Eski bir gazeteci olan Fransız Başbakanı Clemenceau, Polonya’nın en ünlü piyanist ve kompozitörlerinden biriyken cumhurbaşkanı olan Paderewski ile karşılaştığında, alaycı bir şaşkınlıkla, “Paderewski mi” der, “şu ünlü piyanist Paderewski mi? Tanrım bu ne düşüş…”
Paderewski gibi, Vaclav Havel gibi bazıları “cumhurbaşkanlığına, başbakanlığa” düşerler.
Onlar gibi yeteneklere sahip olmayan bazıları da cumhurbaşkanlığına, başbakanlığa yükselirler.
Erdoğan, cumhurbaşkanlığına “yükselmiş” bir siyasetçidir.
Devlet hiyerarşisinin tepesinde yer alır ama entelektüel hiyerarşinin hiçbir basamağında kendine yer bulamaz.
Yeryüzündeki birçok siyasetçinin durumu da Erdoğan gibidir.
Gelişmiş ülkelerde, devlet hiyerarşisinin tepelerine yükselmiş siyasetçiler hadlerini bilirler ve entelektüel hiyerarşinin üstlerine kendi çalışmaları, yaratıcılıkları, kitapları, eserleriyle çıkanlara saygı gösterirler.
Onların gelişmişlikleri, hadlerini bilmelerinde, entelektüel hiyerarşiye gösterdikleri saygıda belirginleşir.
Erdoğan haddini bilmiyor.
Onun okuduğundan fazlasını yazmış insanlara saygı göstereceğine, o insanlardan “itaat” bekliyor.
Seçilmiş bir siyasetçi gibi değil, kendilerini “tanrının yeryüzündeki gölgesi” olarak gören eski krallar, padişahlar gibi davranmak istiyor… Ki o eski zaman krallarıyla padişahlarının bile “iyi” olanları bilim insanlarına, sanatçılara gösterdikleri saygıyla övülürler tarihte.
Bugün ise gelişmiş herhangi bir ülkenin kralının bir bilim insanına, sanatçıya saygısızlık etmesi söz konusu bile olamaz.
Norveç Kralı, İsveç Kralı, Belçika Kralı, İspanya Kralı, İngiltere Kraliçesi bir bilimciye, sanatçıya saygısızlık etmeyi, kalabalıkların önünde onu aşağılamayı aklından bile geçiremez.
Böyle bir densizliği ancak Ortadoğu’daki krallar, diktatörler yapabilirler.
Ne halt ettiğini bilmeyen AKP’nin izlediği politkalarla gittikçe daha çok Ortadoğu ülkelerine benziyoruz ama burası bir Ortadoğu Krallığı değil.
Merdivenlere dizdiği gülünç bornozlu adamların arasından gururla inen Erdoğan da buranın kralı değil.
Kendisini hayallerinde bir “halife” gibi görebilir, o onun fantezi dünyasını ilgilendirir ama gerçek hayatta o, bir süreliğine cumhurbaşkanlığına seçilmiş bir siyasetçiden başka bir şey değildir.
Görevi, bu ülkede yaşayan her vatandaşın cumhurbaşkanı olmasını, halkı bölmemesini, sadece bir partinin cumhurbaşkanı gibi davranmamasını, hukuka sahip çıkmasını gerektirir.
O kendi görevini bırakmış, hükümetin politikalarını eleştiren akademisyenlerle polemiğe giriyor, onların üniversitelerden kovulmalarını istiyor.
Üstelik de 89 üniversiteden 1128 akademisyenin tümüne “aydın müseveddeleri, karanlık ve cahil insanlar” diyor.
Bu nasıl bir kendini bilmezlik…
Nasıl bir cüret…
Nasıl bir haddini aşma…
Sen kimsin, hangi entelektüel birikimin, donanımın, bilginle 1128 akademisyenin “müsvedde” olduğuna “cahil” olduğuna hükmedebiliyorsun?
O akademisyenlerden hangi biriyle entelektüel bir tartışmaya girebilirsin?
Bir cumhurbaşkanı, binden fazla akademisyeni “cahil” ilan edecek cüreti nereden bulabiliyor?
Kendisinin o “cehaleti” ölçebilecek bir tartıya sahip olduğuna nasıl kanaat getiriyor?
Bu haddini fevkalade aşan konuşma, hangi bilimsel veriye, hangi entelektüel ölçüye dayanıyor?
Cumhurbaşkanı’nın bu şaşırtıcı cüretinin açıkça görülebilen bir tek nedeni var.
Korkutabileceğine inanması.
Haklılık haksızlık, entelektüel donanım, bilgi, birikim önemli değil anlaşılan cumhurbaşkanı için, onun için önemli olan kendi ülkesinin vatandaşlarını “korkutabilecek” bir güce sahip olduğunu düşünmesi.
Devletin içine yerleştirdikleri “adamları” sayesinde bu korkutuculuğu hayata geçireceğine inanıyor.
Zaten Cumhurbaşkanı’nın konuşmasından hemen sonra YÖK, o akademisyenler hakkında “gereğinin yapılacağını” açıkladı.
