Mehmed Akif ve Elmalılı Hamdi (Yazır) ile Diyanet adına Ahmed Hamdi (Akseki) arasında yapılan meal ve tefsir yazılması hususundaki sözleşme(26 Ekim 1925)
Atatürk’ü “din düşmanı” ya da “İslam karşıtı” olarak göstermeye çalışanların istinat ettiği argümanlardan birisi de, Atatürk’ün Hz. Peygamber ve Kur’an-ı Kerim için “O Arap oğlunun yaveleri” dediği şeklindeki nakildir.
Lütfen hiç kimse, tıpkı General Kâzım Karabekir örneğinde olduğu gibi, saltanatın ve hilafetin kaldırılmasından tutun da laikliğin temelini teşkil eden çeşitli inkılaplara karşı çıktıkları için Atatürk tarafından dışlanan, ordudan ve aktif siyasetten uzaklaştırılan Atatürk muarızlarının ve muhaliflerinin veya Cemal Granda gibi, bir zamanlar onun sofrasında çöplenirken sonradan kenara itildikleri için Atatürk’e düşman olmuş veya kimi menfaat çevrelerince yönlendirilmiş kimi adamların iftira kokan nakillerine bakarak Atatürk’ü dinsiz ve din düşmanı olarak yaftalamaya kalkışmasın.
Neymiş efendim; Atatürk, Cumhurbaşkanı olduktan ve bütün kuvvetleri avucunda topladıktan sonra, tavrı değişmiş, Hz. Muhammed’den “Arab oğlu” Kur’an-ı Kerimden de “O Arab oğlunun yaveleri”, yani saçma sapan sözleri diye bahsetmiş. Kaynak kim; Kâzım Karabekir! Bunları ciddiye alıp yazan(1) ve televizyon televizyon gezip iştiyakla anlatan kim? Bir zamanlar Türk Milliyetçilerinin “ağabey” olarak kabul ettikleri ve onlara Atatürk sevgisini aşılayan Yavuz Bülent Bakiler.
Yavuz Bülent Bakiler’in 6 Kasım 2014 gecesi Habertürk TV’de yayınlanan “Öteki Gündem” isimli programda anlattığına göre Atatürk Kazım Karabekir’e demiş ki: “Karabekir, Kur’an-ı Türkçeye çevirttim; millet okusun ve o Arap oğlunun(peygamberden bahsediyor), o Arap oğlunun ne yaveler yediğini görsün diyor, Atatürk’ün Kur’an-ı Türkçeye çevirmesinin başında bu geliyor…”(2).
Bu bilgi en başta tarih itibarıyla yanlış ve hatta yalandır. Sözün kaynağı kim, Kazım Karabekir. Çünkü konuşma, Atatürk ile Kazım Karabekir arasında geçiyor. Kazım Karabekir kim? Milli Mücadele sonrasında, yani cumhuriyetle birlikte Atatürk’le siyasi görüş ayrılığına düşmüş, Atatürk tarafından kenara itilmiş, 1924 yılında kurduğu parti (Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası) bir yıl sonra kapatılmış, 1926 yılında vuku bulan suikast girişiminden (İzmir Suikastı) dolayı idamla yargılanmış, ancak berat etmiştir. 1927 yılında milletvekilliği görevi sona erdikten sonra 10 yıl süreyle, yani 1937 yılına kadar sürekli takip ve gözetim altında tutulan 84 kişilik muhalifler grubunun başında yer almış, bu süre zarfında inzivaya çekilerek bazı kitaplar yazmış ancak yazmış olduğu “İstiklal Harbimiz” isimli kitap toplatılarak yakılmıştır. Özetle; Kâzım Karabekir, İsmet Paşa’nın Cumhurbaşkanı seçilmesine kadar aktif siyasetin dışında tutulmuş bir Atatürk muhalifidir. 26 Ocak 1939 seçimlerinde İstanbul Milletvekili seçilerek ancak aktif siyasete dönebilmiş birisidir. Bu sebeple, onun konuya ilişkin sözlerine itibar edilemez.
