Hz. Peygamber’in “Ümmîliği” konusunda birkaç gündür yazıp çizdiklerimiz, oldukça ses getirmiş bulunuyor. Haliyle bazı okuyucularımızın kafası bir miktar karışmış durumda. Özellikle Kırklareli İl Müftü Yardımcısı dostumuz Adnan Zeki Bıyık’ın sözlerinden mütevellit “Peygamber okuma yazma biliyordu!” başlığı altında yazdıklarımız oldukça büyük ilgi ve merak uyandırdı okuyucularımızda.
Okuyucumuz Yılmaz Kula, “Aynı okula(mı) gitmişler” diyerek Müftü efendinin sözlerinden hareketle oluşturduğumuz başlığa itiraz etmiş! Kendisine şöyle dedim: “Müftü doğru söylüyor Yılmaz Bey. Bu, Diyanet çalışanları adına yeni bir söylemdir…”. Yılmaz Kula, itirazını şöyle sürdürdü: “Ömer bey bu işin gidişatı vahiy diye bir şey yok, kuranı kerimi Hz. Muhammed yazmıştıra (kadar) gider. Peygamber okuma yazma biliyordu da neden yazmanlar, kâtipler kullanmıştır? Cebrail ‘oku’ dediğinde neden ‘ben okuma bilmem’ demiştir?”
E.T. isimli bayan okuyucumuz ise; “Hocam yazıda da belirtildiği gibi, madem Arap toplumu ‘kıyam, kıraat, ruku ve secdenin’ İslam öncesinde de ne anlama geldiğini biliyordu, onlar için namaz kılmanın ya da oruç tutmanın çok zorlanılacak ve anlaşılmayacak ibadetler olmadığını düşünüyorum. Hz. Peygamber böyle bir rehberlikte bulunması da akla yatkın olmayan bir durum değil bence… Bu anlaşılmıyorsa Kuran’ın Cebrail A.S tarafından indirildiği de anlaşılamaz diye düşünüyorum…” diyerek Yılmaz Kula’ya iştirak etmiş bulunuyor.
Dostum Hüseyin Kaya Bey de “Hocam çok önemli bir hususa değinmişiniz,Cuma vaazında hoca Peygamber efendimizin okuma yazma bilmediğini ve bu durumun onun mucizelerinden biri olarak değerlendirdiğinde bu bana çok dokunmuştu!okuma yazma bilmemek nasıl olumlu anlamda mucizevi olabilirdi!Ayrıca yazılı bir metin mi gelmişti ki bugün bilenen anlamda bir okuma söz konusu olacaktı? Bu Hanif diniyle açıklanıyor sanırım. Sizin bahsettiğinizde Haniflik meselesi! Ama savaş esirini okuma yazma öğretmek kaydıyla serbest bırakan bir peygamber, üstelik ticaretle uğraşan bir insan nasıl okuma yazma bilemez! Bu tercüme bize anlatılanlar eğer yanlış tercüme ise ilk emrin yanlış tercüme edildiği bir durumda daha ne yanlışlar var acaba diye düşünüyorum?” diyerek, mantıklı ve son derece haklı endişelerini dile getirmiş bulunuyor.
Şimdi sondan başlayarak, okuyucularımın ve dostlarımın dile getirdikleri hususlara bilgimin yettiği ve aklımın erdiği ölçüde cevap vermeye çalışayım.
İslam Öncesi Arapları da Bir Medeniyete Sahiptiler!
“Cahiliye devri” denilip geçilen dönemde bile Arapların belli bir medeniyeti vardı. Özellikle hitabet ve şiirde çok ileri gitmişlerdi. Yani okuma-yazma o devirde de vardı ve Arapça çoktan yazı ve edebiyat dili haline gelmişti. Hatta şiir yarışmalarında dereceye giren şiirler, “Muallaka-i Seb’a:Yedi Askı” adı altında Kâbe’nin duvarına asılıyordu. Bizim Haniflikle açıkladığımız şey, Hz. Muhammed’in okur-yazarlığı değil, ibadetlerdir. Biz de diyoruz ki; Hz. Peygamber, çocukluğundan itibaren okuma-yazma biliyordu. Cebrail mağarada “Oku” şeklinde hitapta bulunduğunda bizim yobaz takımı O’nun “Ben okuma bilmem” şeklinde cevap verdiğini iddia ederler. Oysa Cebrailin “Oku” şeklindeki hitabına karşı Hz. Peygamber’in “Ne okuyayım” şeklinde cevap verdiğini söyleyen kaynaklar da vardır ki; bunlardan birisi de aşağıda ayrıntılı şekilde açıklanacağı üzere Taberî’dir. Bu demektir ki; Hz. Muhammed okuma biliyordu ki; “Ne okuyayım” şeklinde cevap vermişti.
