Osmanlı hasta Türkiye zırdeli adam

82800Aşağıda Mustafa Alp Dağıstanlı’nın “Osmanlı hasta adamdı, Türkiye zırdeli!” başlığı ile diken’de yeralan yazısını sunuyoruz

“Şahsiyet arayışı, genellikle, bir felaketin yan ürünüdür” diyor tarihçimiz Norman Itzkowitz (Osmanlı İmparatorluğu ve İslami Gelenek). Felaketin yanına, kimi durumlarda rezaleti ve fiyaskoyu da ekleyebiliriz.

Bu ülke için kimlik arayışı meselesi yeni bir şey değil, fakat AKP döneminde, özellikle 2007 sonrasında, bu şahsiyet arayışı öyle bir hal aldı ki, yüksek atlama bile yeterli görülmedi, sırıkla atlama gayretkeşliğine kilitlendi.

Parantez meselesi

‘Şahsiyet arayışı’ ile ne demek istediğimi, AKP’li olsun olmasın, herkes anlamıştır sanırım; bu arayışı destekleyenler de, desteklemeyenler de. AKP’nin şahsiyet arayışının temel dayanak ve çıkış noktasını Sadrıazam Davudzade Ahmed Paşa’nın çeşitli vesilelerle birkaç kez söylediği şu deyiş temsil ediyor: “I. Dünya Savaşı sonunda açılan Osmanlı parantezini kapatıyoruz.”

Bunu Ahmed Paşa’nın söylemesi ayrıca önemli, çünkü önce başbakan sonra cumhurbaşkanı başdanışmanı olarak, ardından dışişleri bakanı ve başbakan olarak bu şahsiyet arayışının ve aranan şahsiyetin ne olduğunun çerçevesini çizenlerin başında geliyor. Tabii, dış politikanın da mimarıydı ve biliyoruz ki şahsiyet, dünya aleme gösterilebildiğinde şahsiyettir (Burada psikiyatrik bir sorun yok değil: kendin, kendi hakikatin o kadar kırık dökük, zayıf, insan içine çıkarılamaz durumda ki onunla pek az ilgisi olan bir kabuk yaratıp onu şahsiyetin olarak sunuyorsun. Yani, ne olduğuna değil, nasıl görüldüğüne odaklanıyorsun).

Dolayısıyla, AKP’nin Türkiye için şahsiyet arayışı, öyle anlaşılıyor ki Osmanlı’nın çöküşü felaketinin bir yan ürünü. Fakat bu ‘Osmanlı parantezi’, yalın bir Osmanlı’ya dönüşü amaçlamıyor tabii, ama Osmanlı’nın emperyal ‘gücü’nü referans alıyor.

Ahmed Paşa’nın 1 Mart 2013’te, Yeni Şafak’tan İbrahim Karagül’e verdiği röportajdan şu bölüm açıklayıcı: “Türkiye kadim bir güç, yeni bir güç değil. Türkiye’nin gücünü kaybetmesi de tarih içinde bir parantezdi. Biz o parantezi kapatıyoruz şimdi. Türkiye kadim bir güç ve yenilenen bir güç. Zaten gücümüz de oradan geliyor; kadim olsak ve yenilenmesek bölgemizde statik bir unsur halini alırız.” (Bu röportajı üç yıl sonra bugün geldiğimiz yerde okumak, katıksız bir mizahla karşılaşmak demek, tavsiye ederim)

Gelgelelim, bu ‘kadim güç’ konusunda Türk milliyetçileri/muhafazakarları (AKP onların en azılısı) tarihten, bilgiden, akıldan ziyade klişelerle, psikolojilerle, temennilerle konuşuyor ve ‘strateji kuruyorlar.’ O imrendikleri ‘kadim güç’ 1699 Karlofça Antlaşması’yla başka devletlerle kıyaslanmaya tahammül edemeyen bir güç olmaktan çıkmıştı. 1768-74 Rus savaşı ise imparatorluğun o güne kadar görmüş olduğu en büyük askeri bozgundu ve 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması da en büyük siyasi bozgun olarak kayda geçti. İşte bu bozgun, felaket, Osmanlı Devleti’nin (ve hanedanın) şahsiyet arayışına kuvvetli bir ivme verdi (Şahsiyet değilse de hanedanın meşruiyetini sağlayan araçlarda şartlara göre değişimler, dönüşümler her zaman vardı tabii).

Kısacası, Sadrıazam Ahmed Paşa’nın ve Sultan I. Tayyib’in özendiği, I. Dünya Savaşı sonrasında ‘parantezi açılan’ o ‘kadim güç’, neredeyse 100 yıllık reform çabalarını da burada analım ama, ‘hasta adam’dı. Bugünün Türkiyesi ise zırdeli!

Külliyensaray bunun için var

İmparatorluklarda hanedanın sergilediği şaşaa, gösteriş imparatorun (ve hanedanın) meşruiyeti ve saygınlığı için önemli bir şeydi. Osmanlı hanedanı da böyleydi; bu şaşaayı sergileme konusunda zaaf gösteren sultanlar (mesela ‘Genç’, II. Osman) yönetim elitlerinden de, tebaadan da tepki görürdü, pek hoş karşılanmazdı.

