ALMANLAR NEDEN DAHA FAZLA TATİL YAPARLAR? 5 MADDE’DE ÜRETKEN OLMAK!
Evet evet haklısınız! Hepimiz çok çalışıyoruz, hepimiz nefes alamayacak kadar meşgulüz. Hepimiz hep birlikte toplantıdan toplantıya koşuyoruz. Hepimize bir iş bitmeden bir diğeri yükleniyor. Hep birlikte, ülkece fazla mesaiye kalıyoruz; hatta normal mesaimiz olamıyor bile. Cuma günlerini iple çekerken, Cumartesi günü yöneticimizden gelen bir maille irkilerek güne başlıyoruz. Pazar kahvaltımızı yaparken yanımıza sevgilimizi, eşimizi, arkadaşlarımızı ve çocuğumuzu değil dizüstü bilgisayarlarımızı alıyoruz. Ya da arkadaşlarımızla içtiğimiz öğle kahvesinden bir an önce kalkarak kendimizi evimize atarak Pazartesi gününe yetiştirmemiz gereken işleri tamamlıyoruz. Bu hesaplamayla haftanın 8 gün, günün ise 25 saat olması dahi bizim için yeterli olmayacakmış gibi görünüyor. Bazen gecenin bir vaktinde müşteriden gelen telefonu cevaplıyoruz. İç sesimiz öfke nöbetlerindeyken; dış sesimiz ‘elbette Münir Bey, olur mu öyle şey, ne rahatsızlığı, hemen hallediyorum’ kibarlığına bürünüyor. Kişilik bölünmeleri yaşarken, bir rahat nefes alabileceğimiz tatili iple çekiyoruz. Ayağımızda yazlık şortumuz, radyomuzda sevdiğimiz bir şarkı yollara düşecekken ve tam ‘sevimli aile tatilde’ filminden bir sahne yaşayacakken; patronumuzdan gelen emir kıvamında ricalarla çıldırıyoruz. Kısaca hayaller Almanya, hayatlar Türkiye oluyor. Peki, nerede yanlış yapıyoruz? Ya da, gerçekten yanlış yaptıklarımızı kabul ediyor muyuz?
OECD 2014 raporları, aynı zaman diliminde EU10 ülkelerindeki ortalama bir çalışanın ( labour ) , Türk çalışanlardan iki kattan daha fazlasını ürettiğini gösteriyor. Hesaplamalara teknoloji, capital kullanımı gibi veriler de konulduğunda; yaban eller Almanya’nın Türkiye’yi yaklaşık olarak 5’e katladığı görülüyor. Dünya bankası 2014 verileri; 80 milyon nüfuslu Almanya’nın, gayri safi milli hasılasını yaklaşık 4 trilyon dolar gösterirken; 76 milyon nüfuslu Türkiye’nin milli gelirini 799 milyar dolar olarak veriyor. Fazla rakamlara boğulmadan; işçi-havuz problemine dönen yaşamlarımızda işçi olmak kısmı bize düşerken, havuzda ayaklarını uzatarak tatil fotoğrafı çekilmek Alman kardeşlerimize düşüyor.
Almanya’ya akraba turizmine gidenler bilirler, saat 6 da tüm şehirler aynı anda sessizliğe gömülüyor. Tüm mağazalar, hatta restaurantların ve marketlerin dahi büyük çoğunluğu kapanıyor. Aynı zamanda Almanya’nın bayramı seyranı bitmediği gibi; ortalama bir Alman çalışan yılda 6 hafta ( evet gün değil, hafta ) ücretli izne ayrılabiliyor. Peki; Angele Merkel’in muhteşem moda anlayışıyla özdeşleşen, Avrupa’nın endüstri motoru olarak adlandırdığımız, gurbetçilerimizin ikinci güzide vatanı ve hatta ikinci dünya savaşından sonra küllerinden yeniden doğmuş bu ülke nasıl oluyor da, hem tatil yapıp hem üretken olabiliyor?
Vazgeçemediğimiz 5 maddeyle, Almanya’nın çalışma kültürüne biraz ışık tutarak, kendimize öğretiler çıkartmaya çalışalım: ALMANLAR NEDEN DAHA FAZLA TATİL YAPARLAR? 5 MADDE’DE ÜRETKEN OLMAK!