Evet; Cebrail vahyi yazılı bir metin halinde getirip Peygamber’in eline tutuşturmadı. Bu sebeple Cebrail’in “Oku” şeklindeki hitabını, “benim söylediklerimi dilinle tekrar et” şeklinde anlamak en doğrusudur. Bilindiği gibi, eskiden okur-yazarlığın olmadığı dönemlerde, hatta ellili ve altmışlı yıllarda bile Anadolu kırsalında medrese mezunu köy imamları, çocuklara ve gençlere ağızdan okuyarak en azından namaz kılacak miktarda bazı kısa sureleri ve duaları ezberletirlerdi. Ortada ne kitap vardı, ne kalem ve elbette ne de Arap veya Latin alfabeleri. Yani okuma-yazma yoktu.
Benim anamım okuma yazması yoktur ama, namaz surelerini ve dualarını bilir, elbette galatlı bir şekilde! Cebrail ile Peygamber arasındaki karşılaşmalar da herhalde böyle oluyordu. Cebrail vahyi tekrar tekrar okuyor, Hz. Peygamber de onu tekrar ederek ezberliyor, sonra da vahiy kâtiplerine yazdırıyor veya bizzat kendisi yazıyordu! Zira vahyin ne zaman ve nerede geleceği belli değildi. Eğer önceden belli olsaydı, herhalde Hz. Peygamber yanında kağıt-kalem taşır ve Cebrail’in aktardığı ayetleri anında yazardı. Üstelik vahiy sadece Cebrail’in kendi kimliğinde veya sahabeden birisinin görünümünde gelip Hz. Peygamberle karşılıklı konuşarak değil, bazen sadık rüyalar veya ilhamlar (içe doğmalar) şeklinde de geliyordu. Bu durumda da tabiatıyla vahyi hemen yazıya geçirmek mümkün değildi.
Kur’an’da Allah’ın insana taşıyamayacağı ağırlıkta yük yüklemeyeceği belirtilmektedir(1). Bu durumda, yani iddia edildiği gibi okuma-yazma bilmeyen bir adama “Oku” emrinin verilmiş olması, söz konusu Kur’an ayetine de aykırı düşmektedir. Şu halde ya bizim dediğimiz gibi Hz. Peygamber, vahyin geldiği sırada zaten okuma yazma biliyordu, ya da Allah, öncelikle Cebrail vasıtasıyla Hz. Peygamberin en azından Arapçayı okumasını sağladı (ki; Allah’ın her şeye kadir olduğunu düşünürsek, bunun son derece basit bir iş olduğu ortaya çıkar), arkasından da “Oku” emrini verdi! İşte burada, Kur’an’da “İnşirah” suresinde anlatılan operasyon devreye girer ki; biz söz konusu operasyonun, vahiy geldiği anda yapıldığına inananlardanız.
Araplar Namaz Kılmayı Biliyorlar mıydı?
İslam öncesi Arapların tamamının, namaz kılmayı bildiği elbette söylenemez. Sadece Hz. İbrahim’in dinini yaşayan ve kendilerine “Hanifler” denilen bir grup biliyor olmalıdır. Bu grup azınlıkta olduğu için, muhtemelen dinlerini gizli yaşıyor, ibadetlerini de gizli yapıyorlardı. Tıpkı İslam’ın ilk yıllarında olduğu gibi. Bu konuda yazımızın başında zikrettiğimiz yazımızda yeterince izahat yapılmıştır.
