Son aylarda haberlerdeki tüm konular duygularımıza hitap ediyor. Ülkenin gidişatına yönelik tartışmalarda hep duygular ön planda. Duyguların hakim olduğu önemli konuların başında Suriyeliler geliyor. Evlerini geride bırakıp, daha güvenli ve belki de daha müreffeh bir hayat arayan milyonlarca kişilik bir göç akımı söz konusu. Hükümet sözcüsü, birkaç gün önce, Türkiye’de 2 milyon 200 bin Suriyeli olduğunu söyledi. Bu göç akımı 2011’de başladı. O yıllarda, bu akımın geçici olduğunu, Suriye’de durum normalleştikten sonra, misafir ettiğimiz komşularımızın evlerine geri döneceğini sanıyorduk. Ancak, 2015 bitiyor, ve artık bugünkü hakim görüş, Suriye’nin bir daha hiçbir zaman eski Suriye olamayacağı, milyonların evlerinin yerlerinde yeller estiği ve artık onların Suriye dışında kendilerine yeni bir hayat kuracağı.
Durum böyleyken, Türkiye’de artık duygularımızla değil aklımızla bazı kararlar vermemiz, alışık olmadığımız yeni şeyler yapmamız gerekiyor. Ancak ülkemizin siyaset kurumunun hali ve ardı ardına gelen seçimlerin yarattığı ortam malum. Bu konuda yapılan çalışmalara bakınca akademimizin hali de açıkçası pek farklı değil. Bazı kurumlar iyi niyetli çalışmalar yapıyor ama çoğu pansuman niteliğinde. Eski 76 milyon ile yeni 2 milyonun birbirine nasıl entegre olabileceğine dair bütüncül bir çerçeve henüz ortada görünmüyor.
Duygularla değil, aklımızla yapabileceğimiz bir tartışmaya belki katkı sağlar ümidiyle, bu yazıda Suriyeli sığınmacı meselesine dair üç konuda not düşmek istiyorum.
Birinci nokta: Böylesine kitlesel bir göç dalgasının üzerimizdeki etkilerini tartışabilmek için, Suriyelilerin yaşamımız ve ekonomimiz için ne anlama geldiğine dair büyük bir resme sahip olmamız gerekiyor. Etrafta küçük küçük resimler var, bunların çoğunluğu karamsar resimler. Kiralar artıyor, bazı kentlerde enflasyon yükseliyor, bazı firmalar ucuza kaçak Suriyeli işçi çalıştırıyor, bazı Suriyeliler dükkan açıyor, vergi vermiyor ve haksız rekabet yaratıyor, gettolaşma artıyor, güvenlik sorunları ortaya çıkıyor. Ve tabi, özellikle son aylarda, Türkiye’de kalmak yerine Avrupa’ya gitmek isteyen Suriyeliler, ancak gitmeye çalışırken de yaşanan o büyük dramın resimleri var. Bunların hepsi ayrı bir haber konusu, ayrı bir resim. Ama bunları yan yana koyunca, sanki büyük resim ortaya çıkmıyor, çıkmayacak.
Büyük resmi görmenin bir diğer yolu da, başka ülkelerde ne olup bittiğine bakabilmek. Mesela, bizim akademimiz yerinde sayarken, başka ülkelerde, göç hareketlerinin ekonomik etkilerine dair ciddi ve ilginç çalışmalar yapılıyor. Örneğin, son 20 yılda, 136 ülke arasındaki ticaret, yatırım ve göç akımlarını inceleyen bir çalışmaya[1] göre, ortalama bir ülkeye 15 bin nitelikli yeni göçmen gelmesi, o ülkenin ihracat sepetine yeni bir sektör ekleme ihtimalini yüzde 15 artırıyor. Aynı çalışma, her bir çalışabilir göçmenin gelişinin yaklaşık 30 bin dolarlık, nitelikli eğitime sahip bir göçmenin ise tam 160 bin dolarlık doğrudan yabancı yatırım akımına denk geldiğini söylüyor. Bu çalışmanın dayandığı temel etki kanalı, göç ile birlikte aslında bir şey üretmek için gerekli olan yetenek ve bilgilerin de bir ülkeden diğerine geçiyor olması.
