türkiye çok hızlı şekilde üçe bölündü, süreci sonuna kadar destekleyenler, çekimser kalanlar ve tam karşısında konum alanlar. bunların hepsinin haklı gerekçeleri vardı. kimi görüşmelerin daha açık, kamuoyunun bilgisi dahilinde, mecliste yapılmasını istiyor, kimisi terör örgütü ile pazarlık olmaz diyor, kimisi ise akan kan yeter barış olsun diye haykırıyordu. baldıran zehri içmeyi göze almış olan erk sahiplerinin konumu sürecin de rotasını belirledi ve uzun süren bir sessizlik ve çatışmasızlık dönemine girildi.
güneydoğu’nun huzura kavuşması, tunceli’de turizmin başlaması, şehit haberlerinin kesilmesi, doğu’da yatırımların artması, vb. şeyler sürecin aslında hiç de korkulacak bir şey olmadığını, barışın kötüsünün olmayacağını gösterdi insanlara. ancak kafalarda hala bir soru işareti vardı. süreci devlet yönetmiyordu sanki. süreç partiler üstü bir konuma taşınamamış, bir kişinin, hadi bir grubun diyelim, kontrolü altında ilerlemekteydi. e o bir kişi, yani grup (!) vazgeçerse ne olacaktı? ya tepesi atarsa, ben süreç falan istemiyorum artık derse ne olacaktı? bunu dillendirenler “kandan beslenenler” olarak nitelendirildi, barış ortamından rahatsız oldukları, 90’lara dönmek istedikleri söylendi. oysa soru çok basitti, bu süreç meclis eliyle yönetilemez miydi? tüm partilerin iştirak ettiği, geniş tabanlı, halkın tamamının içine sinecek bir çıkış olarak gündeme getirilemez miydi?
bu tartışmalar arasında tunceli’den turist fotoğrafları, gazetecilerin şemdinli’ye tepeden bakan dağ başındaki harika masa görüntüleri, vs. yağıyor, barışın nimetlerinden söz ediliyordu. yandaş basın “abdullah öcalan yaşatmayı seçti”, hükümet üyeleri “ben de olsam dağa çıkardım”, “pkk sanıldığı kadar kötü değil”, vb. açıklamalarla güya kamuoyunu hazırlıyordu. akil adamlar yurdun dört bir yanına dağılmış, barışın nimetlerini insanlara anlatıyordu. bunun yanında imralı ile görüşmeler tüm hızıyla devam ediyor, heyet üstüne heyet gidiyor, partiler arası görüşmelere hız kesmiyordu. bu sefer olacaktı galiba demeye başladı insanlar. türkiye’nin 1984 yılından beri yaşadığı, on binlerce insanını kurban verdiği terör galiba sonuna gelmişti. derken ardından pkk terör örgütünün türkiye topraklarının dışına çıkması, silah bırakması gündeme geldi. silah bırakmayız ama türkiye’den çıkarız dendi ve hiç kimsenin müdahale etmediği, müdahale etmemesinin emredildiği bir ortamda türkiye topraklarını terk ettiler (!)
ardından enteresan bir şey oldu. durup dururken, kimsenin anlam veremediği bir şekilde türkiye kendisini “başkanlık sistemini” tartışırken buldu. her şey düzelmişti, terör bitmişti, ekonomi, sağlık, eğitim harikaydı ve sanırım türkiye’nin tek eksiği başkanlık sistemiydi. bütün tv’ler, gazeteler, sosyal medya türkiye’nin başkanlık sistemine ihtiyacı olduğunu savunan tiplerle dolmuştu. bunun olmazsa olmaz bir şey olduğu, en iyi sistemin bu olduğu, başkanlık sistemi olan ülkelerin harikalar yarattığı pompalanıp durdu. bu sistem tartışmasının tam da abdullah gül’ün görev süresinin bitmesine yakın başlaması biraz şüphe uyandırıcıydı açıkçası.
ve tayyip erdoğan cumhurbaşkanı oldu. bu süreci daha yakın yaşadık, tekrar tekrar anlatmaya gerek yok, nelerin söylendiğini, nelerin konuşulduğunu hala hatırlıyoruz. ancak ne olduysa oldu, sürecin mimarı (!) olan tayyip erdoğan, dolmabahçe’de açıklanan mutabakatı tanımadığını, kabul etmediğini söyledi. başından sonuna sürecin içinde olan, yöneten, haberdar olan tayyip erdoğan ne olmuştu da bir anda sürecin karşısında konumlandırmıştı kendini? şimdilik bilemiyorduk.
…bilemiyorduk ki seçim sürecine giren türkiye’de, seçime parti halinde girme kararı alan hdp ve onun genel başkanı selahattin demirtaş’ın “seni başkan yaptırmayacağız!” sözü öne çıktı. her yerde bu söz yankılanmaya başladı, hdp’li olsun olmasın herkesin dilinde bu söz vardı. buna karşı geliştirilen slogan ise “400’ü verin bu iş huzur içinde çözülsün” oldu. insanlar o gün, 400 vermenin önemini ve vermezsek ne olur ki? sorusunun cevabını pek bilmiyordu.
şimdi cevabını biliyoruz. bugün geldiğimiz noktada, her gün onlarca şehit haberi alırken, gencecik çocuklarımızın evlerine bir bir ateş düşerken, ağlamasın denilen anaların gözünde yaş kalmamışken, 400 vermemenin ne gibi sonuçlar doğuracağını görmüş olduk. kimse “bunun, onunla ne alakası var?” salaklığına yatmasın. çünkü en başından beri, ta oslo’dan beri, pkk’nın geri çekildiği günden beri, imralı’ya heyetler akarken, nevruz’da şivan perwer ile ibrahim tatlıses “megri” derken, abdullah öcalan’ın mektubu okunurken bile bu sürecin iki amacı vardı. bugün hala bunu bilmeyenler yan anlamazlıktan geliyor ya da bilmek işlerine gelmiyor.
sürecin iki önemli amacı vardı:
1- ak parti’ye 400 vekil aldıracak oy oranın yakalamak: kim ne derse desin, baştan beri sürecin en önemli getirilerinden birinin bu olması bekleniyor, umuluyor, planlanıyordu. nevruz kutlamaları, bölgeye yapılan yatırımlar, habur sınır kapısı şölenleri hep bu yüzdendi. bölge halkının ak parti’ye güvenmesi, minnettar olması ve oylarını vermeleri yönündeydi bütün plan, ancak seçime parti olarak giren hdp bu planı bozdu. birinci dalga geldi.
2- tarihe geçmek: sürecin ikinci amacı ise, bunun mimarının tarihe “barış getiren lider” olarak geçmesi hevesiydi. başkan olacak, ülkeye barış hediye etmiş biri olarak tarihe geçecekti ama maalesef “seni başkan yatırmayacağız” söylemi, barışın hediye edildiği kitleden gelmiş olması ikinci ve yıkıcı dalgaydı. birileri bunu sindiremedi.
sonuç olarak geldiğimiz nokta ortada. suruç katliamı ile başlayan çatışma, savaş sürecinde 40 günde 200’den fazla insanımızı yitirdik, her gün bir yerlerde analar, babalar ağlıyor, evlere ateşler düşüyor, çocuklar yetim kalıyor… bazı yetimler maça götürülüyor, devlet kaybettiği, şehit verdiği asker sayısını bile açıklayamaz duruma düşüyor, insanlar cumhurbaşkanının söylediği şeyi aynen verdi diye gazete binası basıyor.
bundan sonra ne mi olur? cumhurbaşkanı söyledi, 400 verin dedik vermediniz.