Öte yandan, Allah’ın dini tek olduğuna göre; kendisine yapılmasını istediği ibadetlerin de aynı olması akla gelen bir husustur. Kur’an’da namazın şekli tarif edilmediğine göre; şu halde Peygamber bizim de kıldığımız şekilde namaz kılmayı nasıl ve nereden öğrendi? Bu soruyu sormak her akıl sahibinin hakkı ve görevidir. İşin içinden çıkamayınca Cebrail’e sarılmak ve namazın Cebrail tarafından öğretildiğini iddia etmek ve rekat sayılarının Miraç’ta Hz. Peygamber’in haşa Allah ile karşılıklı pazarlığa tutuşarak belirlendiğini söylemek, İslam’ın ruhuna aykırıdır. Bir taraftan İslam’a akıl dini demek, öbür taraftan da akıl dışı iddialarda ve izahlarda bulunmak IŞİD, El-Kaide ve Taliban ile aynı çizgiye gelmek demektir.
Üstelik, şu anda Arap ağzına ve Arap gırtlağına çok uzak bir kavim olan Türklerin 4-6 yaş grubundaki çocuklarına bile devlet (Diyanet) Kur’an okumanın öğretildiğini dikkate alırsak, sonradan Araplaşan bir kavme mensup olsa bile Arapça konuşan ve Arapların içinde yaşayan bir Peygamber’e okuma-yazma bilmiyordu demek, düpedüz hakarettir. Peygamber başlangıçta ashabına “Benden, Kur’an’dan başka bir şey yazmayın” diye emir vermiştir. Yani Hz. Peygamber, ayetleri yazdırırken , “Bunlar Allah’ın ayetleridir” hatırlatmasında mutlaka bulunmuş olmalıdır. Sonradan hadislerin yazılmasına da izin verdiği söylenmekte ise de şahsen, hadislerin yazılmasına getirdiği yasağı, ömrünün sonuna kadar devam ettirmiş olabileceğini düşünüyorum ben.
En çok hadis rivayet edenlerden birisi Ebu Hüreyre’dir. Oysa Ebu Hüreyre Hayber’in fethi sırasında (628) Müslüman olmuş ve Hz. Peygamber’le ancak 4 sene gibi kısa bir süre birlikte olmuş bir sahabidir. Hz. Peygamber’in çocukluğundan beri yanında bulunan kişiler dururken, kendisiyle ancak 4 yıl birlikte olan bir adamın, bu kadar çok hadis rivayet etmesi normal midir?
Zaten kendisi, hem ilk dört halife tarafından, hem de Hz. Peygamber’in en yakınındaki kişi olan eşi Hz. Ayşe tarafından yalancılıkla, hadis uyduruculuğu ile itham edilmiş ve hatta Hz. Ömer tarafından hem kırbaç cezasına çarptırılmış, hem de tekürrürü halinde memleketi olan Yemen’e sürülmekle tehdit edilmiştir.
Kur’an, Hz. Peygaber’e topluca gönderilmiş değildir. 22 yılda ve peyderpey gönderilmiştir. Hatta ayetlerinin bir kısmı Mekke’de, bir kısmı Medine’de gönderilen sureler vardır. Yani, bazı uzun surelerin gönderilmesi işi, uzun süreler devam etmiştir. Bu arada başka sureler ve başka surelerin ayetleri de girebilmiştir araya. Okuma-yazması olmayan bir peygamberin, bu şekilde inen uzun surelerin ayetlerini yerli yerine yerleştirilmesini temin etmek “Bu ayeti” veya “ayetleri şu sureye ekleyin” demesi herhalde mümkün olmazdı. Dolayısıyla; her şeyi Cebrail’in araya girmesiyle ve O’nun yardımıyla açıklamak yanlıştır. Öte yandan Hz. Peygamber’e diğer dinlerin peygamberlerine göre üstünlük kazandırmak için, kendisini sürekli olarak göklerde uçurmak ve bir türlü yere indirmemek yanlıştır. Oysa Peygamberimiz beşer bir peygamberdir. Bunu bizzat Allah söylüyor bize(2).
Peygamber Cebrail’e Ne Cevap Verdi?
Bu konuda herhangi bir ayet yok. Dolayısıyla verilen cevap konusunda insanların verdiği bilgilere, yani rivayetlere dayanmak zorundayız. Hz. Peygamber’in okuma-yazma bilmediğini savunanlara ve bu durumun kendisi için bir “mucize” olduğunu savunanlara göre; Hz. Peygamber Cebrail’in “oku” hitabına karşılık “ben okuma bilmem!” şeklinde cevap vermiştir. Ancak “Ne okuyayım” şeklinde cevap verdiğini söyleyen rivayetler de vardır. Bunlardan birisi de ünlü alim ve tarihçi Taberî’dir.