Bin küsur akademisyeni üniversitelerden kovacaklar herhalde.
Kim ders verecek onların yerine?
Herhalde Diyanet’in imamları.
“Dokuz yaşındaki çocuklara duyulan şehvetle” ilgili fetvaları tartışacaklar üniversite kürsülerinde.
“Ölülerini gömmeyi bilen” üniversiteliler yetiştirecekler.
Mezarcılarla imamlar, entelektüel hayatımızın doruklarına yerleşecekler.
AKP’nin “devrimci vizyonu” bu işte.
Bu yoldan gidilebilecek bir yer var mı?
Yok.
Daha fazla korku, daha fazla şiddet.
Bu iktidarın yürüyebileceği yolun başka bir güzergahı yok.
Düşünün ki bu iktidar “çocuklar ölmesin” diyen televizyon programcılarını “vatan hainliğiyle” suçlayabilecek kadar gözünü karartmış vaziyette.
Zavallı televizyon programcısı, “yanlışlık oldu ben devletimi severim” türünden bir şeyler söylemek zorunda kaldı.
Bu nasıl bir devlettir ki “çocuklar ölmesin” demek bu devletin düşmanı olmak anlamına geliyor?
Çocuk düşmanı devlet olabilir mi?
“Çocukları öldürelim” diyen bir çarpıklığın “vatan sevgisi” olarak değerlendirilebileceği bir “vatan” olabilir mi?
Ülkeyi çocuk mezarlığına çevirmeyi vatanseverlik olarak sunan akıl, nasıl bir akıldır?
Bu, akıl değil akılsızlık.
Bir çıldırma hali.
Sadece korkutmayı amaçlıyorlar.
Öldürüyorlar, yargılıyorlar, hapislere atıyorlar.
Hatta yargılamıyorlar bile…
Van’da olduğu gibi 12 kişinin kafasına yakın mesafeden kurşunu sıkıyorlar.
Cumhurbaşkanı da “bizde idam yok” diye övünüyor.
Çok sevdiğim bir dostumun söylediği gibi, “burada idam yok ama infaz var.”
Çatır çatır öldürüyorlar insanları.
Bebekleri vuruyorlar, dahası var mı?
Bu ölümlere karşı çıkanları da cumhurbaşkanı “aydın müsveddesi” olarak ilan ediyor.
Bırakın aydın olmayı, adam olmak bile insanların ölümüne karşı çıkmayı gerektirir ama ben daha başka bir soru sormak istiyorum ülkeyi yöneten zevata.
Cumhurbaşkanının “aydın müsveddeleri” demesi bu kadar doğalsa, onların da ona “cumhurbaşkanı müseveddesi” demesi o kadar doğal mı?
Böyle konuşmak doğal değilse cumhurbaşkanı neden böyle konuşuyor?
Tabii cumurbaşkanı böyle konuşunca “havuz medyası” da geri kalmıyor, 28 Şubat’ın “andıçlarının” AKP versiyonunu izliyoruz.
Akademisyenler “hain” ilan ediliyor manşetlerden.
Zaten AKP’li olmayan, “ne yapıyorsunuz” diyen, “insanları öldürmeyin” diyen, “cumhurbaşkanı yetkilerini aşmasın, anayasal sınırlarına çekilsin” diyen, “dışpolitikada çamura saplandınız kendinize bir çeki düzen verin” diyen herkes hain onlara göre.
Hainliğin cezası da belli.
Bunlar bu akılla bu ülkeyi yönetemezler.
“İnsanları öldürmeyin” diyen binden fazla akademisyenini “cahillikle, hainlikle” suçlayıp da ayakta kalan ne bir devlet, ne bir millet vardır tarihte.
Milletler, cumhurbaşkanlarıyla değil aydınlarıyla gelişirler.
Hitler Einstein’la yarışsa her seçimde onu yenerdi ama bugün Almanların yüzakı Hitler değil Einstein’dır.
Çetin Altan’ın hep söylediği gibi, “önemlilerin değersiz, değerlilerin önemsiz” olduğu ülkeler bellerini düzeltemezler.
Kendi “değerlilerini” aşağılayan toplumlar salah bulmaz.
Cinayetlere tapınan, öldürmeyi kutsayan, “öldürmeyin” diyenleri hain ilan eden, aydınlarını küçümseyen bir iktidarın ayakta kalabildiğini hiç görmedim.
Türkiye’yi yönetemeyen, öldürmekten ve korkutmaktan başka yönetim biçimi bilmeyen bu iktidar yıkılacak.
Önemli olan, Türkiye’yi de kendileriyle birlikte çökertmelerine engel olmak.
Bunun için de hukuktan ve mücadeleden hiç vazgeçmeden kararlı durmak gerekiyor… Her şeyi, hapishaneyi de göze alarak.
Bu ülkenin aydınlarını hapse atarlarsa, onlar içerde kitap okur.
Bunları içeri atarlarsa, bunlar ne yapar?
Hapishane parmaklıklarına konan kuşları korkuturlar, ne yapacaklar…
Ahmet Altan