BOP Haritasına göre; Suudi Arabistan’da Mekke ve Medine’nin bulunduğu bölgede ve herhalde Suudi Arabistan’ın dünyaya çıkış kapısı olan Cidde’yi de içine alan bölgede “Kutsal İslam Devleti” adıyla bir devletin öngörüldüğü malumdur. Geçenlerde meydana gelen “Vinç Kazası”ndan sonra bu konuda epeyce yazı yazdık. Geçtiğimiz Perşembe günü Mina’da meydana gelen izdihamda yüzlerce kişinin vefatı üzerine konu tekrar gündemimize gelmiş bulunmaktadır.
AKP’li Mehmet Ali Şahin’in dün etmiş olduğu laflar, sanki bizim bundan 12 sene önce olmak üzere söylediğimiz sözlerin ve yapmış olduğumuz tekliflerin tekrarı gibi geldi bize. Sayın Şahin, Karabük’te partililerine hitaben yapmış olduğu konuşmada şöyle dedi:
“Mekke’de yaşanan ölümlerin üzerinde düşünmek gerekir. Buna ‘kader’, ‘vade geldi’, ‘ecel’ deyip geçebilir miyiz? Mina’da yaşananlar ‘Ecel-i kaza’dır (Bir sebebe bağlı olarak değiştirilmesi takdir edilmiş ecel). 2 milyon insan hacı olacak, gelmiş. 2 milyon insan çok değil. Geçtiğimiz günlerde İstanbul ‘da teröre karşı miting yapıldı, 2 milyon insan vardı orada. Hiç bir olumsuzluk olmadan, hiç kimsenin burnu kanamadan dağıldılar. 2 milyon insanın Mekke’de Arafat’ta o geniş arazide ibadetlerini huzur içinde yapabilmeleriyle ilgili gerekli tedbirler alınabilir. Tedbir açısından ciddi bir noksanlık olduğunu düşünüyorum. Bir vinç devrildi, ölenler oldu. Daha önce kazalar oldu. Her yıl binlerce hacı dünyanın çeşitli bölgelerinden gelmiş hayatlarını kaybediyorlar. Üzüntümüz büyük mübarek bayramda. 750’nin üzerinde ölü. Bundan daha fazla da yaralı var. Çok az da olsa Türk vatandaşı da var. İnşallah sayısı artmaz. Tedbir bakımından eksiklik var.
Mekke ve çevresi, Suudi Arabistan toprakları içindedir. Ama o kutsal mekanları tüm Müslümanlara aittir. Oradaki güvenlik sorununu çözmek için Müslüman ülkelerin bir araya gelerek bir çözüm geliştirmelerinde yarar var. Efendim, ‘Oradan gelen, buradan gelen sıkışmışlar birbirlerini ezmişler’… Olacak şey mi? Dünyaya bunu nasıl izah edersiniz? İzahı var mı? Bine yakın insan, 750 kişi hayatını kaybetmiş. Böyle bir şey olabilir mi? Kimse milliyetçilik yaptığımı düşünmesin. Bize versinler, Türkiye oradaki organizasyonu kimsenin burnu kanamadan hac vazifesini yaptırır Allah’ın izniyle. Ücret de talep etmiyoruz. Suudi Arabistan hükümetine sesleniyorum; Verin bize, Türkiye’ye. Türkiye olarak oradaki organizasyonu çok nizami bir şekilde hallederiz, çözeriz.
Suudi yetkililer faciayla ilgili, kurallara uymadıkları gerekçesiyle hacıları suçlamaktadırlar. Kardeşim tedbiri sen alacaksın. Düzeni sen sağlayacaksın. Onları yönlendireceksin. Afrika’dan gelmişler. Yol, iz bilmeyebilirler. Onları öğretecek, yol gösterecek sizsiniz. Yönlendirme levhaları, hatta insanlarla onlara rehberlik edecek sizsiniz. Bunun mazereti olamaz…”(*)
Hayır; “Sayın Mehmet Ali Şahin bu konuda bizden kopya çekmiştir” demiyorum ama en azından onun da bu konuda bizim gibi düşündüğünü vurgulamak isterim.