Hz. Peygamber, ilk vahyin geldiği anda yaşadığı hâli daha sonra eşi Hz. Aişe’ye anlatmış olmalıdır ki; Taberî (Ö.310/922), “Tarihu’t-Taberî” isimli kitabında (Ebû Cafer Et Taberî, Tarihu’t-Taberî, c.II, s. 298-9, Kahire’t.y., Darül-Maarif, V. Baskı)Hz. Aişe’nin konu ile ilgili olarak şöyle dediğini rivayet etmiştir:
“(Onun mağaradaki bu münzevî hayatı) hak kendisine gelinceye kadar devam etti. Nihayet bir gün (bir varlık) O’na geldi ve ‘Ey Muhammed! Sen Allah’ın Rasûlüsün!’ dedi. Rasulullah (SAV) hadiseyi şu şekilde anlatmaya devam etti: ‘Ayakta idim, bu sesi duyar duymaz diz üstü düştüm. Sonra tir tir titrer bir vaziyette dönüp Hatice’nin yanına girdim ve -Beni örtün, beni örtün!- dedim. Sonunda bendeki korku gitti. Sonra (o varlık mağarada, başka bir zaman) bana yine geldi ve tekrar ‘Ey Muhammed! Sen Allah’ın Rasûlüsün!’ dedi. Bunun üzerine ben kendimi dağın doruğundan atmayı aklımdan geçirdim ki, daha bunu düşünür düşünmez, o tekrar bana gözüktü ve ‘Ey Muhammed! Ben Cibril’im, sen de Allah’ın Rasûlüsün!’ dedi. Sonra ‘Oku!’ dedi. Ben ‘Ne okuyayım?’ deyince beni tuttu ve takatim kalmayıncaya dek üç kere sıktırdı ve ‘Yaratan Rabbinin adıyla oku!…’ diye okuyunca ben de okudum. Sonra tekrar Hatice’ye geldim ve ‘kendim hakkında korktum!’ dedim.”(3).
Görüldüğü gibi bu rivayet, son derece beşeri ve insan zaaflarından birisi olan korku ve endişeyi de dile getirecek nitelikte gerçekçi ve akılcı bir rivayettir. Yani Hz. Muhammed’i beşer yönünü çarpıcı bir şekilde ortaya koyan, onu Cebrail gibi hiç tanımadığı ve o güne kadar hiç görmediği bir varlıkla “Ben okuma bilmem” diyerek pazarlık yapmaya kalkıştırmayan ve ayakları yere basan bir rivayettir. Rivayette, Cebrail’in Hz. Muhammed’e “sıkma” şeklinde bir operasyon uyguladığından ve o operasyondan sonra Hz. Peygamber’in okumaya başladığından bahsedilmektedir. Bu durum, İnşirah Suresi’nde “Göğsünü yarıp genişletme ve sırtındaki yükü alma” şeklinde bahsedilen operasyonu akla getirmektedir! En azından biz böyle düşünüyoruz/düşünmek istiyoruz.
Her şey bir yana; Kur’an ayetlerinin gelişi ve yazıya geçirilişi konusunda tek kaynak, neticede Hz. Peygamberdir. Her şey Cebrail ile O’nun arasında cereyan etmiştir. “Vahiy katiplerine yazdırdı” desek bile, hâşâ “Kur’an’a kendiliğin bir şeyler ekledi” veya “Bazı ayetleri yazdırmadı” şeklindeki bazı iddialarını ortadan kaldıramayız. “Kur’an tamamıyla Allah’ın kitabıdır, ona hiçbir şekilde müdahale olmamıştır” iddiası, sadece biz Müslümanların iddiasıdır. Sadece biz öyle inanıyoruz.
Gelin görün ki; böyle inanıp böyle kabul edenlerin dünyadaki sayısı taş çatlasa 1.5-1.6 milyar. Oysa dünyada 7-7.5 milyar insan yaşıyor. Demek ki en azından 6 milyar insan, bizim gibi düşünüp bizim gibi kabul etmiyor Kur’an’ı. Biz Müslümanlar, nasıl ki Tevrat’a ve İncil’e tahrif edilmiş, bozulmuş diyorsak, nasıl ki; Hz. Muhammed’in peygamberliğini kabul etmedikleri için başta Yahudi ve Hıristiyanlar olmak üzere diğer din mensuplarına “Kâfir” diyorsak, onlar da aynısını bize diyorlar. Bu sebeple, hangi savunma ile karşılarına çıkarsak çıkalım, adamlar bu türlü iddialarından vazgeçmeyeceklerdir.