Öte yandan Cumhuriyet döneminde hazırlanan ilk Kur’an Mealleri ise yanlış bilmiyorsam Ömer Rıza Doğrul tarafından 1934 yılında “Tanrı Buyruğu” adıyla yayınlanan kitap ile Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır tarafından 1935 yılında hazırlanan ve halk arasında “Elmalı Tefsiri” olarak da bilinen “Hak Dini Kur’an Dili” isimli meal ve tefsirdir. Muhammed Hamdi Yazır’ın ise eserini Atatürk’ün talebi ile ve devlet bütçesinden ayrılan tahsisatla, yani devlet adına yazdığı bilinmektedir.
Aslında Atatürk, tefsir hazırlama görevini Muhammed Hamdi Yazır’a, Kur’an Meali hazırlama işini de Mehmet Akif Ersoy’a vermiş, Muhammed Hamdi Yazır, verilen görevi yerine getirdiği halde, Mehmet Akif Ersoy bu görevi yerine getirmemiştir/getirememiştir. Bu görev üzerindeyken Mısır’a gitmiş, uzun süre de orada kalmıştır. Daha sonra bu görevi de Muhammed Hamdi Yazır yerine getirmiştir. Öte yandan; damadı Ömer Rıza Doğrul tarafından 1934 yılında yayınlanan “Tanrı Buyruğu” isimli mealin, en azından bazı bölümlerinin Mehmet Akif Ersoy’a ait olduğu konusunda ciddi iddialar da bulunmaktadır.
Bu sebeple biz, Yavuz Bülent Bakiler’in bahsetmiş olduğu Kur’an Meali’nin, Atatürk’ün talebi ve görevlendirmesiyle Muhammed Hamdi Yazır tarafından 1935 yılında hazırlanan “Hak Dini ve Kur’an Dili” isimli meal ve tefsir olduğunu kabul ediyoruz ki; bu tarihlerde Atatürk ile Kâzım Karabekir adeta düşman derecesinde dargındırlar. Bu sebeple Yavuz Bülent Bakiler’in dediği gibi; Atatürk’le Karabekir’in bir araya gelip Kur’an Meali üzerinde değerlendirme yapmaları en başta tarih itibarıyla mümkün değildir. Dolayısıyla; en azından bize göre, Yavuz Bülent Bakiler’in konuya ilişkin sözleri, herhangi bir gerçeklik değeri olmayan yanlış bilgilerden ibarettir!
Gelin görün ki; Atatürk muhalifleri bunun da kolayını bulmuşlar ve bahse konu konuşmanın tarihini 1923’ün yaz aylarına kadar, yani Mustafa Kemal Paşa ile Kazım Karabekir Paşa’nın barışık olduğu zamana götürüvermişlerdir! Elbette yine Kazım Karabekir’i kaynak göstermek suretiyle(3). Gelin görün ki; bu tür adamları yine kendi yayınladıkları belgeler yalanlamaktadır. Çünkü “Mehmed Akif ve Elmalılı Hamdi (Yazır) ile Diyanet adına Ahmed Hamdi (Akseki) arasında yapılan meal ve tefsir yazılması hususundaki sözleşmenin son sayfası” diyerek yayınladıkları belgenin tarihi 26 Ekim 1925. Yani Kazım Karabekir’in partisi olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kapatıldığı, Kazım Karabekir ile Mustafa Kemal’in aralarının açıldığı, yani muhalefetin gücünü kaybettiği tarihten (05 Haziran 1925) 4.5 ay sonrası(4).
Yani Mustafa Kemal Paşa’nın konuya ilişkin düşüncesi ve planı, eğer Kazım Karabekir’in;
“Belli olmayan hususlardan birisi de, hükümetin din, daha doğrusu İslamiyet hakkındaki git-gelleriydi. Nitekim Kur’an-ı Kerim’in Türkçeye çevrilmesi meselesi, bu git-gellerden biriydi sadece. 14 Ağustos akşamı Türk Ocağı’nda verilen çay ziyafetinde ilk tehlikeli hamle göründü. Bakanlardan kimse yoktu. Hayli geç gelen Mustafa Kemal Paşa, bilim heyetinin şimdiye kadarki mesaisiyle ilgili görünmeyerek ‘Kur’an’ı Türkçeye aynen tercüme ettirmek’ arzusunu ortaya attı. Şer’iye Vekili Konya Milletvekili Hoca Vehbi Efendi ve bunun gibi sözüne inandığım bazı zatlar şu bilgiyi vermişlerdi:
‘Gazi Kur’an-ı Kerim’i bazı İslamiyet aleyhtarı züppelere (Cemil Said’i kastediyor) tercüme ettirmek arzusundadır. Sonra da Kur’an’ın Arapça okunmasını, namazda bile yasaklayarak bu çeviriyi okutacak! Ve o züppelerle işi alaya boğarak güya Kur’an’ı da, İslamiyet’i de kaldıracaktır. Çevresindekiler böyle bir çevre, kendisini bu tehlikeli yola sürüklüyor.’
Aynı akşam bu fikre ayak uyduran bazı kişileri görünce bu tehlikeli gidişatı önlemek için Mustafa Kemal Paşa’ya şöyle cevap verdim: ‘Devlet Başkanı sıfatıyla din işlerini kurcalamanızın içeride ve dışarıdaki etkileri çok aleyhimize olur ve bize zarar verir. İşi ilgili makamlara bırakmalıyız. Fakat din konusu rastgele şunun bunun içinden çıkabileceği basit bir iş olmadığı gibi, kötü politika zihniyetinin de işi karıştırabileceği göz önünde tutularak, içlerinde Arapçaya ve dinî bilgilere hakkıyla vâkıf değerli şahsiyetlerin de bulunacağı yüksek ilim adamlarımızdan oluşan bir kurul toplamalı ve bunların kararına göre tefsir mi, tercüme mi yapmak uygundur, ona göre bunları harekete geçirmelidir.’
Mustafa Kemal Paşa bana şu cevabı verdi: ‘Din adamlarına ne gerek var, dinlerin tarihi malumdur. (Kur’an’ı) Doğrudan doğruya tercüme edivermeli!’
Bu fikrine şöyle karşılık verdim: ‘Sömürgeleri Müslümanlarla dolu olan büyük milletler Kur’an’ı kendi siyasî çıkarlarına göre dillerine tercüme ettirmişlerdir. İslam dinine ve Arapçaya hakkıyla vâkıf kimselerin bulunmayacağı herhangi bir kurul, tercümeyi mesela Fransızcasından yapabilir. Fakat bence burada eğitim programımızı tespit için toplanmış bulunan bu yüksek kuruldan, vicdanî bir mesele olan din bahsinden değil, pozitif bilim cephesinden yararlanmak hayırlı olur. Kur’an’ın yapılmış tefsirleri var, gerekirse yenisini de yaparlar. Devlet otoritesini bu yolda yıpratmaktansa enerjimizi millî kalkınmaya akıtmak daha hayırlı olur.’
Mustafa Kemal Paşa bu beyanlarıma karşı hiddetle içindekini tamamen ortaya döktü ve şöyle dedi: ‘Evet Karabekir, Arap oğlunun yavelerini Türk oğullarına öğretmek için Kur’an’ı Türkçeye tercüme ettireceğim ve böylece de okutturacağım! Ta ki, budalalık edip de aldanmakta devam etmesinler!’
Orada bulunan Hamdullah Suphi (Tanrıöver) ve Ruşen Eşref (Ünaydın) Beyler işin bir bilim kurulu önünde berbat bir şekle dönüştüğünü görerek, ‘Paşam, çay hazır, herkes bizi sofrada bekliyor.’ diyerek müdahale edip bahsi kapatabildiler. Bizler de özel masadan kalkarak sofraya oturduk, yedik içtik.”(5) şeklinde anlattığı gibi olsaydı, hazır muhalefeti ekarte etmişken ve aktif siyasetten dışlayarak ülkede tam anlamıyla bütün yetkileri elinde tutan tek adam konumuna geldikten sonra bu düşüncesini ve planını zaten hayata geçirirdi. Ancak geçirmemiştir.
