Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, geçtiğimiz 5 Eylül 2015 günü, Din İşleri Yüksek Kurulu’na seçilen üyelerin tanıtım toplantısında yapmış oldu konuşmada şöyle demiş:
“Yakın geçmişte hac ibadeti esnasında iki büyük facia yaşadık. Bunlardan bir tanesi, 100’ü aşkın kardeşimizin vefatıyla neticelenen vinç kazasıdır. Asıl üzerinde durmamız gereken vinç kazasının kendisi değildir. Asıl her mümini kalbinden yaralayan husus; vinç kazasında yaralılar hastaneye götürülmeyi beklerken Kabetullah’ın etrafında tavafın devam etmiş olmasıdır. Asıl her bir müminin kalbini yaralayacak husus; yaralılar orada can havliyle imdat beklerken cemaatle namazın kılınmaya devam edilmiş olmasıdır. Bu, ümmetin içine girdiği cehaletin boyutlarını gösteren çok önemli bir örnektir. Zira hepimiz biliyoruz ki, Kabetullah Hazreti İbrahim’in binasıdır. Hazreti İbrahim’in yapısıdır. Cenabı Hakk’ın emriyle İbrahim’in ve İsmail’in inşa ettiği bir binadır. Ama biz insan dediğimiz, Hazreti insanın kalbinin, insanın Allah’ın yapısı olduğunu ve nice Kabe’lerden üstün olduğunu anlamakta ve anlatmakta geciktiğimizi, taksirlerimizin olduğunu kabul etmeliyiz.
İkinci yaşanan faciada yüzlerce kardeşimizin Mina’da güpegündüz düz yolu yürürken, hem de bütün kötülüklerden sembolik olarak kurtulmak için şeytan taşlamaya giderken en küçük bir börtü böceğe dokunmanın yasak olduğu bir ibadette, sivrisineğe bile eziyet etmenin caiz olmadığı bir ibadet esnasında yüzlerce kardeşimizin orada vefat etmesidir. Bunun herhangi izahı yoktur. Bunun ümmete yakışır bir tarafı yoktur. Bunun dünyaya izah edilebilir bir tarafı yoktur. Ama asıl izah edilemeyecek önemli bir husus daha vardır. O da bu elim hadiseden sonra hiçbir Müslümanın öz eleştiriye dahi tahammül göstermemiş olmasıdır. Mühim olan kardeşleriyle birlikte bütün dünyadaki Müslüman kardeşleriyle birlikte kafa kafaya, gönül gönüle vererek eyvah biz ne yaptık? Biz bu büyük günahı nasıl işledik? Bir daha bu büyük günahı işlememek için ne yapmalıyız? Bu konu üzerinde hiçbir Müslümanın, hiçbir Müslüman ülkenin durmamış olması asıl en üzücü hadiselerden bir tanesidir.”(1)
Anadolu Ajansı’nın “Editör Masası” programına konuk olan Mehmet Görmez, o program sırasında da şu açıklamaları yapmış:
“(Mina’da) Olayın yaşandığı yerde bir komisyon marifetiyle bir heyet oluşturarak, görgü tanıklarını bizzat dinledik. Bir rapor hazırladık ve bitirmek üzereyiz. Onu hem Suudi Arabistan makamlarına vereceğiz hem de kendimiz de bunu Hac Bakanlığıyla ayrıca paylaşacağız… Kabe’yi saran büyük gökdelenler yerine, her biri bizim için tarihi büyük değer taşıyan o dağları eriterek yerine gökdelenler dikmek yerine Cidde ve Medine düzlüklerinde milyonlarca insanı alabilecek uydu kentler kurulabilirdi. Yeraltı metrosuyla Kabe’nin etrafına ringler oluşturulabilirdi. Mekke, 1971’e kadar Hz. Peygamberden ve ashabından bu ümmete kalmış bütün tarihi miraslar orada var. Bütün bu tarihi dokuyu tarihsizleştirme üzerinde çok durdum ama dostlarımız bunu anlamakta biraz zorluk çekti. Halbuki Mekke, mümkün olduğu kadar o tabii, orijinal haliyle durabilirdi…”
Görüldüğü gibi Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, gerek hac ibadetinin ifası konusunda, gerekse bu ibadetin cereyan ettiği yerlerle ilgili olarak önemli tespitlerde ve önerilerde bulunuyor. Uydu kentlerden, metrolardan ve ringlerden bahsediyor. Bu konuda hazırlanmakta olan raporu kısa zamanda ikmal ederek açıklayacaklarını ve Suudi makamlarına sunacaklarını belirtiyor. Görmez’in düşüncelerine katılmamak mümkün değildir. Hele hele bu konuda bir rapor hazırladıklarını söylemesi, din ve diyanet adına harika bir haberdir. Umarım hazırlayacakları rapor, bizden çekilmiş bir kopya, yani yaygın adıyla söyleyecek olursak bir intihal değildir!
