Diktatör, Çıkarı İçin Ülkesini De Yakar, Dünyayı da…

IMG_1819

Diktatör, tacını – tahtını, makamını – mevkiini hep koruyacağını sanır… Türlü – çeşitli ayak oyunları ve sandıkla ele geçirdiği iktidarına güvenerek, ölünceye dek dünyaya direk kalacağını düşünür…

Yerini daha da sağlamlaştırmak, gücünü daha da artırmak için yasalar çıkarır… Daha sonra da kendisine uşaklık yapacak, emirlerini sorgusuz sualsız uygulayacak bir yandaşlar, robotlar sürüsü oluşturur…

Yargıyı, orduyu, basını teslim alır…

Bu diktatörlerin hitabet yetenekleri de genellikle yüksektir.

Bu özelliklerinden de yararlanarak halkın dinini, törelerini, ahlakını, etnik düşüncelerini, kahramanlık duygularını kullanıp, kendilerine bağımlı bir toplum yaratırlar…

Onlara, tüm sorunları çözeceklerini vaat ederler. Ülkesini güçlendireceğini, dünyanın tek egemen devleti haline getireceğini söylerler. Kendilerini de dünya lideri gibi görürler… Cesur, atak tavırlar sergilerler, esip yağarlar…

Bu çıkışlar, güçlü görüntüler halkın hoşuna gider…

Halkın bir kesimi ona hayranlık besler… Tapar… Giderek, koyun sürüsüne dönüşür… Yanlışları, kötü gidişi, hukuksuzlukları sormaz, sorgulamaz… Sadece çobanını takip eder…

Yandaş basın, bazı çıkar grupları, yakınındaki ve çevresindeki adamları da onu kutsal, yüce bir varlıkmış gibi topluma tanıtırlar…

Bu ilgi, sevgi, destek karşısında diktatör daha da pervasızlaşır… Kendisini ilahi kudretler taşıyan, ülkenin tek sahibi, yenilmez bir güç gibi görmeye başlar…

“En iyisini ben bilirim, en iyisini ben yaparım” der ve karşı düşüncede olanları, tekerine çomak sokanları cezalandırma yoluna gider…

Gazeteleri takibe alır… Beğenmediklerini kapatır… Kendisini eleştiren gazetecileri, yazarları, çizerleri içeri attırır…

Acımasız olur. Kinci olur… Öç peşinde koşar… Gözü çıkarlarından, varmak istediği hedeften başka bir şey görmez…

Ülkelerin iç işlerine karışır… O milletlerin Liderlerini kendisinden aşağı görüp, onlara yön vermeye kalkar… Yanlış işler yapar, çevresinde dost kalmaz… Bol bol düşman kazanır…

Ama bu durum onun umurunda değildir… O, bildiğinden ve varmak istediği hedeften asla şaşmaz…

Diktatörler için bir tek önemli şey vardır, o da makamdır, mevkiidir, çıkarlarıdır…

Onlar çıkarları için ülkesini de yakarlar, dünyayı da…

Onların ağzından çıkan her söz emirdir, kanundur… Gerçekleri örtmek için yalan söylerler… Hem de su gibi… Hatalarını inkâr ederler.

İşin kötü tarafı, yolsuzluklarla, hukuksuzluklarla, yapılan yanlışlarla hiçbir ilgisi olmayan masum halk, ruh hali, psikolojisi bozuk olan bu adamların yaptıkları yanlışlar ve rezilliklerle her an tehlike içerisindedir… Her an tehlike ile karşı karşıyadır… Her an Savaşla, silahla, ateşle karşı karşıya gelebilir…

Ama bir de tarihin kaydettiği bir gerçek vardır:

Diktatörlerin sonu hep aynı olmuştur…

Hani atasözlerinde denildiği gibi: “Alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste…”

Ya da “Zulüm ile abat (şen, rahat) olanın ahiri (sonu) berbat olur…”

Halkına, mazlumlara zulmeden diktatörlerin sonu hep kötü bitmiştir… Ya bizzat kendisi yaşamına son vermiştir, ya idam edilmiştir, ya da halkı tarafından linç edilmiştir…

Dünyanın en azılı diktatörlerinden olan Benito Mussolini sağ kolunu kaldırarak geldiği iktidardan, sağ ayağından asılarak indirildi.

Dünyanın ikinci kanlı diktatörü Hitler, 1930 yılında aldığı yüzde 18 oyla meclise ikinci parti olarak girdi. Daha sonra tüm dünyanın yaşadığı ekonomik krizden de yararlanarak, 1932’de yapılan seçimde yüzde 37 oy alarak parlamentoda 1. Parti oldu.

Seçimlerin ardından bir kumpas düzenlendi… Hitler’e bağlı gestapo elemanları 27 Şubat 1933’te Reichstag yangınını çıkarıp, suçu komünistlerin üzerine attılar. Tüm ülkede faşizmi yaygınlaştırabilmek için bu tarih bir dönüm noktası oldu…

Gazetelere, yazarlara sansür getirildi. Alman Ulusal Halk Partisi dışındaki tüm partilerin yayınları ve seçim çalışmaları durduruldu. 5 Mart 1933 günü yapılan seçimlerde ise Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi %44 oy olarak ülkenin tek hâkimi oldu… Faşist dönem başladı…

Daha sonra insanlığa kan kusturmak için iki diktatör el ele verdi.

Şunu unutmayalım, her iki diktatör de iktidara seçimle gelmişti… Arkalarında büyük bir halk desteği vardı… Miting meydanları dolup dolup taşıyordu…

Ama 2. Dünya Savaşı’nı kaybeden Hitler, gizlendiği sığınakta yaşamının son anlarında evlendiği Eva Braun ile beraber intiharı seçti…

İki azılı, kan içici diktatörün sonu işte böyle ölümle noktalandı…

Bu dünyadan onlarca diktatör geçti… Tümü de aldıkları “mazlumların ahını aheste aheste çektiler… Ahirleri berbat oldu…”

Günümüzün diktatörlerine ve koyun sürüsüne ibret olur düşüncesiyle bu diktatörlerden birini daha yazıma alıyorum.

Filipinler’in eski diktatörü Ferdinand Marcos’un eşi İmelda Marcos’un tamı tamamına 2700 çift ayakkabısı vardı.

Filipinler’de halk “Açlık sınırı”nın altında değil, “Ölüm sınırı”nın altında yaşarken, Marcos çifti yaşadıkları lüks, tantanalı hayatları ile hep dünya gündeminde başköşeyi aldılar…

Çiftin ve yakınlarının bu ihtişamlı saray hayatlarına ve yozlaşmış, laçka olmuş, çivisinden çıkmış yönetimine isyan eden halk onları bir kalkışmayla devirdi…

Filipinler’de 1986’da halk ihtilaliyle devrilen ve yurt dışına kaçan Ferdinand Marcos, 1989’da Hawaii’de öldü.

Makalemizi, 1623 ve 1683 arasında yaşamış önemli İngiliz parlamenter Algernon Sidney’in şu sözleri ile sonlandıralım:

“Bir ulusu tek kişinin idare edebileceğine inanırım, şu şartla; o adam ayaklarında çizme, elinde kırbaç, o ulus da sırtında semerle doğarsa…” 

(alieralp37@gmail.com)

 

Diktatör, tacını – tahtını, makamını – mevkiini hep koruyacağını sanır… Türlü - çeşitli ayak oyunları ve sandıkla ele geçirdiği iktidarına güvenerek, ölünceye dek dünyaya direk kalacağını düşünür… - IMG 1819

Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir