısınız?
Bu aşamada Deniz Baykal’ı götürmenin imkânı var mı?
Yok, hem de niçin?
* * *
HEM meydanları doldurup “Türkiye laiktir, laik kalacak!” diye bağıran sen değil misin? Laiklik tehlikede olmasa, böyle bağırır mısın?
Peki laikliği nasıl koruyacaksın?
Baykal var diye CHP’ye oy vermeyerek mi?
O halde AKP’ye verdiğin “dolaylı” oy hayırlı olsun!”
diye yazmıştı.
Şimdiki kampanya niye?
Baykal, partide neden iyice yalnızlaşsın isteniyor?
Medyada, partiden dışlanmış gibi, Meclis’te “tek başına” fotoğrafları neden servis ediliyor? Bu kampanya, “Ya Baykal “zihniyeti” gelirse?”, “Ya parti özüne dönerse?”….. korkusundan değil mi?
CHP’deki başkalaşmaya haklı rezervleri var Deniz Baykal’ın… Ve kurucu başkan olmak sıfatı ile bu O’nun hakkı… Şu ana kadar susabilmiş olmasını kutlamak gerekir…
Parti zarar görmesin diye susarken de, zarar görmesine katkı koyulduğu bir sürece gelip dayandık.
Sorunun özü ne Deniz Baykal, ne de söyledikleri.
Sorun, tüm kurumların kendi içlerinden dönüştürülerek başkalaştırılması… Bu zamana yayılarak yapılıyor.
Siyaset bitti. Siyaset, sadece örgütlerin kendilerinden bağımsız şekilde belirlenen, ya da bazı yerlerde kendileri de katılıyormuş gibi, medyanın parlattığı adayların devşirilerek seçtirildikleri bir biçim aldı.
Türkiye’de sistem partileri kendi içlerinde tasfiye ediliyor. Burada altını çizerek, tarihe bir dip not düşmek istiyorum: Türkiye’de ilk kez bir siyasal parti kapanmadan/kapatılmadan, adını, amblemini değiştirmeden, kurumsal kimliğini terk etmeden yeni bir parti kuruldu: Y-CHP. Partilerin parti doğurması geleneği ile partileri çoğaltan siyaset ikliminde bu çok önemli bir tespittir.
Türkiye’de Meclis içinde kurulan, etnik ve dini temelli fikri koalisyona “dur” diyecek sistem partilerinin tasfiyesi, partilerin içine sızdırılan kişilerle parti içinden yapılıyor…
Sancılı bir süreç geçiren MHP’de başta Devlet Bahçeli olmak üzere, tüm kurmaylar bu gerçek üzerinde yoğunlaşmalı ve Bahçeli tarihi bir misyon üstlenerek, partiyi toparlayacak bir isim lehine bulunduğu yerden feragat etmelidir. Aksi durum; partinin kendi içinden erimesi/eritilmesi olur.
Bir sözüm de, Anayasa Mahkemesi’nin, sadece haksız yere tutuklanmış kişilerin özgürlükleri üzerinden, hukuk devleti ve hukuku koruyan kurumlar var algısı ile asıl işlevinin dışına çekilmiş olmasına… Deniz Baykal’ı gönderme üzerine kurulu algı yönetimi, yeni kahramanları elimize tutuşturuyor… Atatürk’e “Mustafa” diyen kahramanımız var artık. O tutuklu iken yönetimindeki gazete sol ve özgürlüklere tutunarak, biraz daha HDP çizgisine yaklaştı… İzleyelim, gelecek süreçlerde hangi rollerde göreceğiz… Kim bilir… O da CHP vekili olur…
Özgürlüklere sahip çıkamayınca, özgürlükleri ellerinden alınanlara sahip çıkar olduk, sıkıştırıldığımız, kontrol edilebilirliği giderek artan, neyi istememiz gerektiği sürekli kulağımıza fısıldanan, görünüşte demokrasinin tüm kurumlarının var olduğu, işleyişte yok edilmiş bir tuhaf iklimde…
Hep sonuca kilitlenenlerin/kilitleyenlerin nedenler üzerinde düşünmeyişlerinin bedeli çok ağır. Bunu yapması gereken siyasal partiler algı operasyonu içindeler. Sistem dönüştürülüyorken, önceki yapılar, kişiler, düşünceler,…. karalanıyor. Tarih, yeniden yazılmaya çalışılıyor.