Siyasi ve sosyal kültüre göre farklılıklar gösterse de modern devlet de otoritesini böyle şaşaa sergileyerek gösteriyor. Yurttaşları ezen o devasa kamu binaları falan bu işe yarıyor. Anıt Kabir de onlardandır. Muhteşem askeri törenler de aynı işlevi görür; en şahanesi Kuzey Kore’de işte.

Bazı devlet başkanları tarihi mekanlarda, saraylarda ikamet ediyor; Elysee Sarayı, Kremlin Sarayı… Dünyanın en güçlü ülkesi Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Beyaz Ev’de oturuyor. Ama koskoca ABD başkanı evde oturmaz, olsa olsa sarayda oturur, diye düşündüğümüz için biz o konutun resmi adını değiştirmişiz.

Uzun lafın kısası, o ‘kadim güç’ten güç ve ilham alan, yenilenmiş bir güç olarak dünya sahnesine çıkan AKP Türkiye’sinin sultanı I. Tayyib de öyle alelade bir yerde oturamazdı tabii. Külliyensaray bunun için var. Türkiye’yi götürmeye çalıştıkları yeri, özledikleri toplum nizamını gösteriyor. Şahsiyet arayışının bir sonucu işte bu ve oluşturmaya çalıştıkları şahsiyet de bu. Zavallılık. Halbuki hiç gerek yoktu; Topkapı, Dolmabahça, Yıldız sarayları ne güne duruyor! Henüz o kıvama gelmedik anlaşılan. ‘Kadim güç’ tam manasıyla canlanınca inşallahhh.

Makam aracını askeri kargo uçağıyla taa Şili’ye götürmek de bu zavallı şahsiyet arayışının bir parçası. Bir sürü kötülüğün anası saydıkları emperyalist ABD’nin teneke taklidiyle böbürleniyorlar. Götürdüğün arabayı Almanya yapmış, o arabayı taşıyan uçağı ABD… Peki sen ne yaparsın abi? ‘Bennnnn kadim bir medeniyyeti taşıyorum şahsımda. Bennn işte böyle böyle bir tarihin temsilcisiyim. Öyle yağma yooook, o günler geçti artık, Türkiye artık küreselll bir aktördür, bunu herkess böyle bilecek.’

Büyük bir yanılgı

Tam burada bizim ve dünyanın büyük bir yanılgısına işaret etmemiz lazım. I. Tayyib’in demokrasiyi her an inilebilecek bir tramvay olarak gördüğünü biliyoruz, demokrasinin temeli olan erkler ayrılığına karşı olduğunu, erklerin birliğini savunduğunu biliyoruz, vs. Sultanımız, aynı şekilde, ifade özgürlüğü diye bir şeye de inanmıyor tabii ki. Eleştirileri ve hakaret saydığı şeyleri (yani herşeyi) demokrasinin başka bir temel taşı olan ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirmiyor.

Şundan: Modern devlet icat edene kadar ‘vatana sadakat’ diye bir şey yoktu. Monarşilerde, Osmanlı İmparatorluğu’nda da sadakat sultana ve hanedana gösterilen şeydi. Özellikle klasik dönemde (Fatih’i, Kanuni’yi düşünün) iktidar padişahın kişiliğiyle özdeşleşmişti. Tebaa padişaha sadakat bağıyla bağlıydı. Padişah da tebaanın sadakatini sağlamak, bazan çeşitli yollarla satın almak zorundaydı (Bizim yeni teorisyenler bu ‘satın alma’ kısmıyla pek ilgili değil, karşılıksız bir sadakat bekliyorlar).

Sultan I. Tayyib bunları bu şekilde bilmiyor olabilir, ama bir türlü bağırsaklarımıza indirip dışarı atamadığımız bu ‘kadim’ siyasi kültürü canıgönülden tevarüs etmiş durumda. İşte bu anlayışın, bu ‘mekanizma’nın en yeni ve güçlü temsilcisi o. Vatan millet tırmalamalarıyla harmanlanmış bir şekilde bu kişisel sadakati talep ediyor. Bu yüzden eleştiriyi, ifade özgürlüğü denen şeyi bu sadakatin olmayışı olarak algılıyor.

Dahası, bu aleni densizliklerin sadık tebaası nezdindeki saygınlığını ve o tebaanın sadakatini zedeleyebileceği endişesini taşıyor. Aynı Külliyensaray için olduğu gibi kendisi için bir şey istiyorsa namerttir, hatta ben bile namerdim. O, bunu güçlü Türkiye için istiyor, güçlü Türkiye’nin cumhurbaşkanına başka türlü muamele edilemeyeceğini göstermek istiyor.

Dolayısıyla, gazetecilerin içeri tıkılmasının, gözünün üstünde kaşın var diyenlere, balkondan ‘hakaret işareti’ yapanlara, konvoy-u hümayunu geçerken kaldırımdan laf atanlara soruşturma açılmasının ifade özgürlüğüyle bir alakası yok.