- Konstantrasyon ( Concentration&Work Place Design )
Almanlar genlerine kazınmış ‘bireysel kültür normlarını’ iş yerlerinde hayata geçiriyorlar. İş yaparken çalışma ortamlarını ( workplace design ) bireyselliği koruma, mahrem ( private zone ) alanlara saygı çerçevesinde kurguluyorlar. Sistem olarak çalışanlarının konsantrasyonunu bozabilecek etkenleri çalışma ortamlarından uzaklaştırıyorlar. Örneğin, ofislerini sessiz çevrelere kuruyorlar. Ya da çaycı Ayşe teyzenin, evimizin annesi modunda yarım saate bir yanınıza gelerek çay/kurabiye dağıtmasını ya da 45. Dakikada çay bardağını geri almak için masanıza uğramasını engellemek için otomatik kahve/çay makinaları yerleştiriyorlar. Siz işinize konsantre olmuşken, kapınızın önünden sohbetle birlikte kahkahalarla geçen işi bitmiş sigara molası veren çalışanları toplum olarak ‘hoş’ karşılamıyorlar. (Buradaki ‘hoş’ karşılamama durumu Türk tipi gözlerini kısarak ‘Seni sevmiyorum, babanı da sevmezdim zaten süt oğlan’ bakışından ibaret değil; iş yeri tasarımında gerekirse uyarı levhalarıyla kuralların hatırlatılması, sözlü uyarıların yönlendirilerin olması vb.) Bir budist rahip edasıyla bitirmeleri gereken işe konsantre olup; akıllı telefonlarından, facebook kedi videolarından, whatsapp arkadaş guruplarından, instagramdan eski sevgili stalklamalarından kendilerini sıyırıp tam anlamıyla işlerini tamamlayana kadar meditasyonlarını bozmuyorlar.
- Sonuç Odaklı Olma ( Result-Oriented&Direct Communication )
Kapitalizmin bize dayattığı bir düşünce biçimi olan ‘çok çalışmak’ ve anlatılan yoktan var olma hikayeleri, başarı öyküleri Almanlar için çok geçerli gibi görünmüyor. Çünkü Almanlar, düşünce yapılarını ( mindset ) ‘çok çalışan çok üretir ve çok kazanır’ mottosundan daha çok ‘ akılcı ve verimli çalışan çok üretir’ mantığına oturtuyor. Bu iki düşünce arasındaki fark oldukça dikkat çekici, çünkü İtalyan economist Vilfredo Pareto’nun yaşamlarımıza kazandırdığı Pareto Yasası’na göre de %80’lik üretimlerimiz, çalışmalarımızın %20’sinden kaynaklanıyor. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki üretim sistemleri, çalışanlara verilen ikramiye (bonus) sistemleri büyük ölçüde çalışılan zaman ( working hours ) olarak kurgulanmışken; Almanya’da sistemler zamandan bağımsız olarak üretilen miktar üzerine kurgulanıyor. Yani Almanlar, sonuca odaklanarak çalışılan saatlerdeki yoğun (intense) çalışma koşullarını gerçekleştiriyor. Bunun yanı sıra; bize, bu Almanlar da ne kaba insanlar diye cümleler sarfettirecek türden dolaysız iletişim tekniklerini kullanıyorlar. Örneğin; ‘satış raporlarının tamamlanmış halini, yarın düzenlecek toplantıya yetiştirebilirsek iyi olur, işi tamamlayabilirsen sevinirim’ gibi düğün kutlaması iletişimi yerine; ‘satış raporlarına yarın saat 3’te ihtiyacım var’ gibi kesin komutlar içeren iletişimi tercih ediyorlar. Bizim çalışma sistemimizde bu şekilde bir cümle sarf edilmesi ilk sigara/çay molasında ‘ hizmetçisi var sanki, emredişe bak, şeytan diyor çak bi tane’ gibi cümlelerle öfke dolu dedikodu kazanları kaynatacakken; Almanlar da bu durum kişisel algılanmıyor ve sadece iş odaklı ( work oriented ) olarak düşünülüyor. Üretim sonuçlarına bakılınca, belki de egolarımızı bir yana bırakarak organizasyon kültürlerimizi yeniden yapılandırmamız gerekiyor.
3. Özel Yaşam&İş Yaşamı Ayrımı ( Private vs Business Life )
Türkler olarak çocukluğumuzda beynimize işlenen örgü bilgisinden midir bilinmez, iki ters bir düz yapmayı çok iyi biliriz. Eve iş götürdüğümüz yetmezmiş gibi, işe de evimizi götürürüz. Mesela, tüm iş arkadaşlarımız eşimizin ablasının kızının çocuğunun sünnet düğününden, tüm nişanlarımıza nikahlarımıza; hatta ayrılıklarımıza barışmalarımıza, atarlarımıza giderlerimize kadar özel hayatlarımızdan haberdardır. Güne başlarken bir çalışan genelde mahallesinin köşesindeki fırından sıcak simit, poaça alır; diğeri çayları getirir; ofis bir anda yerli malı yurdun malı herkes onu kullanmalı haftasına döner. Itiraf edelim, bilgisayarlarımız ilk açıldığında köşeye okuduğumuz gazetelerin web siteleri, facebook sayfamız , maç sonuçları sıralanır. Oysa Alman kültürüne göre, özel yaşamla iş yaşamı arasında çok keskin bir çizgi vardır. Genelde bu çizgilerin aşılmaması için çalışma arkadaşlarıyla, özel yaşamda görüşme gerçekleştirmezler. Profesyonellikleri gereği, özel yaşamda yaşadıkları sıkıntıları ya da sevinçleri iş hayatına taşıyarak aşılmaması gereken sınırları aşmazlar. Çünkü, paylaşılan özel yaşam anları çalışanlar arasında gereğinden fazla yakınlık oluşturabilir ve bu iş akışını etkileyebilir. Bu noktada dikkat çeken ise; Almanlar evlerine işi taşımadıkları gibi, işlerini de dışarıya taşımazlar. Örneğin, sosyal yaşamlarında genellikle devlet destekli hobi kulüplerinde sanatla ilgilenebilirler, enstruman çalabilirler, spor yapabilirler, tatile çıkabilirler ve iş stresinden uzakta denge kurabilirler. Bu yüzden, Dünya Bankası raporlarına göre Almanya’da ortalama yaşam beklentisi 82 yaş iken, ülkemizde 71’dir. Buarada, Alman Hükümeti’nin saat 6’dan sonra, çalışanlara işle ilgili mail atılmasını dahi yasaklamak için çalışma yaptığını belirtmek gerekir. Yaşam-İş Yaşamı Dengesi’nde (work-life balance) ülkece bir ip cambazından farksız yaşamlarımıza yeniden göz atmamız ve belki de iş kültürlerimizi yeniden yapılandırmamız gerekiyor.
4. Sistem Üzerine Kurulu Düzen (Strategic Planning&Systems )
Alman çalışanlar üst düzey yönetimden en alt seviyelere kadar tüm katmanları büyük bir üretim makinasının dişlileri gibi görüyorlar ve makinanın kusursuz çalışması için kendi görev tanımlarında yer alan sorumlulukları eksiksiz yerine getiriyorlar. Devletin öngördüğü sosyal yaşam normlarından, iş yaşamına kadar tüm ülke sistemler ve kanunlar üzerine eksiksiz işliyor. Almanlar, bilimi, inovasyonu ve akılcı yaklaşımı üretim mekanızmalarının ortasına yerleştirerek, gerekli planlamaları yaparak, kaynak hesaplamalarını gerçekleştirerek birim maliyet başına maksimize edilmiş sonuca ulaşabilecek şekilde sistem tasarımlarını gerçekleştiriyorlar. Proje yönetimlerinde Scrum Agile ( Çevik Proje Yönetim Sistemleri ) kullanımında dünyanın önde gelen ülkeleri arasında yer alıyorlar. Kimsenin, kuralların ve kanunların üstünde olmadığına dair keskin inanç sistemin bozulma ihtimalinin önüne geçerken; üretimler sonrasında araştırma ve geliştirmeye önem vererek daha verimli sistemler kurulmasına dair bilimsel çalışmalar yapıyorlar. Örneğin, Almanya’nın 2014 senesinde AR-GE için ayırdığı miktar yaklaşık olarak 12 milyar dolarken; Türkiye’nin ayırdığı miktar sadece 710 milyon dolardır. Belki de şapkamızı önümüze alarak düşünme zamanıdır; nereden kaytarabiliriz nereden ne yapar da işi öyle de olsa böyle de olsa bitirebiliriz düşünce yapısı yerine; nasıl yapar da daha bilimsel sistemler kurarak yaşamımızın her alanında verimlilik sağlayabiliriz mantığını oturtmamız potansiyelimizi kullanmamıza olanak sağlayacaktır.