Samsun 19 Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi dekanlığı da yapan İlahiyat Profesörü Osman Zümrüt “Atatürk’ün Kur’an’a Bakışı” başlıklı bilimsel makalesinde, muhtemelen yine aynı kaynaklardan edindiği bilgilerden hareketle “Atatürk, Kur’an’ın Türkçe’ye çevrilmesi düşüncesini ilk kez 14 Ağustos 1923’te devletin eğitim politikasını belirleyecek heyete anlatmıştır. Heyette çeşitli görüşler ortaya atanlar olmuştur.” dedikten sonra “Kur’ân’ın Türkçeye çevirisi konusu, 21 Şubat 1925 tarihinde TBMM’de Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bütçesi görüşülürken, hatalı ve eksik Kur’ân tefsirlerinin yapıldığı gerekçesi öne sürülerek gündeme gelmiştir.” diyerek, bizim tartışmaların yapıldığı tarih dilimine ilişkin tahminlerimize oldukça güçlü bir ışık tutmaktadır(6).
Peki, Atatürk Kur’an-ı hangi maksatla Türkçeye tercüme ettirdi?
Osman Zümrüt, Atatürk’ün konuya ilişkin görüşünü, niyetini ve amacını uzun uzun anlatmış olduğu makalesinde: “Büyük devlet adamlarının din anlayışını iki açıdan ele alabiliriz: Birincisi, devlet adamının bireysel din anlayışı ve uygulamaları, ikincisi ise kamusal alana yönelik din anlayışı ve uygulamalarıdır. Atatürk’ün din anlayışında tüm devlet adamlarındaki din anlayışlarından farklı olarak bireysel alan ile kamusal alan net olarak gerçekçi biçimde ayrılır. O, Kur’ân’ın milletçe iyi anlaşılmasını , Türkçeye çevirterek ve Türkçe Tefsir ve Hadis kitapları yazdırarak sağlamıştır. Atatürk, Kur’ân’ın anlaşılarak okunmasına ve okutulmasına son derece önem vermiştir. O, Kur’ân’ın özgün Arapça okunmasını da taktir ederek güzel sesle okunmasını özendirmiş ve Türk hafızlarını övmüştür. Atatürk, Kur’ân’ın taassup aracı olarak kullanılmasına ve istismar edilmesine son derece karşı çıkmıştır. Atatürk, en son din İslamın temeli Kur’ân’ın iyi anlaşılmasını ve çağımızdaki insanların ihtiyaçlarına cevap verecek biçimde yorumlanmasını amaçlamıştır…”(7) dedikten sonra, onun konuya ilişkin niyetini ve amacını gözler önüne seren sözlerine de yer vermektedir.
Atatürk, bahse konu makalede de yer alan sözlerinde şöyle der:
“(Türkler)Kur’an-ı Arapça okuyamazlar. Oysa şimdiye kadar (halkın kavrayabileceği düzeyde) Kur’an-ı Kerim Türkçe’ye çevrilmemiştir. Bunun başlıca nedeni, dünyadaki bütün Müslümanların başına geçerek bu ana kadar bu dini inananlarının büyük bir görkemle itibar kazanmasına hizmet etmiş olan Türklerin, İslam dinine duydukları özel yakınlıklarından dolayı Türkçe’ye çevrilmesinde olabilecek hatalardan korkmalarıdır. Oysa zamanımızda bu gibi görüşlere tahammül yoktur. Çünkü dünyada hatadan tamamen yoksun bir şey yapılamayacağı bilimsel bir gerçektir. Böyle olası bir hata endişesinden dolayı, Kur’an’ı anlamadığı bu Arap diliyle tamamen ezberleyecek düzeyde dinine aşık olan Türk Milletinin, kutsal kitabın bu yüce anlamını istediği gibi anlayabilmekten yoksun bırakmak doğru değildir…
Kur’an’ın tercüme edilmesini emrettim… İlk defa olarak Türkçe’ye tercüme ediliyor. Hz. Muhammed’in hayatına ait bir kitabın tercüme edilmesi için de emir verdim. Halk, tekrarlanmakta bulunan bir şey mevcut olduğunu ve din işleriyle ilgili kimselerin derdi ancak kendi karınlarını doyurup, başka bir işleri olmadığını bilsin.