Öte yandan Hz. Peygamber’in, okur-yazar olup olmamasının Kur’an’a müdahale edip etmemesiyle alakası yoktur. Okur-yazar olmasa bile eğer isteseydi Kur’an’a müdahale ederdi. Buna kim mani olabilirdi ve kendisini kim teste tabi tutabilirdi ki? Bu sebeple O’nun okur-yazar olmamasının, asırlardır bir “Mucize” gibi sunulması, ne büyük gaflettir! Bir taraftan eğitim, ilim öğrenmek ve gelişmek şart diyeceğiz, bir taraftan da eğitimin, ilim yapmanın ve ilerlemenin anahtarı olan okur-yazarlığı ihmal edercesine, okur-yazar olmamayı mucize gibi takdim edeceğiz insanlara!
İslam Dünyasının sorunu işte budur. Nedense bu ülkede ve elbette pek çok İslam ülkesinde eğitimsizliği yücelten ve öven bir anlayış vardır. Tarikat şeyhlerine ve cemaat liderlerine bakın, genelde eğitimsiz insanlardır. Hatta sosyal medyada “Hayat Üniversitesi Mezunu” olduğunu söyleyerek cehaleti matah bir şeymiş gibi savunan aklı evveller bile var. Bu adamlar, bilmem hangi tarikat şeyhinin veya cemaat liderinin dolduruşuyla hareket ederek ilim erbabına “Kitap yüklü merkep” veya “okumuş cahil” deme gafletinde bulunmaktan bile geri durmuyorlar. Tam da kedi-ciğer hikayesine uygun bir davranış bozukluğu!
Gelin görün ki; halk bu tür cahil şeyh ve sözde din adamlarında hep bir keramet ve üstün vasıf aramıştır tarih boyunca. Öyle inandırılmışlardır. Sıradan halk, daha düne kadar Yunus Emre’nin güzel şiirler söyleyen ve hikmetli sözler eden cahil bir köylü olduğunu sanıyordu. Ne bileyim başka hiçbir şeyi olmadığı için heybesine dağdan topladığı bir miktar alıç koyup kağnısıyla Sulucakarahöyük’teki Tabduk Emre’nin dergahına buğday almaya giden bir çoban olduğunu biliyordu. Oysa bugün görüldü ki; Yunus Emre, medrese eğitimi de gören ve DİVAN yazacak derecede Arapça ve Farsça da bilen birisiymiş! Ki; biz, onun sadece halk şiiri tarzında yazmış olduğu şiirlerini okuyup anlayabiliyoruz bugün. Ancak onun bir de ağdalı cümlelerden oluşan divanı vardır ki; onu işin uzmanları okuyup anlayabilirler sadece.
Ezcümle; Hz. Peygamber’in okur-yazar olup olmamasıyla, Kur’an’ın Allah kelamı olması ve O’na müdahale edilip edilmemesi arasında hiçbir alaka yoktur. Bu sebeple Müslümanların imanlarından şüphe etmelerine de gerek yoktur. Peygamber vahiy katipleri kullanmıştır, evet. Ancak O, aynı zamanda bir devlet başkanıdır. Elbette emrinde bir sürü memuru olacaktır ve bunlardan bir kısmı da ayetlerin yazıya geçirilmesi ve çoğaltılması ile görevli olacaklardır. Düşünsenize bir; İslam’a girenler harıl harıl bu yeni dinin emirlerini öğrenmeye çalışıyorlar, sağa sola elçiler gönderiliyor, fetihlerle İslam toprakları sürekli genişliyor ve bu da neticede Kur’an ayetlerinin öğrenilmesini ve buna bağlı olarak sürekli yazılıp çoğaltılmasını gerektiriyor. Ortada ne matbaa var, ne teksir makinesi ne de fotokopi makinesi! Bütün yazı çizi işleri elle yapılıyor. İşte bu noktada devreye vahiy katipleri giriyor ve Hz. Peygamber, bu iş için bir sürü adam istihdam ediyor.