Diyeceksiniz ki; bunu da nereden çıkardın ey Ömer Sağlam? Hayır hayır, hemen celallenmeyin lütfen. Önce bir güzel dinleyin beni. Ben bundan yaklaşık 10 sene önce olmak üzere 16.01.2006 tarihinde hac ibadetinin icra şekli ve hac ibadetinin icra edildiği yerler hakkında mektup şeklinde bir öneriler paketi hazırlayarak Diyanet İşleri Başkanlığı’na iletmiş bir adamım. Elimde halen Diyanet İşleri (Din İşleri Yüksek Kurulu) Başkanlığı adına dönemin Din İşleri Yüksek Kurulu Başkan Vekili Mehmet Kayakurt imzasıyla yazılmış cevabi bir resmi yazı mevcuttur. Yazıda, tekliflerime ayrıntılı cevap verilmemiş ama, dile getirdiğim konuların “Yıl içinde İstanbul’da toplanacak uluslar arası bir toplantıda ele alınacağına dair” bilgiler bulunmaktadır. Gerekirse bu yazıyı da paylaşırım sizlerle.
İşte 16.01.2006 tarihinde Diyanet İşleri Başkanlığı (Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı)na yazmış olduğum, dönemin Din İşleri Yüksek Kurulu Başkan Vekili Mehmet Kayakurt imzasıyla cevaplandırılan ve halen Diyanet yöneticilerinin elinde veya arşivlerinde bulunduğuna inandığım o mektup:
DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞINA
(Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı)
Bütün teknolojik gelişmelere mukabil, eskisi kadar olmasa bile günümüzdeki Hac ibadetinin de, oldukça meşakkatli ve pahalı bir ibadet olduğu aşikârdır. Bu meşakkat hac yapılan ülkenin ikliminden, çevre şartlarından ve özellikle Suudi Arabistan Yönetimi’nin hac hizmetine bakış tarzından kaynaklanmaktadır. Haccın pahalı ve meşakkatli bir ibadet olduğu içindir ki; bu ibadet sadece zengin ve sağlıklı Müslümanlara farz kılınmış bulunmaktadır. Bütün bunlara rağmen her sene Hac ibadetinin ifası sırasında şu ya da bu şekilde bazı ölümler vuku bulmakta, özellikle yaşanan izdihamlarda vuku bulan ölümler insanların vicdanlarını kanatmaktadır. Kanaatimce bu ölümlerin pek çoğu, başta Suudi Hükümeti olmak üzere bu konuda tedbir alması gerekenlerin gerekli tedbirleri almaması, diğer ülkelerin de gerekli tedbirlerin alınması ve özellikle Harameyn bölgesindeki alt yapı eksikliklerinin giderilmesi noktasında Suudi Hükümeti üzerinde gerekli baskıyı bir türlü kurmamasından/kuramamasından ileri gelmektedir. Ayrıca bütün teknolojik gelişmelere mukabil haccın hâlâ meşakkatli bir ibadet olmaya devam etmesinin bir sebebi de galiba hac ibadeti, özellikle bu ibadetin yapılış şekilleri konusundaki dini hükümlerdir. Zira Müslümanların sayılarının mahdut olduğu zaman ve devirlerde, özellikle ayrıntılara dair olmak üzere tesis edilmiş bazı dini hükümlerin halen geçerliliğini koruyor olması, bu konudaki meşakkatin günümüzde de devam etmesinin en büyük âmillerinden birisidir.