Türkler dinlerinin ne olduğunu bilmiyorlar. Bunun için Kur’an Türkçe olmalıdır. Türk, Kur’an’ın arkasından koşuyor; fakat onun ne dediğini anlamıyor, içinde ne var bilmiyor ve bilmeden tapınıyor. Benim maksadım, arkasından koştuğu kitapta neler olduğunu Türk anlasın.
Camilerde Türkçe Kur’an okuyacaksınız. İşte size birer tane Kur’an veriyoruz. Evet bu tercüme belki iyi değildir. Çünkü Arapça’dan Fransızca’ya ve ondan da Türkçe’ye tercüme edilmiştir. Bununla beraber, Ankara’da daha iyi bir Kur’an tercümesi yapılmaktadır.”(8).
Atatürk’ün söylediği yukarıdaki sözlerden en dikkat çekeni bana göre, en sondaki sözüdür. Burada Kur’an’ın, namaz kılarken değil, camilerde halka anlatılmasından, yani Kur’an’ın Türkçe mealinin, camilerde halka vaaz ve nasihat verilirken anlatılmasından bahsedildiği çok açıktır ki; Osman Zümrüt de zaten makalesinde, Osman Ergin’in, “Türk Maarif Tarihi, İstanbul, 1977, c. 5” ten alıntı ile “Atatürk’ün Kur’ân’ın okunması konusundaki tutumu, camilerde namazda değil, namazdan önce veya sonra, vaaz ve nasihat mahiyetinde Kur’an-ı Kerim’in aslı okunduktan sonra, bu okunan kısmın Türkçe anlamının verilmesi şeklinde olmuştur.” demek suretiyle bize iştirak etmektedir(9).
Bununla birlikte Kur’an’ın Türkçe veya başka bir dile çevrilmiş haliyle namaz kılınabileceğini söyleyen ilahiyatçı ve din adamları da yok değildir. Onlar, bu konuda ashaptan Selman-ı Farisi’nin (İranlı Selman), Hz. Peygamber’in izniyle Fatiha suresini Farsça’ya çevirerek ibadet ederken okumaları için İran halkına göndermesini delil olarak gösterirler.
“Arabın Oğlu” İfadesi Hakaret Değildir!
Konuya ilişkin olarak şu kadarını da söylemeliyiz ki; Hz. Peygamber için “Arap Oğlu” anlamına gelen “İbn-i Arap” tabiri söylenmiş olsa bile, bu tabir hakaret içirmez. Hele de Araplar için! Çünkü Araplar, değil kendilerine Arap denilmesinden, “Bedevi” denilmesinden bile gurur duyarlar. Ben buna, 1984 yılında bizzat şahit oldum. 1984 yılı hac mevsiminde, “Ebva Köyü” üzerine yapmış olduğum bir çalışma sırasında Ebva köyünde kendisinden bilgi aldığımız Amr b. Şiteybi Numan El-Harbî isimli yaşlı köylü, tercümanımızın “Amca sen bedevi misin?” şeklindeki sorusuna “Elhamdülillah” , yani “Allah’a şükürler olsun” şeklinde cevap vermiştir!
Şahsen birisi bana “Türk oğlu” anlamında “İbn-i Türk” dese, ben bundan alınmam, tam tersine gurur duyarım. Herhalde Yavuz Bülent Bakiler de gurur duyar kendisine söylenecek böyle bir tabirden. Zira Sivaslı olmakla, o da tıpkı benim gibi Türk oğlu Türk’tür. Tıpkı ailesi aslen Tokatlı olan Mustafa Kemal Atatürk’ün de Türk oğlu Türk olduğu gibi. En büyük Mutasavvıflardan birisi olan Muhyiddîn-i Arabî’nin kısaca “İbn-i Arabî” olarak zikredildiğini konuya vakıf herkes bilir bu memlekette.