Gelin görün ki; Müslümanlar, Hz. Muhammed’in okuyup-yazma bilmediğine inanırlar ama İslam’ın, daha doğrusu Hz. Peygamber’in ailesi Ehl-i Beyt’in baş düşmanı olan henüz 630 yılında Müslümanların arasına girmekle tam olarak Müslüman olup olmadığına bakmaksızın Muaviye’yi vahiy kâtibi yapmaktan çekinmezler ve onun ayetleri doğru yazıp yazmadığını asla sorgulamazlar! Müslümanlar, sırf diğer peygamberlere üstün kılmak ve diğer din mensuplarına hava atmak için Hz. Muhammed’i göklerde uçururlar ve Allah ile görüştürürler ama O’na, 4-6 yaşındaki kendi çocuklarına öğrettikleri Kur’an’ı yüzünden okumayı bile çok görürler! Çünkü O, ne de olsa okuma-yazma bilmezdi!
Ancak siz, Hz. Peygamber’in ailesine, yani Ehl-i Beyt’e en büyük düşmanlığı yapan ve İslam’a fitne sokan Muaviye’yi de Vahiy Katibi yapar, kendisine Hz. Muaviye derseniz veya isminin sonuna “Allah ondan razı olsun” anlamında (r.a) koyarsanız, ben işte buna itiraz ederim. Oysa bu ülkenin Diyanet’i bile, Muaviye’yi vahiy katibi yapmaktan(4), isminin başına “Hz.” veya isminin sonuna (r.a) koymaktan çekinmemektedir(5). Yani ilmin kapısı olan Ali’ye münasip gördüğü “Hz.” sıfatını ve “r.a” duasını, Muaviye’ye de uygun görür Diyanet! Bütün mesele de zaten budur. O sebeple olacak, bazı dostlarımız diyorlar ki; “Ehl-i Sünnet çökerse Türkiye de çöker”. Doğrusu büyük laf! İyi de hangi Ehli-Sünnet? Emevilerin veya Abbasilerin dayattıkları ehl-i sünnet mi? Yoksa Kuzey Afrika ve Endülüs alimlerinin görüşleri üzerine oturtulan Ehl-i Sünnet mi? Lütfen önce Ehl-i Sünnet’in tarifini yapın, sünnetlerin ve hadislerin gerçeklerini, uydurmalarından ayırın, sonra da çıkın bu kocaman kocaman lafları edin efendim…
_____________
1-Kur’an-ı Kerim, 2/286.
2-bkz. Furkan/7-8, İsra/93-95, En’am/9, Kehf/110, Fussilet/6,
3-Doç. Dr. Bünyamin Erul, “Hz. Peygamber’in Risâlet Öncesi Hayatına Farklı Bir Yaklaşım” başlıklı ilmi makalesi, Diyanet İlmi Dergi, Peygamberimiz Hz. Muhammed (SAV) Özel Sayısı, s.56-58, Ankara, 2000.Ankara,1989.
4- DİB Din İşleri Yüksek Kurulu eski azalarından olan Dr. Osman Keskioğlu vahiy katipleri hakkında şöyle diyor: “Vahiy kâtibi olarak kullanılan zatları tarih kitapları zikreder. Bunların sayısı 42’yi bulur. İbni Asâkir 23 tanesini sayar. Başlıcaları şu Ashab-ı Kiramdır: Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Zübeyr, Âmir Bin Fuheyre, Amr Bin Âs, Abdullah İbni Erkam, Sabit Bin Kays, Hanzale Bin Rebi’, Mugîre Bin Şu’be, Abdullah İbni Revâha, Halid Bin Velid, Halid Bin Said, Alâ Bin Hadremî, Huzeyfe Bin Yeman, Muaviye Bin Ebu Süfyan, Zeyd Bin Sabit. Bu kutsal işi Kureyş’ten ilk deruhte eden Hz. Abdullah Bin Sa’d, Medine’de ise Hz. Übey Bin Kâab’tır… Sa’d Bin Âbid, Muâz Bin Cebel, Ubeyd İbni Muaviye ve Ebu Zeyd Ensarî”(Bkz. Dr. Osman Keskioğlu, Kur’ân-ı Kerîm Bilgileri, s.74, 88, TDV. Yayınları, Ankara,1989.
5-http://www.diyanet.gov.tr/tr/icerik/hz-peygamber-s-a-s-in-torunu-hz-hasan-r-a/6363