Yeni aktörler, mağduriyet alanları içinde üretiliyor. Malum; toplumumuz mağruru değil, mağduru sever…
Bir sözüm de Sayın Baykal’a; Türk siyasetinin en donanımlı kişilerinden ama en şanssız siyasetçisi olarak görüyorum sizi… Çıkmışsınız başınız dik, hala ülke, toplum menfaati diyorsunuz ve hala kendinizden, kendinize yapılan haksızlıklardan söz ederek, gözleriniz nemli, duygulu ses tonu ile konuşmuyorsunuz. Bir çıkıp kendinizi anlatsanız toplumca ağlayacağız oysa… Hala dik ve mağrursunuz. Oysa biz mağduru severiz. Başınızı yerlerde görmek isteyenlerin size bakıp daha fazla öfkelenmelerine sebep oluyorsunuz. Kendilerinin yaşamlarına bakmadan yargısız infazlar yapanları biliyor ve görüyoruz. Söz hakkınızı elinizden almaya, kurduğunuz partiden atmaya çalışanlara bakınca; “bu partiyi kurarken, herkesin söz hakkı için kurmuştunuz değil mi?” diye sormak isterim. Dün vekil olmak için peşinizden koşanların şimdi yerlerini korumak için size vurmaya çalışması da siyasetimizin dibe vurma sebeplerinden biri… Bugün hala bir parti varsa ve orada bir yerlerde yer edinmişler varsa -ki var- hepsi emeğiniz ve teriniz üzerinde oturuyorlar. Eminim; bir gün kurduğunuz parti marifeti ile düşüncenize sınır çizileceğini, hatta disiplinle ihraç edilmek isteneceğinizi aklınızdan geçirmemiştiniz. Ülkede demokrasinin savrulduğu yeri, size yapılanlara bakarak da gösterebiliriz… Eh… Size bile sınır çiziliyorsa, artık diğer partililer de kendilerine ayar vermeliler… İstenen de tam bu değil mi?
Sahi partiler ne için var? Konjonktürle savrulmak için mi? O gün genel başkan ve yöneticiler kim ise onların söylemlerini yineleyen papağanlar gibi olmamız için mi?
Parti, kendisini var eden temel ideoloji yok edildiğinde, sosyal faaliyet yürüten bir dernekten ne farkı kalır? İşte bu nokta çok önemli. Ülke giderek muhalefet yapılamaz hale getirildikçe, partilerin işlevleri de dönüşmekte.
Tek kişinin güdümünde hegemonyacı bir parti ve etrafında uydu partiler… Otoriter sistemin örtüsü çoğulcu bir sistemin “varmış” görüntüsü ve vızıltı gibi karşı söylemler…
Gür bir karşı çıkış yok. Bunu yapabilecek olanlara da geçit yok.
Bu arada, tüm medyamız, iyi ki Anayasa Mahkemesi var, iyi ki “özgürlükler” var, şarkısını çalıp oynarken, Başkent’te, fiili Başkancı sistem, “konsey” adı altında sekreteyasını, “Ekonomi ve Dış Ticaret Konseyi” adı altında kuruyor. Rejim başkalaşırken, birileri oturmuş, hala merhum Hasan Pulur’un dediği gibi, Cato’culuk oynuyor… Sağ olsaydı, hala bıraktığım yerdeler derdi: “Baykal gitsin!…”
Bu klavye tuşlayan bazıları, haksız yere tutuklamayı sorgulamak yerine, özgür bırakılışı (elimize tutuşturulan sonucu) alkışlayan yazılar yazıyorlar. Özgürlüklerin ne kadar göreceli hale geldiğini sorgulaması gerekenler, alkış tutuyorlar… Sonuca o kadar kilitlenmişler ki; nedenleri anlatmaya kalkışsak, dinlemezler… Onlar bir tek şey biliyor… Sistemin “gönderin” dediklerini gönderip, “kucakla” dediklerini sahiplenmeyi. Sistemi eleştiriyor gibi, destekliyorlar.
Biz bu kısır döngüde, neden her geçen gün biraz daha dip yapıyoruz biraz olsun anlatabildim mi?
—————————–
(*)Yazının tamamı için bkz.
Bir yanıt yazın