Şunu da belirtmem gerekirse; ben 2003 yılında yayınlanan ve içinde Sayın Şahin’in dile getirdiği hususlar da bulunan “Çöldeki Osmanlı ve Kavm-i Necip” isimli kitabımı kendisine de göndermiştim. Üstelik, Sayın Şahin, benim “Çanakkale” üzerine yazmış olduğum bir şiiri, geçmişte “Çanakkale Zaferi” özel gündemiyle toplanan TBMM Genel Kurulu’nda okumuş bir siyasidir. Bu bakımdan kendisine ayrıca teşekkür ediyorum.
Gelelim Mehmet Ali Şahin’in dün Mekke ve Medine ile ilgili dile getirdiği hususların, benim 2003 yılında yayınlanın “Çöldeki Osmanlı ve Kavm-i Necip” isimli kitabımın “Haremeyn Cumhuriyeti’ne Ne Dersiniz” başlıklı bölümünde yer alış şekline. Kitabımda dile getirdiğim hususları, noktasına virgülüne dokunmadan dipnotlarıyla birlikte aktarıyorum:
3-Mekke ve Medine’nin de içinde bulunduğu ve Haremeyn diye isimlendirilen kutsal bölgenin idaresinin, Suudilerin elinden alınarak İslâm ülkelerinden oluşacak uluslararası bir gücün, örneğin İslam Konferansı Örgütü’nün eline verilmesi için gerekli girişimlerde bulunulmalıdır. Mekke ve Medine ile civarındaki mukaddes yerler, aslında sadece Suudi Arabistan’ın değil, bütün dünya Müslümanlarının ortak dini mirasları hüviyetindedirler. Bu sebeple bu konu, dünya Müslümanları için, Suudilerin keyfi idaresine bırakılamayacak kadar stratejik bir konudur. Çünkü şu anda Müslümanlar, hem dinlerinin gereği olan bir farzı yerine getirerek vicdanlarını rahatlatıp ruhlarını teskin etmek zorundadırlar, hem de Suudilerin keyfi uygulamalarına katlanmak durumundadırlar. Bu durum, aslında Müslümanlar için kabul edilebilir bir durum değildir.
Çünkü Müslümanlar, bir yandan Allah’ın emrine uyup her türlü meşakkati göze alarak Kâbe’ye koşuyorlar, bir yandan da olmadık hakaretlere ve manevi işkencelere tâbi tutuluyorlar. Tabiri caizse Müslümanlar, kendi paralarıyla rezil oluyorlar. İşte bu sebepledir ki; Mukaddes yerlerin idaresi ve hac hizmetlerinin düzenlenmesi Kraliyet ailesinin keyfine bırakılmamalıdır. Mesela bu konuda İslâm Konferansı Örgütü devreye sokularak bütün İslâm Ülkelerinden temsilcilerin bulunabileceği bir kurul Haremeyn’in yönetimini üstlenebilmelidir. Tıpkı 11.02.1929 tarihinde imzalanan Laterano anlaşması ile Vatikan’da oluşturulan yönetim şekline benzer bir yönetim şeklinin, yani bağımsız “Haremeyn Cumhuriyeti”nin kurulması bugünkü konjonktürde belki mümkün olmayabilir(3). Ancak yapılacak uluslar arası bir anlaşma ile en azından hac mevsimlerinde bu bölgenin yönetimi geçici olarak Suudluların elinden alınarak İslâm ülkelerinden oluşacak bir ortak yönetime devredilmeli, yönetim masrafları da yine hac gelirlerinden karşılanmalıdır. Böyle bir çalışmaya vakit geçirilmeden başlanmalıdır.
Bu konuda, eğer takiyye yapmıyorsa, ya da yaşı bir hayli ilerlediği için artık fazla bir siyasi beklentisi kalmadığı için konuşuyor değilse, 29 kez hacca giden, Ecyad Kalesinin yıkılmasının hemen akabinde 30. haccına giderek halkın tepkisini çekmeyi göze alamamakla birlikte hacdan hemen sonra Umreye giderek Suudlu dostlarının gönlünü alan liderine aldırmaksızın konu ile ilgili bazı çıkışlarda bulunan Süleyman Arif Emre’yi içimden tebrik etmek ve elini öpmek geliyor. Şöyle diyor bir yazısında sayın Emre;
“… Kanaatime göre bu türlü tutum ve davranışlarda (Kutsal topraklardaki Osmanlı izlerini silmeye çalışan Suudluların bu tavrında) Suud yönetiminin resmen kabul ettiği Vahhabîliğin katı ve haşin kurallarının da rolü var. Öyle ki, Suud yönetiminin bu kendilerine has olan anormal davranışlarından diğer ülkeler de tedirgin oluyor. (Sayın Emre yazısında ziyaret yerlerine ilişkin olarak getirilen yasak ve bazı keyfi uygulamalardan bahsettikten sonra şöyle devam ediyor) Bütün bunları niçin anlatıyorum. Bu hususta bir çözüm gerekiyor. Bu işler böyle görüş açıları İslâm dünyasına nazaran çok dar olan üç beş Suud yöneticisine bırakılamaz. Bugün kalkar bizim ecdadımızın tarihi eserlerini yıkarlar, yarın başka İslâm ülkelerine de benzeri uygulamalar yaparlar. Onun için bütün İslâm ülkeleri birleşmelidir. Hac organizasyonunun tanzimi ve mukaddes ve mübarek topraklarda bulunan dini ve tarihi değeri olan mahal ve eserlerin korunması müştereken yapılmalıdır.