AFAD’ın 2013 saha çalışmasına göre, ülkemize gelen Suriyelilerin yarısı çalışma çağında (19-65 yaş aralığı). Bu grubun yüzde 10’u üniversite ve üzeri eğitme sahip, yüzde 10’u lise, yüzde 20’si ortaokul, yüzde 40’ı ilkokul mezunu/okuryazar düzeyinde, yüzde 20’si de okuryazar değil.[2] Yani bu verilere göre, ülkemize son dört sene içinde 500 bin çalışabilecek durumda vasat nitelikli, 200 bin de yüksek nitelikli Suriyeli gelmiş. Yukarıda çizilen çerçeveye göre bu yaklaşık 47 milyar dolarlık bir doğrudan yabancı yatırım akımına denk geliyor. (Türkiye’ye 2011-2014 arasında yılda ortalama 13 milyar dolarlık bir yabancı yatırım gelmişti.)
Elbette bu 47 milyarlık dolarlık yabancı yatırım hesabı, sadece potansiyeli gösteriyor. Bu potansiyelin harekete geçmesi ise devletimizin sağlam bir uyum ve entegrasyon vizyonu olmasına bağlı. Bunun ön koşulu, 1950’lerde tasarladığımız ve Suriyelileri (ve de ülkemizin doğusundan gelen herkesi) göçmen olarak değil sadece sığınmacı olarak gören politika çerçevesini toptan değiştirmek. Bu geçici perspektifle, ne kendimize ne de Suriyelilere bir ufuk açabiliyoruz. Ayrıca yeni göçmen politikamızı, sadece insani yardım perspektifiyle değil de, bir sanayi ve istihdam politikası çerçevesi ile desteklersek, belki büyük resmin ne olması gerektiği konusunda duygularımızı değil, aklımızı da kullanmaya başlayabiliriz.
İkinci nokta olarak Suriyeli sığınmacıların Türkiye ekonomisine nasıl bir etki yapabileceğine odaklanmak istiyorum. Acaba, gerçekten, ülkemize doğru yaşanan bir göç akımıyla birlikte, bazı ürünleri üretmek için gerekli olan bilgi seti, tecrübe, dış pazar bağlantıları vb. de gelmiş olabilir mi? Bu konuda, maalesef somut bir çalışma yok. Ancak şunu biliyoruz, ülkemize gelen Suriyelilerin yarısından fazlası, Halep ve etrafındaki yerleşimlerden, yani eski Suriye’de sanayi faaliyetlerinin kümelendiği, ekonominin kalbinin attığı yerlerden gelmişler. Gelenler arasında, Ortadoğu pazarlarının detaylarını çok iyi bilen ve oralarla ilişkisi olan yatırımcıların da olduğu belirtiliyor. Ayrıca, çok sayıdaki yatırımcı ve küçük işletmenin, sadece ailelerini değil, sermayelerini ve işlerini de Türkiye’ye taşıdığı da biliniyor.[3] Bu firmalar sayesinde, savaştan sonra sıfıra düşen Türkiye’nin Suriye’ye ihracatı, 2013 ve 2014’te hızlıca toparlandı ve savaş öncesindeki düzeyine geri geldi. Basında çıkan bazı haberler özellikle Gaziantep ve Mersin’de Halep’ten yerleşen çok sayıda firma olduğunu vurguluyor. [4]
Bu etki kanalı Türkiye ekonomisinin geleceği açısından önemli olabilir mi? Gelin birlikte aşağıdaki tabloya bakalım. Tabloda 12 tane farklı ürün hakkında bazı ilginç veriler var. Bu ürünlerin özelliği şu: Suriye 2010’da, yani iç savaş başlamadan önce, Türkiye’ye kıyasla bunların üretiminde çok daha avantajlıymış.[5] Bu 12 üründe 2010’da Suriye’nin yaptığı ihracat 650 milyon dolar, toplam ihracatının yüzde 5’i. Bu ürünlerde, Türkiye’nin 2010’daki ihracatı ise sadece 234 milyon dolarmış. Yani savaştan önce, bu 12 ürün için Türkiye’nin ihracat kapasitesi Suriye’dekinin yalnız üçte biri kadarmış. Ancak, Suriye’de iç savaşın başlaması ve üretim yapılamaz hale gelmesi ile üç yılda ülkenin bu ürünlerdeki ihracatı yüzde 90’ın üzerinde azalarak, 50 milyon dolara doğru sert biçimde düşmüş.
İlginç olan nokta ise şu: 2010’dan 2014’e, Türkiye’nin toplam ihracatı yüzde 38 artarken, bu 12 üründeki ihracatımız ise tam yüzde yüz artmış ve 426 milyon dolara yükselerek, Suriye’nin 10 katına ulaşmış. Ve her bir üründe, son 4 yıldaki ihracat artış hızı, Türkiye’nin ihracatının ortalama artış hızını 2’ye, bazılarında 3’e hatta 4’e katlamış (tablodaki son sütun). Bu ürünler arasında, organik temizleme malzemeleri, ayakkabı, peynir gibi ürünler var.