Yavuz Bülent Bakiler’e sormak gerekir; “Madem Atatürk, Allah’ın sözleri olan Kur’an-ı Kerim’i, Arabın oğlunun yavelerini millet görüp anlasın diye tercüme ettirdi, peki kendi sözlerinden oluşan Sahih-i Buhari isimli hadis kitabını hangi maksatla tercüme ettirdi? Onu da, millet Arabın oğlunun ya lellisini görüp anlasın diye tercüme ettirmiş olmasın!”
Yavuz Bülent Bakiler’in, yukarıdaki konuşmasının devamında söylediği “Atatürk zamanında okutulan dört ciltlik tarihimiz vardır. O tarihte İslamiyet’le ilgil,i peygamberle ilgili söylenenleri burada size okuyabilirim. Muhammed kendinin bulduğu ve doğru olduğuna inandığı bir dine vatandaşlarını davet etmeye başladı. Bunun adı İslam’dır… Bunu devrin en önemli şahısları yazmışlar. 1931 yılında devlet matbaasında basılmış…”şeklindeki sözleri de kendi adına tam bir talihsizlik sayılmalıdır(10).
Çünkü bu sözleriyle, Y.B.Bakiler, başkalarınca yazılmış şeyleri de Atatürk’ün üstüne yıkmaya tevessül etmektedir. Neymiş efendim, devrin önemli yazarları “Muhammed kendinin bulduğu ve doğru olduğuna inandığı bir dine vatandaşlarını davet etmeye başlamış. Bunun adı İslam’dır…” demişler imiş! E ne var bunda? İslam Dini, elbette Hz. Muhammed tarafından “Allah, bunları benim size tebliğ etmeme istedi. Ben bunları tebliğ edilmekle görevlendirildim” diyerek tebliğ edilmiş bir dindir. O, söz konusu Kur’an ayetlerini Cebrail veya başka bir suretle (içe doğma ya da sadık rüyalar vs. yollarla) alırken, onu gören hiç kimse yoktu yanında. Üstelik O, o güne kadar hiç duyulmayan ve insanlar için bir anlamda gaip olan konuları aktardı insanlara. Sözlüklerimiz ise “Bulmak” filini “varlığı bilinmeyen bir şeyi ortaya çıkarmak, keşfetmek” şeklinde de tarif etmektedirler. Bu itirabla, Hz. Peygamber’in, ayetleri çeşitli yollarla Allah’tan alması şeklindeki eyleminin, başkaları tarafından “bulmak” fiiliyle ifade edilmesi, çok da yanlış sayılmamalıdır.
Dolayısıyla; milliyetçi bir aydın olarak insanlar arasında az çok isim yapmış ve kabul görmüş bir kişi olan Yavuz Bülent Bakiler’e, son yıllarda özellikle Atatürk’e karşı takınmış olduğu hoyratça tavır asla yakışmamaktadır. Kendisiyle sohbet etme ve karşılıklı mektuplaşma imkânı bulmuş bir kişi olarak diyebilirim ki; üstat son yıllarda hızlı ve ilginç bir değişim yaşamaktadır!
…
Sürecektir.
1-Yavuz Bülent Bakiler “Atatürk dinin nasıl öğretilmesini istiyordu -1-” başlıklı makalesi (Türkiye gazetesi, 18.08.2012). turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/yavuz-bulent-b%C3%A2kiler/545763.aspx,
2- facebook.com/ateisturk/videos/892960957431105/,
Bu konuda daha geniş bilgi almak için bkz. “Seninle Ülküdaş değiliz artık” başlıklı yazımız, sessizliginsesleri.blogspot.com.tr/2014/11/seninle-ulkudas-degiliz-artk-omer-saglam.html
3- Mustafa Armağan, “ Atatürk Kur’an’ı neden Türkçeye çevirtmişti?” başlıklı makalesi,
4- Mustafa Armağan, agm.
5-Mustafa Armağan, agm.
6- Prof. Dr. Osman Zümrüt, “Atatürk’ün Kur’an’a Bakışı” başlıklı makalesi, Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi, İstanbul, 1977, c. 5, s. 1957.,
7- Osman Zümrüt, agm.
8- Osman Zümrüt, agm.
9- Osman Zümrüt, agm.
10- bkz. 2 nolu dipnotta belertilen video kayıtları.
Yazıları posta kutunda oku