Aynı şekilde, Soma’daki maden cinayetinin ardından Sultan I. Tayyib’i protesto eden maden işçisini Başbakanlık Müşaviri’nin (demek ki Sultan’ın bostancılarından biriymiş) tekmelemesi ve işçiye ‘kamu kuruma ait araca zarar vermekten’ ceza kesilmesi de şaşırtıcı olmak bir yana, işin ruhuna gayet uygundur. Örnekleri çoğaltabiliriz, daha vahşi örnekleri de biliyoruz…

Bu şahsiyet arayışının dünya çapındaki bir gösterisine de işte geçenlerde Ekvador parlamentosunda tanık olduk. Sultan I. Tayyib’i protesto etmenin ne demek olduğunu Alemin Reisi’nin bostancıları gösterdi. Ekvador henüz fethedilmediği için onlardan beklenen şey sadakat değildi tabii, güçlü çenesinden kıl diplerine kadar her şeyiyle o‘kadim medeniyyet’i taşıyan, o ‘kadim güç’ün yenilenmiş hali olan Türkiye’nin temsilcisine saygı ve itaatti. Bostancılar işte bu saygıyı sağlamaya çalışıyordu. Sağladılar da!

Hiçbir zaman tam sadakat sağlanamamıştır

Fakat Sultan Tayyib’in bilmediği ve anlamadığı bir şey var: hiçbir zaman tam sadakat sağlanamamıştır. Hiçbir lider (sultan, kral, başbakan, cumhurbaşkanı) ve hanedan, eleştiriyi geçtim, hakaretten, aşağılamadan sıyrılamamıştır.

Osmanlı sultanları ve hanedanı için de bu kural ziyadesiyle geçerliydi. Padişahlara küfreden, onlara haddini bildiren yeniçeriler mi istersin, valide sultanlara ‘fahişe’ diyen veziriazamlar mı istersin, hakaret ve alay eden halk mı istersin hepsi vardı. Bunları bazan aleni olarak, Sultan’ın kendi kulaklarıyla duyacağı şekilde yaparlardı üstelik. Ama bir de halk arasında konuşulanlar vardı; bugün olduğu gibi. Mesela IV. Mehmed (Avcı) için, tarih kitaplarına da geçmiş şu laf bir özdeyiş halini almıştı: “Babası am budalası, kendisi av budalası.” Babası Deli İbrahim’di; bu deyişin iki tarafı da gerçeği yansıtıyordu. İşte böyle…

Şahsiyet arayışı süper gücün ve Osmanlı sultanlarının teneke taklidi düzeysizliğindeki gösterilerde kalsaydı gülüp geçerdik, peki. Sultan’ın gönlü olsun diye gazetecilerin içeri tıkılmasına da sıraya koyup katlanabilirdik belki. Ama iş burada kalmamıştır hiç ve ‘yeni güç Türkiye’ için de kalmadı.

I. Tayyib ile Sadrıazam Ahmed Paşa’nın Suriye politikası, bu tür hastalıklı şahsiyet arayışlarının mantıki sonucudur. Çünkü bu tür bir arayış, bu arayışın sebeplerini, yani hastalığı teşhis etmez, edemez. Bu arayışın çıkış noktasının bir felaket olduğunu göremez, çünkü gerçeklerle bağı klişelere dayanan güdüğün güdüğü bir ideolojinin, o ideolojinin dürtükleyip şaha kaldırdığı hırs dolu bir psikolojinin zehirli dehlizlerinde kurulmuştur; çünkü emperyalist güç rekabetinin ortasına son takatiyle dalıp çarçur olan Osmanlı’nın yeni bir güçle ve yeni kılığıyla yeniden ve yine emperyalist güç rekabetine dayanan aşağılık oyunlarla ihya edilebileceğini sanır.

Artık dünya alemin bildiği Türkiye’nin Suriye cehennemindeki rolünü burada uzun uzadıya anlatmayalım. Fakat Itzkowitz’in şahane aforizmasına bir şey ekleyelim: Bazan bir felaket de şahsiyet arayışının yan ürünü olabilir. Tayyib-Ahmed Paşa taifesinin başımıza açtığı şey bunun örneği. Şu anda Türkiye’nin Suriye’de giriştiği işler, eğer derhal durmazsa, Türkiye tarihinin en büyük siyasi ve sosyal yıkımına yol açacak ve aslında bu yıkım Türkiye’yle de sınırlı kalmayacak.

Yüzde 50+Etyen Mahçupyan+Halil Berktay kusura bakmasın ama Külliyensaray’da oturan adam Türkiye’nin de, dünyanın da başına çok büyük bir bela. O yüksek ve güçlü şahsiyete atlamak için kullandıkları sırık var ya … kırılacak galiba.

“Şahsiyet arayışı, genellikle, bir felaketin yan ürünüdür” diyor tarihçimiz Norman Itzkowitz (Osmanlı İmparatorluğu ve İslami Gelenek). Felaketin yanına, kimi durumlarda rezaleti ve fiyaskoyu da ekleyebiliriz. - 82800

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir