KIBRIS’TAKİ ÇANAKKALE

040404

KIBRIS’TAKİ ÇANAKKALE

HÜSEYİN MÜMTAZ

 

“Çanakkale 1915” Kurtuluş Savaşı’nın ve Cumhuriyet’in önsözüdür, “Kıbrıs 1974” ise Cumhuriyet’in son savaşı.

(PKK/Kürt İsyanı o Cumhuriyet’in “şimdilik” var olma mücadelesidir, Atatürk döneminin kesin-kararlı tutumu sonucu 1938’deki deneme “hüsranla” son bulmuş; 1984-85’de ise GOP-BOP projesi kapsamında “sezaryenle” tekrar küllerinden doğ(urtul)muştur… PKK parantezini dün Silopi’de bulunan demonte Amerikan İHA’sıyla kapatıp konumuza dönelim).

Çanakkale hakkında yerli yabancı yüzlerce kitap, binlerce makale yazılmıştır. Herkes konuyu kendi meşrebine göre ele almıştır. Bu satırların yazarı, Çanakkale’de Yarbay Mustafa Kemal’den hiç bahsedilmeden zaferin Said-i Nursi/Said-i Kürdî nezaretinde/sayesinde/taraftarlarınca/düşünce gücüyle kazanıldığını bile okuma eziyetine katlanmıştır.

Onun için elimdeki tuğla kalınlığında “KIBRIS’TA ÇANAKKALE SAVAŞ ESİRLERİ 1916-1923”- isimli kitaba (Prof. Dr. Ulvi Keser) ayrı bir yer açıyorum.

Kitap, ekleriyle beraber büyük boy tam 800 sayfa. 16 sayfalık önsöz, sadece önsöz değil; bir tarih-kültür-sosyal bilimleler ders notu.

“Birinci Dünya Savaşı gelir kapıya dayanır ve Anadolu’nun Mehmetleri bir kere daha bizim olmayan topraklarda İstanbul’daki padişah için savaşa sürüklenir. Mehmet yorgundur, bezgindir, perişandır, Mehmet vatan savunmasında olmakla gururludur; lâkin neden Sina çöllerinde savaştığını, neden Arap yarımadasında olduğunu anlayamamıştır. Tıpkı Balkan Harbi bozgunu sonrasında yaşadığı gibi, tıpkı Afrika çöllerinde Trablusgarp’ta olduğu gibi cansiperane döğüşür, vuruşur; ancak sormadan da edemez; ‘Kumandanım Galiçya ne yana düşer?’ diye”. (S.9)

Refik Durbaş’ın unutulmaz dizeleridir;

“Gurbet ne yana düşer usta/Sıla ne yana/Hasret hep bana/Bana mı düşer usta?”

Evet, gurbet, sıla, hasret hep Mehmet’e düşer.. Galiçya’dan, Somali’ye…

Önsöz’ü, nefesinizi tutarak bir çırpıda okuyorsunuz; savaştan, acıdan, ölümden bahsetmesine rağmen neredeyse bir “Çanakkale Ağıtı/Güzellemesi”..

                “Bugüne kadar Kıbrıs’la ilgili olarak yaptığım araştırmalar içerisinde itiraf etmeliyim ki beni derinden etkileyen tek araştırma Çanakkale Cephesi’nde İngilizler tarafından esir alınarak Kıbrıs’a getirilen ve burada Karakol bölgesinde kurulan kamplarda tutulan Türk Savaş esirleriyle ilgili yaptığım bu araştırma oldu” diyor Keser. (S.21)

Kıbrıs ve Türk esirler? Kıbrıs’ta Türkler yaşıyor, Türk esirler Kıbrıs’a getiriliyor… Ne kadar ters değil mi?

Başlangıçta kısa bir Kıbrıs tarihi var.. Evliya Çelebi, “Yüz elli bin kefere var” dermiş.. Fetihten sonraki Türk iskânı kısaca ama can alıcı noktalarıyla anlatıldıktan sonra İngiliz İdaresi dönemine geçiliyor.

İngiltere 5 Kasım 1914 tarihli “Order in Council” ile Kıbrıs’ı ilhak ederken, 4 Haziran 1878 tarihli “Haşmetli İngiliz Kraliçesi Viktorya” ile Osmanlı Hükümdarı “Ulu Hakan” arasında imzalanan Savunma anlaşmasına atıfta bulunur. ..

1878’de kendilerine sorulmadan Sarı Selim’in mecburi iskân fermanıyla Kıbrıs adasına sürülen Türkmenler 1914’de yine kendilerine sorulmadan bir gecede İngiliz’e kiralanıp “İngiliz vatandaşı” olurlar.

Venizelos ise “ilhak”ı başka türlü görür..

“Kıbrıs’ın ilhakı, bu Yunan adasının anavatana katılması için son aşama olarak nitelendirilebilir. Hükümetimizin istihbaratına göre, Kıbrıs’ın anavatan Yunanistan ile birleşmesi çok yakın gelecekte gerçekleşecektir”. (S.85) 

Birinci Dünya Harbi olur, sonuçlanır ve İngiltere önce tek taraflı ilhak kararı alır, 6 Ağustos 1924’te de Lozan’ı tasdik eder. Adada kalanlar adada kalır, kalmak istemeyen “pek çok Kıbrıslı Türk de kayıklar, tekneler veya vapurla Türkiye’ye göç eder. 10 Mart 1925 tarihinde de İngiliz Kralı V.George’un emriyle Kıbrıs bir Taç Koloni (Crown Colony) haline gelir”. (S.98)

Bütün kitabı özetleyerek okuyucunun zevkini kaçırmak istemediğimizden geliyoruz 101’inci sayfaya..

“4 Haziran 1915 tarihli resmi gazetede” adaya getirilecek esirlerle ilgili ilk talimatlar yayınlanır.

“Çanakkale’de esir alınan Türk askerleri için Mağusa yakınlarındaki Karakol bölgesinde yapılmasına karar verilen esir kampıyla ilgili yürütülen faaliyetler o kadar gizlidir ki bu çalışmalardan İngiltere’nin bölgedeki üst düzey yetkililerinin ile haberi yoktur”. (S.109)

Yoktur ama Üsteğmen Mithat Tuncel “Bey” (O zaman üsteğmenlere bey deniyormuş) komutasındaki 4. Tayyare Bölüğü’nün çektiği hava fotoğraflarında kamp açıkça görülür. (S.115)

Kampta Rum ve Ermeni doktorlar görev yapar, Türk savaş esirlerine kaba ve sert davranırlar.

3000 civarında ilk Türk esir kafilesi 11 Ekim 1916’da Mağusa’ya iner.

“Problem”, Türk esir kampının yoğun Türk nüfusunun yakınında olmasıdır.

Aynı kampın yakınlarında, Fransızların Ermeniler için açtığı “Terör kampı” da mevcuttur.

Türk esirler, şimdiki Gülseren Kışlası yakınlarındaki Caraolos/Karakol bölgesine getirilirken, “özellikle Surlariçi bölgesinde yaşayan Kıbrıs Türkleri’nin, Türk savaş esirlerine moral verebilmek için Akkule bölgesine akın etmeleri ve bunun sonucunda da İngiliz askerlerinin Kıbrıs Türklerine müdahale etmeleri ve bazılarını da tartaklamaları sonucunda ilk gün çıkan karışıklıkta bir İngiliz aracı devrilir ve araçtaki 2 esir hayatını kaybeder”.      (S.147)

Kamptaki koşullar son derece kötüdür ama esirler, İngilizlerin her türlü engellemelerine rağmen en büyük yardımı Mağusa Türklerinden görürler.

Kamptaki Türk esirlerden kamptaki kötü ve ağır şartlar ve beslenme koşullarının yetersizliği yüzünden ölenler ile kaçmaya çalışırken İngiliz askerleri tarafından vurulanlar Mağusa Türk mezarlıklarına defnedilir.

Bunlar 2’inci Dünya Harbi’nden sonra; “bir araya toplanmış ve şu anda Çanakkale Şehitliği olarak bilinen bölgedeki mevcut 33 şehit mezarının yanına topluca aktarılmışlardır”. (S.671)

Yazıyı; Lord Curzon’un Kıbrıs’ın bölgedeki İngiliz varlığı için önemini aksettiren şu satırlarla bitirelim;

                “Kıbrıs… Port Said’den 200, Suriye kıyılarından 65, İskenderun’dan 100,Mersin limanından 80 ve İtalyanların gözlerini diktiklerini bildiğimiz Anadolu kıyısındaki Antalya’dan 150 mil uzaklıkta bulunmaktadır.

                Böylece Kıbrıs, gelecekteki yıllarda Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’nun egemenliği için girişilecek olan kıyasıya mücadelenin verileceği yerler açısından anahtar konumunda bulunmaktadır. İskenderun limanı, Sykes-Picot Anlaşmasıyla Fransa’ya verilmiştir. Burası, gelecekte kuşkusuz gelişecektir ve Bağdat’ın tek doğal açılma noktası olarak görülmektedir. İskenderun’un isimde yahut kâğıt üzerinde değil de gerçekten bir serbest liman olabilmesinde, İngiltere’nin Kıbrıs’ı elinde tutması en etkin garantiyi oluşturacaktır.