Elbette, bu 12 üründeki artışın Suriyeli sığınmacılar sayesinde mi yoksa Türk firmalarının Suriye’den boşalan yeri doldurması sonucunda mı yaşandığını tek bir tabloya bakıp söyleyemeyiz. Ancak bu tablodan çıkan sonuç şu: Suriye’nin belli alanlarda kabiliyetleri vardı ve bunlar artık Suriye’nin içinde değil. Bu kabiliyetlerin ne kadarının Türkiye’ye geldiğini bilmiyoruz, çünkü maalesef merkezi bir sığınmacı veritabanımız yok. Ülkedeki 2 milyon 200 bin Suriyelinin ne eğitimi aldıklarını, hangi işlerde iyi olduklarını bilmiyoruz. Bilsek bile bizim bu kabiliyetleri kullanmaya ne kadar hazırlıklı olduğumuz da ayrı bir soru işareti.
Üçüncü ve son nokta ise, bugün Edirne’de izlediğimiz sığınmacı dramı ile ilgili. Eğer, biz ekonomik büyüme meselesini yerel bazlı düşünme alışkanlığına sahip olsaydık, belki bugün Edirne’den farklı haberler duyardık. Edirne’den geçerek Avrupa Birliği’ne gitmek isteyen binlerce kişi var ve Edirneliler onlara insani yardım sunmanın yanında, aslında onları orada tutmaya çalışarak kendi geleceklerine de yardım edebilirler. Çünkü Edirne’nin bugün en önemli sorunlarından biri şehirde yaşayan ve çalışan nitelikli gençlerin sayısının giderek azalması. İzninizle, bu cümleyi biraz uzatayım. Yüzyıllar boyunca büyük göçmen kitlelerini, Rusya’dan, Balkanlar’dan, İspanya’dan alıp kendi hayatına entegre edebilmiş Osmanlı Devleti’ne başkentlik yapmış Edirne’nin, bugün gençlere ihtiyacı var. Çünkü, Edirne’nin iyi eğitim almış gençleri İstanbul’da yaşamak zorundalar. Bu yüzden Edirne’de ekonomik dinamizm giderek zayıflıyor, kent ekonomisi giderek bir üniversiteye, bir kışlaya, biraz da yerli turist akımına bağımlı hale geliyor. Edirne’nin iki önemli ilçesi, Keşan ve Uzunköprü’nün de ekonomik potansiyelleri çok yüksek, ama bu potansiyeli hayata geçirecek genç yok.
Bugün keşke, Avrupa ülkelerinin dalga geçer gibi açıkladığı 3-5 bin kişilik çalışma izni kotalarını, ekonomik dinamizm ve nüfus küçülmesi sorunuyla karşı karşıya olan, Edirne gibi kentlerimiz, ve hatta Uzunköprü ve Keşan gibi ilçelerimiz açıklıyor olsaydı. Bu sayede, sığınmacıların yaratmış olduğu yük ve de fırsatlar, sadece 10 şehre değil, ülkenin geneline hem daha adaletli, hem daha dengeli, hem de belki ekonomik büyümenin geleceği açısından daha stratejik olarak dağıtılabilir olurdu.
[1] Bahar, D. Rapport H (2015) “Migration, knowledge diffusion and the comparative advantage of nations”
[2] AFAD (2013) Türkiye’deki Suriyeli Sığınmacılar, 2013 Saha Çalışması Sonuçları Raporu.
[3] ORSAM ve TESEV (2015) Suriyeli Sığınmacıların Türkiye’ye Etkileri Raporu.
[4] T24, “Suriyeliler İşlerini Türkiye’ye taşıdı, Almanları Solladılar, 17 Ağustos 2013,http://t24.com.tr/haber/suriyeliler-islerini-turkiyeye-tasidi-almanlari-solladilar,237155
[5] Bunu her iki ülke için de RCA (revealed comparative advantage – göreceli mukayeseli üstünlük) skorunu hesaplayarak görüyoruz. RCA, bir ülkenin ihraç ettiği bir ürünün dünyadaki pazar payı ile, ülkenin toplam ihracatının dünyadaki pazar payını kıyaslayarak elde edilen bir gösterge.
Yazıları posta kutunda oku