Dolayısıyla gelecek hac mevsimlerinde de yaşanması muhtemel ölümlerin önlenmesi bakımından öncelikle Harameyn bölgesindeki altyapı eksikliklerinin bir an önce giderilmesi konusunda İslam ülkelerince Suudi yönetimi üzerinde ortak baskı kurulması gerektiği, ayrıca haccın eda şekillerinden bir kısmının, en önemli insan hakkı olan “Yaşam Hakkı”nın kutsallığı ilkesi doğrultusunda ve “İnsana Saygı” temelinde yeni baştan ve ivedilikle sorgulanarak yeni dini hükümler tesisine ihtiyaç bulunduğu kanaatini taşımaktayım. Bu konunun temel insan hak ve özgürlüklerinin yanında, “Zorlaştırmayın, kolaylaştırın, nefret ettirmeyin sevdirin” ilahi hükmü mucibince ele alınmasının da dini bir görev olduğunu düşünmekteyim. Hac sırasında yaşanan izdihamların ve bu izdihamlarda vuku bulan ölümlerin genelde “Şeytan Taşlama” işlemi sırasında, çok az da olsa bazen Tavaf ve Sa’y ibadetlerinin ifası sırasında olduğu bilinmektedir.
Bilindiği gibi “Şeytan Taşlama” ameliyesi, Mina’da doğru bir hat boyunca birbirinden yaklaşık 100 metre mesafede olan üç ayrı sütuna (ki; bunlar halk arasında Küçük Şeytan, Orta Şeytan ve Büyük Şeytan olarak bilinmektedir) nohut büyüklüğünde taşlar atılmasıyla yerine getirilmektedir. Anlaşılacağı üzere; “Şeytan Taşlama” işleminin yapıldığı alanın uzunluğu yaklaşık 300 metre, genişliği ise herhalde ancak 30 metredir (Hac rehberlerinde simgesel şeytanlar arasındaki mesafe bir ok atımı kadar şeklinde tanımlandığına göre bu mesafe en fazla 100 metre olmalıdır. Yanılmıyorsam simgesel şeytanların bulunduğu noktaların çevresindeki beton hunilerin genişliği, yani çapı, en fazla 10 metre kadardır. Atılan taşların en azından bu hunilerin içine düşürülmesi tavsiye edildiğine ve nohut büyüklüğündeki taşların o kalabalıkta en fazla 10 metre mesafeden atılırsa söz konusu hunilerin içine isabet edeceği düşünülürse Şeytan Taşlama alanının genişliği de en fazla 30 metre olur). Demek ki Şeytan Taşlama ibadeti ancak 9000, bilemediniz 10.000 metrekarelik bir alanda yapılıyor demektir ki; bu büyüklük yaklaşık iki futbol sahası genişliğindeki bir alana tekabül etmektedir.
Futbol oyununda 22 kişinin 5000 metrekarelik bir alanda birbirleriyle çarpışarak rakiplerine faul yaptıklarını, yaralanıp sakatlanabildiklerini düşünürsek, bu alanın ancak iki katı büyüklüğündeki bir alana toplanan milyonlarca insanın birbirlerini ezmemesi, yaralamaması ve öldürmemesi mümkün değildir. Üstelik 22 kişilik futbol oyununda tam 4 tane hakem ve bir o kadar da gözlemci bulunduğu halde, Şeytan Taşlama işlemi sırasında Mina’da Allah (c.c)tan başka büyük ölçüde (hakem ve)gözlemci de bulunmamaktadır!