Bu maksatla bütün İslâm ülkelerinin katılacağı bir konsorsiyum veya daha münasip bir kelime bulunuyorsa adını siz koyun, bir özel yönetim kurulmalıdır. Bu yönetim, birkaç Suud yöneticisinin şahsi ve indi görüşlerle yaptığı uygulamalara son vermeli, İslâm ülkelerinin müşterek akl-ı seliminin ve İslâm’ın barıştırıcı, kaynaştırıcı emir ve tavsiyelerinin ışığı altında müşterek yapıcı bir sistem teşkil etmelidir. Tabii ki bu meyanda tarihi eserlerin de gerektiği gibi muhafazası mümkün olacaktır. Böylece, bütün İslâm ülkeleri birleştiği takdirde Suud yönetimi kendi görüşlerini dayatamaz ve bu hayırlı teşebbüsün karşısına da çıkamaz. Türkiye bu teşebbüsün öncülüğünü yapmalıdır” Bunlara ilave olarak S.Arif Emre, aynı yazısında Suudilerin bütün bu davranışlarının altında kral ailesinin İslâm halifesi olma isteğinin yattığını da vurgulamaktadır(4).
Bir başka yazar ise bu konuda şunları dile getiriyor; Muhtemel keyfilikleri önlemek için Suudi Arabistan kurulurken varılan milletlerarası bir andlaşmayla Mekke ve Medine’nin yönetimi, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu bir grup İslâm ülkesine bırakılmıştı. Sahip çıkan olmadığından, en azından Ankara’nın lakayt kalmasından ötürü muahede hayata geçemeyip kâğıt üzerinde kaldı. Türkiye, kâğıtlara, evraka, arşive dönüp bakarak hafızasını tazelemezse, yeni nesillerde tarih şuuru gelişmezse başına çok felaket gelir. Bir gün Mostar, bir gün Ecyad, bir gün Caber Kalesi… Ve Türkiye toprakları. Şunu bilelim ki ecdadı ağlatırsak iflah olamayız(5).
(*) http://www.radikal.com.tr/politika/mehmet_ali_sahin_hac_organizasyonunu_turkiyeye_versinler-1439946.
3-ABD tarafından BOP ve GOP adıyla yürütülen çalışmalar çerçevesinde yeniden çizilen ve ilk kez 26 Temmuz 2006 tarihinde ABD’nin saygın askeri dergisi Armed Forces Journal’da yayınlanan Yeni Ortadoğu Haritası’nda Mekke ve Medine’nin bulunduğu bölgenin, “Islamic Sacred State” (Kutsal İslam Devleti) adıyla ayrı bir devlet olarak düşünüldüğünü görünce aklıma ilk gelen, 2002 yılında yazmış olduğum bu satırlar olmuştur. (Bu dipnot kitabın ikinci baskısına hazırlık amacıyla sonraki tarihlerde eklenmiştir)
4-Süleyman Arif Emre, “Ceyat Kalesini Niçin Yıkıyorlar” başlıklı makalesi, Milli Gazete, 8.1.2002. Ayrıca Hürriyet Gazetesi’nin 9 Ocak 2002 tarihli sayısında yer alan “Kutsal Toprakların Yönetimi Suudiler’in Elinden Alınmalı” başlıklı ve Turan Yılmaz imzalı haber..
5-Rahim Er, “Ecyad’la Ağlayan Ecdat” başlıklı makalesi, Türkiye, 08.01.2002