5. İş Ahlakı ( Business Ethics )
Bu başlık toplumca en çok canımızı acıtan, ve işin içinden nasıl çıkacağımızı bilemediğimiz noktaları içeriyor belki de. Çok sevdiğimiz ülkemizin her köşesinden anlamlandıramadığımız dumanlar, kesif kokular yükseliyor. Sanki toplumca çıldırmış şekilde; bilgiye, işini iyi yapan, dürüst olan insana karşı saygımızı inancımızı yitirmiş halde bir öksüz bir garip zaman diliminden geçiyoruz. Gazeteleri açmaya korktuğumuz şu günlerde freni boşalmış otobüslerin duraklara girmesinden, son sürat giden otobüslerin otobanlarda insan biçmesinden, maden facialarından, sporda dopingten, bilimde fasülyeden, üretemediğimiz tahıl ürünlerinden, şehirleri basan sellerden ve maalesef ülkece hak etmediğimiz yüzlerce acıdan ötesini göremiyoruz. Karşılaşılan problemlerden sonra tek yaptığımız sadece söz üretmek ve suçlu aramaktan ibaret. Oysa içinde yaşadığımız dönemler hepimizin eseri. Iş aramaya başladığımızda ilk yaptığımız şey işten çok tanıdık aramaya yönelmek değil mi? Iş verme kudretimiz bulunuyorsa işi iyi yapacağına inandığımız, ölcümlediğimiz bilgili insana işi vermektense tanıdıklarımıza, çıkarımız olduklarına inandıklarımıza işi vermiyor muyuz? Denetim mekanizmalarını öyle ya da böyle devreden çıkartarak, sistemin etrafından dolaşmak için çalışmıyor muyuz? Lideri, yöneticisi olduğumuz kurumlarda egomuzu en üste koyarak projeleri ileriye götürecek akılcı, sorgulayan kişileri işe almaktansa, bize biat edecek çok ses çıkartmayacak emir kulları yaratmaya çalışmıyor muyuz? Daha ilkokuldan itibaren, hareketli-yaratıcı-farklı olan çocuklarımızın farklılıklarına odaklanmak yerine, bir çoğunu ‘yaramaz’ olarak nitelendirmiyor muyuz? Mesela trafikte, mesela bir tiyatro ya da sinema ya da otobüs sırasında (eğer bir sıra varsa) araya ‘kaynak’ olmuyor muyuz? Kısaca cin olmadan adam çarpmaya, en kısa yoldan işi bitirmeye ve her daim kendimizi sütten çıkmış ak kaşık sanmaya bayılmıyor muyuz? Aslında aman sistemi ben mi kurtaracağım düşüncesiyle, bal tutan parmağını yalar atasözünü baş ucu mottomuz yaparak fark etmeden topluca bu gemide boğulmuyor muyuz? Alman’ın bizden farkı mı ne? 2012 senesinde, Alman Başkanı Christian Wulff’un, ailesiyle bir tatile çıktığı basına yansıdı. Tatilde, aile yakınları olan iş adamları da görüntülendi. Tatilin parasının nasıl ödendiği sorusu Christian Wulff’a yöneltildi; Wulff net olarak yanıtlayamadı. Aksi de ıspatlanamamasına rağmen; Christian Wulff görevinden istifa etti. Bu kıssadan hisse belki de bir çok noktanın acı özetidir. Üniversite’de okuduğumuz ‘Business Ethics & Codes ‘ konularını yukarıdaki örneklemeler yerine çok daha havalı kelimelerle aktarabilmek isterdim; ancak Mustafa Kemal’in de dediği gibi sadece sporcunun değil her mesleği yapanın Zeki, Çevik ve Ahlaklısını sevmek gerekiyor! Ve biz her ne üretim yapıyorsak zeki, çevik, bilimsel, akılcı, adil ve ahlaklı olmamız gerekiyor! Değişim ilk olarak kendimizden başlıyor.
Kültür araştırmalarında ‘iyi kültür’ ya da ‘kötü kültür’ kavramları yoktur; birbirinden farklı yaklaşımlar ve çözüm önerileri; gelenekler, metodolojiler vardır. Bu yüzden, ülke&organizasyon olarak kendi iç dinamiklerimizi anlamamız; güçlü noktalarımızın analizlerini yapmamız, kaynaklarımız doğrultusunda stratejik planlamalar kurgulamamız ve üretim sistemlerimizi verimlilik odaklı şekillendirmemiz potansiyelimizin çok daha fazla kinetiğe dönüşmesine olanak sağlayacaktır. Bizlere yol gösteren önderimiz Mustafa Kemal’in de dediği gibi “Vatanını en çok seven, görevini en iyi yapandır.” Ve “Yalnız tek bir şeye ihtiyacımız vardır, çalışkan olmak. Servet ve onun tabii neticesi olan refah ve saadet yalnız ve ancak çalışkanların hakkıdır.”
Not: Bu cümleyi okuyacak noktaya geldiyseniz, vaktinizi cümlelerime harcamışsınız demektir. Bu yüzden size teşekkür ederim. Umarım bundan sonraki yazılarımızda da karşılıklı olarak aynı paylaşımı gösterebiliriz ve birlikte üretim yapabiliriz. Eğer bu yazı herhangi bir cümlesiyle size ulaştıysa beğenip paylaşmanızı rica ederim.
Sevgi ve üretimle kalın;
Tayfun Bırakoğlu ( Stratejik İş Geliştirme&İletişim Danışmanı, Keynote )
Bir yanıt yazın