Şimdi birkaç milyon kişinin, aynı anda, ancak iki futbol sahası genişliğindeki bu daracık alana toplandığını ve bir an önce şeytanı taşlayarak ihramdan çıkmaya çalıştığını, üstelik bu insanların büyük bölümünün hayatlarındaki bir aksilik yüzünden şeytana diş bilediklerini düşünün! İşte hayatları boyunca bekledikleri fırsatı yakalamışlar ve bir ömür bekledikleri düşmanla (yani şeytanla) karşı karşıya gelmişlerdir! Sözüm ona intikam almanın tam sırasıdır! İşte insanlar bu düşüncelerle aşırı heyecana kapılarak oradaki temsili şeytanlara saldırmakta ve ellerindeki taşları olabildiğince şiddet ve öfkeyle temsili şeytanlara fırlatmaktadırlar. Taş atmakla yetinmeyip ellerindeki şemsiyeleri, ayaklarındaki terlikleri fırlatanlar bile bulunmaktadır.
Dolayısıyla siz (yani Suudi yetkilileri), 10.000 metrekarelik bir alana birkaç milyonluk heyecanlı bir kitleyi toplarsanız ve üstelik de bu konuda hiçbir kısıtlayıcı ve düzenleyici tedbir almazsanız izdiham ve ölümler kaçınılmaz olacaktır. Ne yazık ki bu ölümler her sene olmaktadır ve bu sene de 12’si Türk olmak üzere 400 civarında insan o bölgede ölmüş bulunmaktadır.
Şimdi madem Şeytan Taşlama (Remy-i Cimar) işi Haccın Vacipleri (vazgeçilmezleri değil gerekleri) arasında zikrediliyor ve bu işin mutlaka Mina’da yapılması gerektiği söyleniyor, o zaman bu işin izdihamsız ve ölümsüz yapılması için bu konudaki dini hükümlerin yeniden gözden geçirilmesine varıncaya kadar bir dizi tedbirin alınması gerekiyor demektir. Şeytan Taşlama İbadeti ve bu ibadetin gerçekleştirildiği alan ile ilgili olarak alınması gereken tedbirleri almak elbette o bölgenin hükümranlığını elinde tutan Suudi Yönetimi’ne ait bulunmaktadır. Ancak bunun için diğer İslam ülkelerince (ya da bu ülkelerin ortak kuruluşu olan İslam Konferansı Örgütü’nce) Suudi yönetimine baskı yapılması gerekmektedir. Bu baskının da ancak hac ibadetinin yapılış şekillerine ait bazı dini hükümlerin yeniden tesis edilmesiyle mümkün olacağı açıktır. Bu konuda aklıma gelen soruları, ülkemizdeki en üst dini otorite sayılan sizlere tevcih etmek istiyorum. Daha doğrusu burada haddim olmayarak bazı önerilerde bulunarak, bu önerilerin din âlimlerince tartışılmasını teklif ediyorum:
1- Şeytanların ve şeytan taşlama noktalarının arttırılması mümkün değil midir? Yani şeytan denilen mahlûk, sadece Mina’da, hem de şu andaki temsili şeytanların bulunduğu noktalarda meskûn olmadığına göre, en azından Mina mevkiinde, ancak ayrı noktalarda üçerli gruplar halinde ve aynı isimlerle başka temsili şeytanlar yapılamaz mı? Böylece tıpkı Arafat’tan Müzdelife’ye intikal sırasında turnike (her ülkeye ayrı bir yol) sistemi uygulayarak nispeten rahatlama sağlandığı gibi, Şeytan taşlama alanı da kendiliğinden genişlemiş ve aynı noktaya hücum sebebiyle yaşanan izdiham önlenmiş olmaz mı? Cuma namazlarının aslında bütün Müslümanlar tarafından birlikte kılınması gerekirken fiziki ve coğrafi zorluklar sebebiyle ayrı ayrı camilerde kılınmasına cevaz verildiği gibi şeytan taşlama işi de ayrı ayrı noktalarda yapılamaz mı? Farz bir ibadet olan Cuma Namazı konusunda çözüm üretildi de vacip olan Şeytan Taşlama ibadeti konusunda bugüne kadar neden bir çözüm geliştirilemiyor? Bu hususta dini bir sakınca mı vardır, yoksa Suudi Yönetimi ilave yatırım yapmaktan mı imtina etmektedir?
2- Eğer şeytanların sayısının arttırılması, dinen caiz görülmüyor ve de atılan taşların mutlaka şu andaki mevcut şeytanların bulunduğu noktaya atılması gerekiyor ise; o zaman taş atılan ve temsili şeytanları çevreleyen beton hunilerin çapı genişletilemez mi? Şeytan Taşlama alanının iki katlı hale getirilerek temsili şeytanların boyunun uzatılmasında bir beis görülmediyse, temsili şeytanları çevreleyen beton hunilerin çapının genişletilmesinde de herhangi bir beis bulunmaması gerekir. Hatta o hunilerin yüzeyinin hareketli zeminle kaplanarak çok gerilerden atılan taşların da (bir nev’i yürüyen bant sistemiyle taşınarak) şeytanların bulunduğu noktaya ulaşması temin edilebilir. Dolayısıyla bu ibadetin zorluğu, teknoloji sayesinde ortadan kaldırılabilir. Bu hususta dini açıdan bir problem söz konusu mudur?
3- Şeytan Taşlama geleneğini tümüyle kaldırmak mümkün değil midir? Madem Şeytan Taşlama işi haccın olmazsa olmazları arasında değil, o zaman bu geleneği kaldırmak için daha kaç Müslüman’ın ölmesi gerekmektedir!? Diyanet İşleri Başkanlığımız, Şeytan Taşlama süresince (ki; bu süre 4 gündür) Mina’da konaklama geleneğinin, Hanefilere göre Sünnet (diğer mezheplere göre Vacip) olduğunu da dikkate alarak Mina’da konaklama uygulamasını kaldırmak suretiyle çok yerinde bir tedbir almış bulunmaktadır. Buna karşılık, Arafat’tan inen Türk Hacı kafileleri de genelde ilk gün taşlarını hemen atarak ihramdan çıkmaya çalışmaktadırlar. Türk hacılarının gecenin ilerlemiş saatlerinde ve nispeten tenha vakitlerde Şeytan Taşlama’ya götürülmesi yerinde bir tedbir ise de, geceleri izdiham olmayacağı mutlak değildir. Ayrıca Arafat sonrası izdiham yaşanması da muhtemeldir ki; bütün tedbirlere rağmen bu seneki izdihamda da ölen Türkler olmuştur. Dolayısıyla en azında bu konuda gerekli tedbirler alınıncaya kadar Şeytan Taşlama uygulamasına son verilemez mi?
Şeytan Taşlama uygulaması ve alanı ile ilgili olarak yukarıda yapmış olduğum teklif ve sormuş olduğum sorulara ilave olarak ayrıca;
4- Bilindiği gibi Safâ ve Merve arasındaki mesafe yaklaşık 350 metreden ibarettir. Hacılar bu 350 metrelik mesafede Safâ’dan Merve’ye 4 gidiş, Merve’den Safâ’ya üç geliş olarak ve düz zeminde toplam 2450 metre yürümek suretiyle haccın vâcipleri arasında sayılan sa’y ibadetini yerine getirmektedirler. Gidiş gelişlerle 2.5 kilometreye yaklaşan bir mesafede gerçekleştirilen sa’y ibadeti, özellikle Ziyaret Tavafı’ndan sonra yapılırsa büyük bir çaba gerektirmekte ve yaşlı hacılarla kadınların bu görev esnasında oldukça zorlandıkları gözlenmektedir. Bu sebeple bir gidiş bir de gelişle toplam 700 m. tutan ve “Mes’â” (sa’y yeri) denilen bu parkura iki taraflı alarak yürüyen bant şeklinde yerleştirilecek hareketli bir zemin, bu ibadetin zorluğunu büyük ölçüde ortadan kaldıracaktır diye düşünüyorum. Sa’y alanına gidiş geliş olarak hareketli bir zemin (yürüyen bant) yapılması dinen câiz değil midir?