                Fransa’nın ya da başkalarının koruması altında Kilikya’da ve vilayetlerde bir Ermeni Devleti kurulursa, gelecekteki her hangi bir tehlike karşısında bu devletin korunmasına Kıbrıs’ın değer biçilmez katkıları olacaktır. Fransa’nın niyeti, Suriye’de bir Fransız Dominyonu kurmaktır. Burada bu devlet kendisini Şam’daki yeni Arap Devleti ile çelişki içinde bulacaktır. Bizim Kıbrıs’taki konumumuz bu ikisi arasındaki dengeyi sağlamamıza yarayabilir. Kıbrıs’a yerleşmiş bir Fransa çok büyük bir üstünlük sağlamış olacaktır. Eğer İtalyanlar Antalya’ya yerleşirse ve burada güçlü bir deniz üssü kurarlarsa, bizim de Malta’nın doğusunda bir deniz üssüne gereksinimimiz olacaktır. Eğer Kıbrıs’a güçlü bir devlet egemen olacak olursa Süveyş Kanalı’nı tehdit edebilecektir. Güçsüz bir devletin elinde ise hücumlara dayanamayacak ve satışla ya da fetihle dost olmayan ellere geçecektir.  Kıbrıs güçlü ya da güçsüz bir herhangi bir devletin elinde, güçlü bir denizaltı ve hava üssüne dönüştürülebilir; o zaman da, eğer ciddî bir tehlike değilse bile, savaş durumunda bize burayı kollama işi düşecektir. Ama tarih, adaya yalnızca güçlü devletlerin egemen olduklarını göstermiştir. Kıbrıs’ın kaderi, karşısındaki anakaranınkiyle bağlı olmuştur. Ada’nın Yunanistan’a verilmesi, Yunanistan’dan daha güçlü olan devletler için bir hedef oluşturmasına yol açacaktır”. (S136)

Bu kitap, bu alıntı için bile okunmaya değer.

Kıbrıs, Avrupa’nın öbür ucundaki İngiltere için bu kadar önemlidir de 40 deniz mili yakınındaki Türkiye için; sonu meçhul bir AB rüyası uğruna feda edilecek kadar önemsiz midir?

Lord Curzon müneccim miydi?

Bu söylediklerinin üzerinden 100 yıl geçmiştir ve bahsettiği coğrafyada ayni aktörler yine hâkimiyet mücadelesi yapmaktadır; İtalya, Fransa, İngiltere’ye ayrıca Almanya, Amerika, Rusya eklenmiştir.

Curzon’un bu tespitini, Türkiye’nin hâlihazır derin stratejili dış politikasına yön verenler okumuş mudur, haberdar mıdır?

Algılayabilmekte midirler?

Bakın kılı kırık Barzani bile dün ne demiş?

“Kuzey Irak Kürdistan Bölgesi Başkanı Mesud Barzani, İngiltere’nin ünlü gazetesi Guardian’a verdiği röportajda, bu yıl 100. yılını dolduran Sykes Picot Anlaşması’nın artık miadının dolduğunu ve Ortadoğu’da yeni bir anlaşmanın üzerinde çalışılma zamanının geldiğini bildirdi. Bu gün yayımlanan röportajda Barzani, özellikle Irak ve Suriye’de bundan sonra birlikte yaşamanın imkânı olmadığını, bu nedenle söz konusu ülkelerin haritasının yeniden çizilmesi gerektiğini vurguladı. Barzani ayrıca, bağımsız Kürdistan’a hiç olunmadığı kadar yakınlaşıldığını, bu gerçeğin artık uluslararası camiada da kabul gördüğünü yeniledi. Kürdistan Bölgesi Başkanı Mesud Barzani, ‘Irak ve Suriye mezhep ve milletler arasında zaten ayrışmıştır, 100 yıl boyunca denenmiş bir anlaşma üzerinde ısrarcı olmanın fayda getirmeyeceği aşikârdır’ ifadesini kullandı. Kürdistan Bölgesi’ni Afrika ülkelerine benzetilmemesi gerektiğini söyleyen Barzani, ‘Biz Afrika’dan önce bu tecrübeyi yaşadık, 2003 yılında bütün çabamızla Bağdat’a bağlandık ancak gördük ki olmayınca olmuyor, çünkü Irak’ta birlikte yaşama kültürü sona ermiştir’ dedi”.

Barzani bile Curzon’la aynı noktada buluşabiliyor da coğrafyanın değişmediğini, değişmeyeceğini biz neden göremiyoruz?

Tam da bu aralar bu kitabı okumanızda fayda var.. 23 Ocak 2016

 

 

 

 

57’İNCİ ALAY HER YERDE/HEPİMİZ 57’İNCİ ALAYIN NEFERİYİZ

 

 

KIBRIS’TAKİ ÇANAKKALE - fft99 mf2219178

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir