Rivayet edilir ki, Sultan Abdülmecid 1853 yılında Dolmabahçe Sarayı bitmek üzereyken sarayı gezer ve masraflara şöyle bir göz atar. Gördüğü debdebe ve lüks karşısında kendisi bile şaşkınlığa kapılır, Hazine-i Hassa Amiri (Maliye Bakanı) Mehmet Hasip Paşa’ya “paşa biz ne yaptık, bu millet aç, perişan, bu saray kaça maloldu” diye çıkışır. Hasip Paşa“endişelenmeyin hünkarım sadece 3.500 kuruşa” diye yanıt verir. Bu konuyu yazının sonunda açmak üzere şimdilik kapatalım.
Malumunuz, Ankara’nın en önemli yeşil alanını yerle bir ederek yükselen kubur taşı tasarımlı kaçak yapı daha şimdiden dünya çapında bir şöhrete kavuştu. Artık yüce devletimiz dünya görgüsüzlük liginin uzun yıllardır açık ara lideri olan Brunei Gudikliği’ni bile geçmiş bulunuyor. Tarihin gördüğü bu en nadide kubur taşını yapana yaptırana, çalana çaldırana, uçurana kaçırana, planını çizene reklamını yapana minnettarız!
Gazeteciler çok akıllılar ya, hemen Romanya’nın eski devlet başkanı Çavuşesku’nun sarayından örnekler vermeye başladılar. Doğrudur, Bükreş’teki yapı kısa sürede halkın gözünde bir nefret objesine dönüşmüştür. Ancak bizim sarayla Bükreş’tekini kıyaslamak en önce Çavuşesku’ya haksızlıktır. Birincisi, Çavuşesku’nun sarayı denilen yer Çavuşesku’ya ait bir çalışma ofisinden ibaret değildi, aslında Halk Sarayı adıyla inşa edilen yapı tüm önemli devlet dairelerini barındırmak üzere planlanmıştı. İkincisi, batı medyası önce öldürülüp sonra yargılanan Çavuşeskuları neyle suçluyordu biliyor musunuz? Evlerinde Marlboro sigarası ve Johny Walker viski olmasıyla! Yani Romanya devlet başkanının ülkeyi soymasının en önemli delili o zamanlar bizim Kapıkule’de her Almancının valizinden en az bir kaç tane çıkacak olan bu ıvır zıvırdı. Demem o ki Çavuşesku’nun sıfırlanacak milyarları, İsviçre bankalarında gizli hesapları, kocaman şirketlerde gölge ortaklıkları falan yoktu. Ne Bükreş’in imar planı, ne de Romanya’nın enerji, eğitim, sağlık politikaları oğullarının kızlarının önünde duruyordu. Ayrıca hiç bir bakanının herhangi bir uluslararası kaçakçının önünde paspas olduğu da vaki değildir. Yanlış anlaşılmasın, Çavuşesku badem gözlüydü falan demiyorum, eni konu bir diktatördü. Ama lütfen bu tip kıyaslamalarla kendisine haksızlık yapmayalım.
Amerikalıların kulaklarına üfledikleri yalan yanlış malumatla entellik yapan bizim “gasteci” takımı Çavuşesku’nun sarayını bilirler de burunlarının dibindeki Dolmabahçe Sarayı’ndan haberleri yoktur. Dolmabahçe, Osmanlı döneminin en gösterişli sarayıdır ve öyküsü ibretliktir. Sultan Abdülmecit döneminde yapılmıştır. O güne dek görülmedik denli bir şatafat ve gösterişe sahiptir. Yapım maliyeti 5 milyon lira devlet hazinesinin belini bükecek denli yüksek bir rakamdır. Sarayın mimarı da müteahhidi de Balyan ailesidir. (Bu Balyanları Osmanlının son dönemindeki Ali Ağaoğlu gibi düşünebilirsiniz.)
Abdulmecit çocuk denecek yaşta tahta çıkmıştı, tıpkı kendinden önceki (ve sonraki) sultanlar gibi o da yemeyi, içmeyi, gösterişi seven bir padişahtı. Sarayın geliri ta II. Mahmut zamanından beri sultanın masraflarını karşılamaya yetmiyordu. O zamanlar şimdiki gibi “demokrasi” olmadığı için “örtülü ödenek” diye bir şey de yoktu, saray mecburen sürekli dışarıdan borç alıyordu. Sonunda bu borçlar hiç bir şekilde ödenemez hale gelince padişah çareyi borçları devletin maliyesine yıkmakta buldu. Az buz değil, 3 milyon kese altın borcu sırtlanan maliye bunun altında kaldı. Zaten gırtlağına kadar borca batmış olan devlet bir kez daha batağa girdi. Aybaşında ödenen maaşlar önce her ayın 15’ine kaydırıldı sonra 3-5 ayda bir verilmeye başlandı. Ama sultanımızın dillere destan bir sarayı vardı!
Devletin ilk borçlanması bu dönemde, 4 Ağustos 1854 tarihli fermanla oldu. 5 milyon sterlinlik bu borçlanmayı ikinci, üçüncü, dördüncü borçlanmalar takip etti. Önceleri savaşlara harcanan paralar artık devletin cari ödemelerine bile yetmiyordu. Devlete borç veren Galata Bankerleri, bu borcun karşılığında tüm vergi ve gümrük gelirlerine el koyuyor, hatta zaman zaman kendileri için vergiler icat ettiriyorlardı. Halkın elinde avcunda ne varsa iltizam rejimi sayesinde bankerlerin tefecilerin cebine akıyordu.
Abdülmecit genç yaşta öldü. Yerine gelen Abdulaziz’in döneminde savurganlık, rüşvet ve çürüme had safhaya ulaştı. Bir yandan sarayın çalışan sayısı 5 bin kişiyi geçip masrafları 2 milyon sterlini bulurken, diğer yandan sultan Abdulaziz hazretleri azdıkça azıyordu. Öyle ki sonunda kendi devletine karşı tefecilik yapmaya kalkıştı, bankerlerden alınacak borç paralardan komisyon talep etti. Üstüne ordu bütçesinden de 80 bin altın isteyince haledilip yerine V. Murat geçirildi.
Murat’ın saltanatı sadece 91 gün sürmüştür, yerine geçen Abdulhamit’se darbe korkusundan Dolmabahçe Sarayı’nı kullanmamış, Yıldız Sarayı’nda ikamet etmiştir. Dolmabahçe, Osmanlının en pahalı ve fakat en az kullanmak nasip olan sarayı olmuştur. Vahidettin’in bir İngiliz gemisine binerek memleketi terk ettiği yer de burasıdır. Yani bu pahalı saray Osmanoğlu hanedanın tarihten silinişinin simgesi durumuna gelmiştir.
Gelelim başta anlattığım öyküye… Tıpkı bugünlerde olduğu gibi o zamanlarda da devletin maliyesi büyük oranda hayali işlere dayanıyordu. İlk defa 1840 yılında Kaime-i Nakdiye-i Mutebere adı verilen hazine bonoları piyasaya sürülmüştü. Bunlar ilk kağıt paralar sayılabilirler. Zaten kağıt paraya “kayme” denmesi de bu sebeptendir. Ancak bu kaimeler elle yazıldığı için sahtesi kolayca yapılabiliyordu ve bol bol üretilemiyordu. 1842’den itibaren matbaa ile kağıt para (banknot) basımına geçildi. Saray ve çevresindeki bürokratlar sürekli daha fazla harcamanın kolay yolunu bulmuştu : bol bol kağıt para basmak. İşte Hasip Paşa’nın Abdülmecid’e söylediği 3.500 kuruş da 5 milyon liralık kağıt parayı basmak için harcanan kağıt mürekkep vs. parasıydı. Osmanlı ekonomisini mutlak çöküşe götüren bu yöntem, bugünün kısa süreli fon giriş çıkışlarından ya da hayali altın ihracatı dümenlerinden daha ahmakça değildi.
Şatafatlı ve mesarifi yüksek saraylarla iktidarların kaderi arasında bir ilişki olduğu muhakkak. Bu mistik bir şey değil, objektif bir gerçek. Çünkü halkın tepkisini çekecek denli abartılı harcamaları rahatça yapabilmek için şeffaf ve adil olmamak gerekir. Bunun için dünyanın neresinde bir diktatör, bir sultan varsa orada mutlaka şatafatlı saraylar da vardır. Tüm diktatörler ve sultanlar para ve güce inandıklarından sarayları da bunu gösterecek şekilde inşa edilir. Kendi meslektaşlarına hava atabilmeleri için olabildiğince pahalı, olabildiğince lüks, gösterişli… Bu şatafatın iki doğal sonucu vardır : birincisi halk katmanlarında diktatöre olan tepki biraz daha artar, ikincisi kendi sarayının ihtişamından büyülenen diktatör bir kez daha kendine aşık olur ve daha da “çılgın” işler yapmaya başlar, direksiyonun idaresini hepten kaybeder. Bunların birleşimi diktatörün (ya da sultanın) sifon sesleri eşliğinde tarihin kuburuna doğru yola çıkmasıdır.
Kaynak: Deligaffar
Bir yanıt yazın