5- Hanefilere göre Haccın rükûnlarından, yani olmazsa olmazlarından olan Arafat Vakfesi, Arafat denilen sahrada yapılmaktadır. Son yıllarda gerek ağaç dikerek, gerekse çadırlar kurularak yaşanabilir hale getirilmeye çalışılıyor ise de hacı adayları Arafat’ta zor şartlara mâruz kalmaktadırlar. Çıkış ve iniş günleri hesaba katılırsa iki gündüz bir gece, hatta bazen iki gündüz iki geceye yakın süre ile kum zemin üzerinde vakit geçirmektedirler. Aynı anda yaklaşık 3 milyon kişinin belli bir alanda koyun koyuna barınıyor olması, önemli derecede sağlık sorunlarının yaşanmasına sebep olmakta ve salgın hastalık riski taşımaktadır. Öte yandan Mina ve Arafat’ta uydu kentler kurulması, hem Mekke’nin yükünü hafifletecek, hem de Arafat’ta vakfe günü, Mina’da ise Şeytan Taşlama ve Kurban Kesme günleri dışında konaklama imkânı sağlamış olacaktır. Arafat ve Mina’da kurulacak uydu kentlerle Mekke şehir merkezi arasında çalıştırılacak toplu taşım araçları (metro veya tren) da hem Arafat-Mina-Mekke intikallerini basitleştirip çabuklaştıracak hem de otobüslerin sebep olduğu trafik yoğunluğunu ortadan kaldıracaktır. Arafat ve Mina’da Mekke’nin banliyösü anlamında uydu kentler kurularak buradaki barınmaların (ve tabi ki ibadetlerin) modern ortamlarda yapılması dinen câiz değil midir?
6- Her şey bir yana Hanefilere göre haccın iki rüknünden, yani olmazsa olmaz şartlarından ikincisi olan Kâbe’yi Ziyaret (yani Arafat Vakfesini müteakip yapılan Ziyaret Tavafı) cidden zor bir ibadettir. Çünkü o anda belki yüz binlerce hacı adayı tavaf alanına akın etmiştir ve o kadar hacı adayı aynı anda Kâbe’nin etrafında dönmek istemektedir. Küp şeklinde görülmekle birlikte, aslında 4 kenarından iki kenarı 12’şer metre, diğer iki kenarı 10’ar metre, yüksekliği de 15 metre olan ve bu özelliği ile dikdörtgen prizma özelliği arz eden Kâbe’nin çevresi oldukça kısadır. Hatim denilen hilal şeklindeki duvarı da hesaba katarsak bu mesafe yaklaşık 60-70 metredir. Demek ki 7 kere dönmeden ibaret tavaf ibadetini yapan bir hacı adayı en fazla yarım kilometre bir yol yürümüş olacaktır. Ancak bu mesafe, Kâbe’nin duvarına en yakın yerden dönenler için geçerli bir mesafedir. Daireler dışa doğru taştıkça mesafeler de o oranda artacak, hatta Kâbe’yi çepe çevre kuşatan Mescid-i Haramın alt ve üst katlarından Kâbe’nin etrafında dönmeye kalkışanlar için bu mesafe, üç-beş kilometreyi bulabilecektir. Bu durum, Arafat yorgunluğundan sonra birçok hacı adayı için katlanılması oldukça zor bir ibadet, ancak hacı olmak heyecanıyla çoğu zaman hissedilmeyen bir yorgunluktur. Hele bir de bu tavaftan sonra sa’y yapılmaya kalkışılırsa!..
Tavaf esnasında hacılara azap veren görüntülerden birisi de Afrika kökenli olup, iriyarı cüsseleriyle farklı bir görüntü sergileyen kişiler tarafından omuzlarda taşınarak tavaf yaptırılan hacı adaylarının sebep olduğu görüntülerdir. Genelde kadınlar olmak üzere yaşlı, hasta ve belki de parası çok olduğu için canı öyle isteyen bir kısım hacı adayları, tavaf ibadetini işte bu iri yarı kişilerin omuzlarında yapmaktadırlar. Bu kişilerden ikisi (ağır sıklet hacılar için dördü) omuzlarına aldıkları kapağı olmayan tabut görüntüsündeki sedye benzeri tahtaların üzerine oturttukları hacı adayını koşar adımlarla 7 kez dolandırmakta ve tavaf bitiminde yine koşar adımlarla aldıkları yere (kalabalığı yararak)bırakmaktadırlar. Bazen bu şekilde hacı taşıyan insanlar, dörderli, beşerli ve hatta daha fazla gruplar şeklinde arka arkaya dizilerek bir konvoy oluşturmakta, etraflarına verdikleri rahatsızlığa aldırmaksızın, daha fazla hacı taşıyıp biraz daha fazla para kazanma hırsıyla onca kalabalığın içinde son surat koşmakta ve etraflarına çarparak yaralanmalara ve izdihamlara sebep olmaktadırlar.
Ayrıca, gerek bu sedyecilerin kullandıkları araçlar, gerekse sa’y alanında kullanılan arabalar yüzünden, Mescid’i Haram’ın bir tarafı, bizim İstanbul Büyükada’daki Faytoncu Garajı’nı andırmakta ve çok çirkin bir görüntü arz etmektedir.
Tavaf esnasında yaşanan izdihamları, en azından ezilme ve yaralanmaları önlemek için, ya da en azından sadece hasta, sakat ve yaşlı hacılara tahsis edilmek kaydıyla tavaf alanının bir bölümüne yürüyen bant benzeri hareketli bir zemin yerleştirilmesi gerekir diye düşünüyorum. Böyle bir bölüm, özellikle Kâbe’ye oldukça uzakta bulunan bir alanda (tercihen Mescid-i Haramın üst katlarından birinde) hizmete sokulursa herhalde çok daha iyi olur. Böyle bir bölümün oluşturulması ve en azından hasta, sakat ve yaşlıların bu bölümde oturarak ya da yatarak tavaf yapması dinen caiz midir?
Saygı ve hürmetlerimle. 16.01.2006 (*)
Ömer Sağlam
____________________
(*) Diyanet İşleri (Din İşleri Yüksek Kurulu) Başkanlığı, bu sorularıma ayrıntılı cevap vermemiş, sadece Din İşleri Yüksek Kurulu Başkan Vekili Mehmet Kayakurt imzasıyla, bu konuların yıl içinde İstanbul’da toplanacak uluslar arası bir toplantıda ele alınacağına dair resmi yazı göndermekle iktifa etmiştir. Bununla birlikte, sonraki yıllarda özellikle “Şeytan Taşlama” mahallinde bazı iyileştirmeler yapıldığı bilinmektedir. Tavaf alanına, yani Kâbe’nin etrafına gelince; Suud yönetimi, her nedense teknolojiden istifade ederek Kâbe’nin etrafına (tercihan Mescid’i Haram’ın) içine yürüyen band türü hareketli bir alan inşa etmek yerine, sürekli olarak tavaf alanını genişletmeye çalışmaktadır. Bunun için de yapılacak en pratik çözümü, Mescid-i Haram’ın Kâbe’ye en yakın mesafesinde Osmanlı döneminde, Kâbe’yi çepeçevre dolanacak biçimde inşa edilen revakları yıkmakta görmektedir. Bu konu hemen her sene gündeme gelmekte olup, başta Ecyad Kalesi olmak üzere; Osmanlı’dan kalma bütün eserleri yerle bir eden para gözlü Suudilerin, eninde sonunda ata yâdigârı bu revakları da yıkacağı kuvvetle muhtemeldir.
1- 6 Ekim 2015 tarihli gazeteler.
2-http://www.haber7.com/guncel/haber/1587623-mehmet-gormezden-iranin-iddiasina-yanit &
Bir yanıt yazın